06 Eylül 2022 03:50

Kurulu düzene isyan etme türleri

Nil Kural; 79. Venedik Film Festivali'ne dair izlenimlerini yazdı.

"Athena" filminden bir sahne 

Paylaş

Nil KURAL

Bu yıl 79. kez düzenlenen Venedik Film Festivali, pandemiyle yaşamaya alışan festivallerin bir diğer üyesi olarak 31 Ağustos’ta başladı. Pandemiye uyum sağlayan ve yeni duruma göre değişen sadece film festivalleri ve takipçileri değil. Bu yıl, Venedik’te prömiyerlerini yapan filmlerden birçoğu kurulu düzene karşıtlıkta birleşiyor. Bu payda ortaklığının nedenini sorduğumuzda muhtemel bir yanıt şu: Pandemi döneminde kurulu kurumların, devletlerin yetersizliği ve başarısızlıklarının, sinemacıları düzeni sorgulamaya yönlendirdi. Filmlerde alttan alta bir sorgulama hali hissedilse de bunun farklı şekilleri de sinemanın yaratıcılığının kanıtı.

ARGENTINA, 1985

Ana yarışmada yer alan Santiago Mitre’nin “Argentina, 1985”i bir geçmişten feyz alma hikayesi örneği olarak hukukla direnmeyi merkeze alıyor. Film, askeri cunta sonrası, darbeci generallerin askeri mahkemeden sonra sivil mahkemede yargılanma sürecini Savcı Julio Strassera’yı takip ederek anlatıyor. Kurumlardaki faşistlere ve darbeyi destekleyen orta sınıfa rağmen bu tarihi fırsatı kaçırmak istemeyen Strassera ve kurduğu gençlerden oluşan hukukçu ekibi; halkı, darbeciler ve yaptıkları katliamla yüzleştiriyor. “Argentina, 1985”, Arjantinli sinemacıların sinema izleyicine darbede yaşananları unutturmadığı damarın yeni örneği. Aslında göstermelik olması için açılan davada, kurulu düzende bir çatlak bulup, Arjantin’in darbe karşıtı sloganı “Bir daha asla” için uğraşan hukukçuların hikayesi, ilham verici ve hatırlaması değerli bir dönemi, bağ kurması kaçınılmaz bir sinema diliyle işliyor.

BİR İSYANKARIN PORTRESİ

Laura Poitras’ın belgeseli “All the Beauty and the Bloodshed” ise sanat dünyasının karşı duruşunu hiç kaybetmeyen ismi Nan Goldin hakkında. Edward Snowden hakkında çektiği “Citizenfour”un ardından Poitras, ana yarışmada yer alan yeni filminde Goldin’i sanat dünyası içindeki bitmeyen isyanıyla resmediyor ve onun da Snowden gibi kurumları (bu durumda sanat) ifşa eden yönünü vurguluyor. Reçeteli satılan ve yarattığı bağımlılıkla yüz binlerce insanın ölümüne yol açan OxyContin adlı ağrı kesiciyi üreten ailenin Met’den Louvre’a, Guggenheim’dan The National Portait Gallery’e saygın kurumlara milyonlar aktararak salonlarına, sergilere ismini vermesi, Goldin’in içinde bulunduğu aktivist grubu harekete geçiriyor. Sanat kurumlarını protestolarla ailenin parasını reddetmeyen zorlayan grup üzerinden Goldin’in kariyerinin zorlu başlangıcına, AIDS döneminde baskılara rağmen açtığı Witnesses: Against Our Vanishing sergisine, ailesinde başlayan isyanına uzanıyor. Poitras, etkileyici belgeselinde Goldin’in hiçbir zaman düzene boyun eğmeyen ve koleksiyonunda yer aldığı müzelerle doğru bildikleri için mücadele eden, isyankar portresini çiziyor.

DİKKAT ÇEKEN FİLMLERDEN: TÁR

Yarışmanın en dikkat çeken filmlerinden Todd Field imzalı “TÁR” ise kendi başına kurumsallaşmış bir orkestra şefinin otoritesinin sorgulanma öyküsü. 2006 yapımı “Little Childen”ının ardından “TÁR”a kadar film yönetmeyen ABD’li yönetmen sinemaya dönüş filminde klasik müzik dünyasının göz bebeği konumunda bir karakter olan Lydia Tár’a odaklanıyor. Cate Blanchett’ın yere göğe sığdırılamayan performansıyla canlandırdığı Tár, erkeklerin hüküm sürdüğü klasik müzik dünyasında en tepe pozisyonlara gelmiş bir kadın klasik müzik şefi ve bestecisi. Tek kişinin kurumsallaştığı durumların bir sorgulaması olan film, yakın dönemin iptal kültürü ve #metoo tartışmalarına da yer açıyor.

ROMAİN GAVRAS ‘ATHENA’ İLE ANA YARIŞMADA

Genellikle çektiği müzik klipleriyle tanınan Romain Gavras -evet, Costa Gavras’ın oğlu- isyana doğrudan odaklanan “Athena” ile ana yarışmada. Fransa’nın banliyölerinde 13 yaşındaki Idir’in polis şiddetinin kurbanı olması, banliyöde Idir’in ağabeyi Karim’in liderliğinde bir isyan başlatıyor. Film, süresi boyunca polis ile banliyödeki ayrımcılık ve şiddetten bıkmış insanlar arasındaki çatışmaya çoğunlukla gerçek zamanlı olarak odaklanıyor. Film, Fransa ordusunda görev yapan asker ağabey Abdel ile kardeşinin vahşice öldürülmesinin ardından tüm dünyayı ateşe vermek isteyen Karim arasındaki çatışmaya da ağırlık veriyor. Gavras, “La Haine” ve “Athena”nın senaryosunda da imzası olan Ladj Ly’nin “Les Misérables”ı gibi banliyölere dair akılda kalacak bir filme imza atıyor. Filmin polis ve devlet şiddeti üzerine durup düşünmeye yer açmayan, aslında bir an bile durmayan ve izleyicisinde içgüdüsel bir tepkiye güvenen bir yapısı olduğunu da belirtelim.

ÖNCEKİ HABER

Ahmet Say: Özlemin acıya dönüşen gülümsemesi

SONRAKİ HABER

Evrensel okurları dayanışma çağrılarını sürdürüyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa