11 Eylül 2022 03:45

Nihat Ziyalan: Tam sinemayı öğrendim derken bırakmak zorunda kaldım

Nihat Ziyalan çocukluğunun Adanasını, Yılmaz Güney ile dostluklarını ve sinema yolculuğunu anlattı.

Fotoğraf: Ali Asker Aktaş 

Paylaş

Kadir İNCESU

Sinemamız, daha çok da edebiyatımız için emek vermiş, çok başarılı işlere, kitaplara imza atmış değerli bir isimdir Nihat Ziyalan... İlk gençlik yıllarında; Adana, kanalda çimerken tanıştığı Yılmaz Pütün (sonradan Güney) ve Özdemir İnce’yle salt edebiyatı değil, ellerini attığı her şeyi değiştirmek, insanlık adına iyileştirmek için yemin ederek çıkarlar yola... Farkında olmadan; daha doğrusu isim koymadan İkinci Yeni’yi Adana’da başlatan, fitilini yakanlar da diyebiliriz bu sacayağına.

Ankara Sanat Tiyatrosu; Orhan Kemal’in 72 Koğuş’unda, Tavukçu rolünü oynarken, o sırada sinemada Çirkin Kral olarak ünlenmiş olan Yılmaz Güney gelir, Ziyalan’ı sinemada star yapmak için İstanbul’a götürür. 1980 yılında; Türkan Şoray’ın yönetip, başrolünü oynadığı Azap filmi sinemadaki son işi olur. Çünkü seks filmi furyası başlamıştır. Kanguru ülkesine kapağı atar. Temizlik işçisi (Bunun içinde hela temizlği de vardır) olarak girdiği NSW Tren Yolları’nda (Sidney), tenekeci çıraklığına terfi eder. Oradan emekli olur.

On beş yaşından beri aralıksız edebiyat çalışan; rol aldığı filmleri, şiirleri, öyküleri ve romanları geçmişten geleceğe ışık tutan; dokuzuncu şiir kitabı Moral Pazusu’nu, doksan yaşına armağan etme niyetindeki Ziyalan ile sinema ve edebiyat üzerine konuştuk.

Nihat abi öncelikle çocukluğunun Adana’sına gidelim. O dönem sinema kültürü nasıldı?

Çocukluğumun Adana’sında; radyoda Ümmü Gülsüm, sinemada Yusuf Vehbi! Çeşmemiz sebil akar, radyomuz mahalleli için açılırdı. Arap bülbülü Ümmü Gülsüm, sabah başladığı gazeli akşama dek sürdürürdü. Radyoyu biraz geç açsak, “Fatma Bacı radyoyu aç” diye bağıran olurdu. Yaz geceleri tek zaman öldürdüğümüz yer; evimize yüz metre uzaklıktaki, Lale Sinemasıydı. Bir öğretmen hanımla, iki kızının çalıştırdığı sinemada, Mısır filmleri izlerdik. Daha çok Yusuf Vehbi’nin filmleriydi bunlar. Şarkılarla bezenmiş aile filmleri. Yusuf Vehbi ağlayarak rolünü icra ederken, biz de onunla ağlar, ırz düşmanlarına lanet okurduk. Film Türkçeydi (dublaj) ama şarkılar mutlaka Arapça olurdu. Ağlamanın, acı çekmenin bağımlısı olmuştuk. Seyrettiğimiz Türk filmlerinin de Arap filmlerinden farkı yoktu.

Hemen her akşam sinemaya giderdik. Akşam üzeri sinema serinlesin diye ortalık sulanırdı. Ardından sivrisinek için flit sıkılırdı. Sinek ilacının kokusu işaret sayılırdı mahalleli için. Çabucak yemek yenilir, ağlama havasına girilirdi. Annemin emriyle; keser, minder taşırdım. Çitledikleri çekirdek kabuklarını ayağımızın altına atanların kafasını kırmak için değildi keser. Oturacağımız tahta iskemledeki çivileri çakmak içindi. Keser elden ele dolaşır, herkes sandalyesindeki çivileri çakardı. Çakılan çiviler sanki canlı gibi ertesi akşama başını çıkarırdı. Onun için her akşam taşırdım keseri. Bazen üç film birden izlediğimiz olurdu. Tahta sandalyede popolarımız uyuşmasın diyeydi minder. Poposunun kıymetini bilen minderini getirirdi.

"CASUS FİLMLERİNİN YERİ BAŞKAYDI"

Çocukluğunda izlediğin filmlerden bahseder misin biraz?

Kovboy, Tarzan, Lorel Hardi filmlerini Tan Sinemasında tanıdım. Bir de; uçan halılar, önüne geleni kesip-biçen hızarlarla dolu, sihirli Hint filmleri. Hepsini çok sevdim ama casus filmlerinin yeri başkaydı. Meyhanede bir düzine adamla kavga eden, hepsini de döven Buck Jones’e; Buçuk Cones derdik. Kesinlikte kovboy şapkası düşmezdi. Kızı kurtarmaya koşan ‘oğlan’ı alkışlar, “Korkma arkandayız” diye bağırırdık.

Tan Sinemasındaki filmleri sevmemin bir başka nedeni de; dublajda oğlanı, kızı konuşanlardan ötürüydü. Daha sonra bu filmlerden bazılarının orijinalini seyrettiğimde, dublajı yapanların filmi dille yeniden yarattıklarına tanık oldum. Önemli karakterleri konuşan Ferdi Tayfur; büyülü ses tonu, Türkçe katkısıyla o oyuncuyu sevdirirdi. Kız kardeşi Adalet Cimcoz da kızı konuşurdu. O da Ferdi Tayfur’dan aşağı kalmazdı. Tarzan ve Jane; karşılıklı iki kardeş, onları ölümsüz kılmıştır bence. Lorel’i ve Hardi’yi, ikisini de aynı zamanda Ferdi Tayfur konuşurdu. Gülmekten kendime gelemezdim. İngilizcesi tam bir düş kırıklığıydı. 

Alsaray Sinemasına terfi etmem orta ikideyken gerçekleşti. Devamlı yabancı film oynatan sinemada bu kez Adana’yı sallayan bir Türk filmi oynuyormuş. Aile filmi olduğu için; babam bir loca bileti almış, hep birlikte gittik. Bir Pazar, gündüz seansıydı. Filmin adını unutmadım: Harman Sonu. Talat Artemel oynuyordu. Filmin sonu tanıdıktı; kötü adamların kuyuya atmak için uğraştığı kızı kurtarmak için, atların uçurduğu arabayı çılgınca sürüyordu oğlan. Kendimizi kaybederek alkışladık.

Nihat abi, çocukluğumda sinemadan çıkınca arkadaşlarımla filmin beğendiğimiz sahnelerini canlandırırdık. Çocukluk arkadaşınız Yılmaz Güney ile film seyretmek nasıl bir şeydi o zamanlar? Film izledikten sonra neler yapardınız? 

Tek başıma film seyrettiğimde kendimi oğlanın yerine koyardım. Daha çok kızı öpme sahnelerinde. Yılmaz’la (Güney) film seyredip dışarı çıktığımızda film üstüne konuşur sonra bazı sahneleri uygulardık. Bunu yaparken çayırlık bir yer seçerdik. Çünkü elbisemiz bir taneydi. Atlayıp zıplarken aldırmazdı Yılmaz. Rolünün hakkını vermeye çalışır, kendince sözler uydururdu. Eliyle silah sıkarken ağzıyla, vınlayan kurşun sesleri çıkarırdı. Lacivert elbisesinin üstüne titrer, temizlerken küfrederdi. Yara bere süsüydü oyunumuzun. Ben ona Belmondo derdim o da bana Marlon.

"BURNUYLA, DİŞLERİYLE GÜLEN BİRİYDİ YILMAZ"

Yılmaz Güney’le nasıl tanıştın?

Okulu sevmezdim. Sık sık kaçar kanala giderdim. Gene öylesi bir gün, bir kesekağıdı hıyar, sulu boya takımı, defter ve kalemimle bir ağaç gölgesine sığındım. Önce şiir yazmayı denedim, gitmeyince, sulu boyaya giriştim.

Üç dört metre ötedeki karşı kıyıda gülüşenleri izlemeye başladım. Beş altı kişilerdi, fakat içlerinde birisi ışık saçıyordu. Beni fark edince üç dört kulaç sonra yanıma geldi. “Selam! Yılmaz Pütün!”  Uzattığı ıslak eli sıkarken kendimi tanıttım. “Resim mi yapıyorsun?​” Yanıt yerine bir hıyar uzattım. Su sızan kara donuna silerek yerken, sohbete koyulduk.

Burnuyla, dişleriyle gülen, dalga geçerek konuşan biriydi Yılmaz. Sevdik birbirimizi. Kürt annelerimizi tanıştırdık. Hep birlikte kaynaştık gittik.

"YILMAZ’IN SİNEMAYA GEÇMESİ TAMAMEN RASTLANTIDIR"

Yılmaz Güney’in edebiyata bakışı nasıldı? Onun sinema macerası nasıl başladı?

Özdemir İnce’nin de Yılmaz üstünde emeği vardır. Çok da önemlidir bu. Kendisini aşmak, yenilemek isteyen birine yardımcı olmak çok kolaydır. Yılmaz edebiyat ‘hazzını’ kişiliğinde depolarken bir tek amaç edindi: İyi bir yazar olmak.

Biz Yılmaz’ı İstanbul’a uğurlarken, onun aklında ünlü bir yazar olmak vardı. Abimiz, güzel insan Vedat Günyol’a gitmişti. İlk günler onun ofisinde barındı. Geçim denilen şeyin o sıralar yazmakla mümkün olmadığını anlayınca, Atıf Yılmaz abimize sığındı. Onun senaryo çalışmalarına katıldı, yardımcısı oldu. Yılmaz’ın sinemaya geçmesi tamamen rastlantıdır.

Bence Yılmaz’ın başarısına çelme takan, onu tökezleten tek şey: “Öfke”sidir. Yoksulluğundan ötürü ezilmesini, horlanmasını hiçbir zaman hazmedemedi. Öfkesini dizginleyemediği zamanlarda yaşamını etkileyen hatalar yaptı.

Yılmaz sinema eğitimi almadı. Başarısı tamamen kendi çabasıyla olmuştur. Sinema dilini edinme, sindirmek için, sevişirken bile tavanda film oynatan biridir. Bunu bana kendisi söylemişti. Gülüşmüştük. Ama çok önemlidir.

Benim için, “Star olacaksın” diye zarını atmıştır. Tutmaması benden kaynaklanmıştır. Bende hem star kumaşı yoktu hem de yazar olmak istiyordum. Ama benim için yaptıklarını unutamam.

"TOPLUMU DEĞİŞTİRMEKTE BAŞARILI OLMAK DİYE BİR ŞEY YOKTUR"

İlk gençlik yıllarınızda Yılmaz Pütün (Güney), Özdemir İnce’yle “Toplumu değiştirmek isteyen sanatçılarız!” sözünün çıkışından bahseder misiniz? Bu sözün edebiyatın yanı sıra sinemadaki yansıması nasıl oldu?

Toplumu değiştirmek isteyen sanatçı, her şeyden önce kendinden vazgeçen, kendisini insanına, toprağına adayan biridir. Ortaya koyduğumuz yapıtlarda; estetikle, yaratıcı yanla soru sordurmaya amaçlı işler kotarmaya çalıştık, çalışıyoruz. Özdemir İnce’nin 86 yaşında yazdıkları, söyledikleri, bir kutsal kitabın ayetleri gibi önemlidir. Benim ortaya koyduğum işlerde de; estetik ve eğlenceyle yoğurmayı amaçladığım “Bir şey deme” vardır.

Toplumu değiştirmekte başarılı olmak diye bir şey yoktur. Bir baş koyma vardır. Hükümetler, hükmettiği insanların soru sormasını istemiyor. Yaptığımız Don Kişotluk olarak görülse de ömrünüzün sonuna dek sürecek bu. Benim gibi kendini adamışlar şimdilik toplumu değiştirmekte zorlanıyor olabilir ama hükümetlerin de bizi değiştirmesine izin vermiyoruz. Güçleri yetmiyor.

Son şiirimde şöyle bir bölüm var: “gittiğin yerde - uğrarsan düşkırıklığına - aramana gerek yok - düşümdesin - her soluk alışımda”

"ASAF ÇİYİLTEPE, AST, BANA SAHİP ÇIKTI"

Sinemadan önce tiyatro yaşamın var. Biraz ondan bahseder misiniz?

Askerliğimi yirmi yaşımda bitirdim. Çünkü mahkeme kararıyla iki yaş büyüterek gitmiştim. Okul tatillerinde çeşitli meslekleri denemiş fakat hiçbirini meslek edinmek istememiştim. Askerlik dönüşü belediye tiyatrosu çevresine takılmaya başladım. Sonunda çırak oyuncu olarak girdim. Devlet Tiyatrosundan Ahmet Evintan vardı tiyatronun başında. “Senin fiziğin tamam da müziğin berbat” demişti. Diksiyonum Adanalıydı. Dişlerimin arasına kalem sıkıştırarak altı ay kadar çalışıp diksiyonumu düzelttim.

Bin kişilik tiyatro salonu her akşam doluyordu. Fakat imam hatip okulu tiyatroya takmıştı. Kapattırmak için belediyeye baskı yapmaya başladı. Sonunda başardılar. Kapanmaması için direnen birkaç kişinin içindeydim. On üç yıl sonra işsiz kalmıştım.

Ne yapacağım diye kıvranırken, annem bağırdı “telefondan seni istiyorlar” AST’ın her şeyi Asaf Çiyiltepe’ydi. Meğer Ankara’dan izliyormuş olup biteni. “AST’ın kadrosundasın Nihat, Ayak Bacak Fabrikası’ndaki papaz rolüne çalış, İzmir turnemize gel.” Telefondan sonra ağlamıştım. Kimseyle konuşmamıştım. Yaşamımın dönüm noktasıdır bu. Asaf Çiyiltepe, AST, bana sahip çıkmıştı.

Tiyatrodan sinemaya geçiş nasıl oldu?

1965-1966 sezonu Orhan Kemal’in 72. Koğuşu’nu kapalı gişe oynamış, artık AST kendini tiyatroseverlere kabul ettirmişti. Yaz turnesinden dönmüş, yeniden perde açmaya hazırlanıyorduk. Yılmaz geldi tiyatroya “Hadi bavulunu al gel, İstanbul’a gidiyoruz. Sinemaya geçiyorsun, seni star yapacağım.”

Asaf’a yapamazdım bunu. Onları yüzüstü bırakamazdım. “Olmaz” dedim.  Dayattı. Meğer Özdemir’e söz vermiş. “Tiyatroyu bugün noktalıyorsun,” dedi. Asaf çok kızdı Yılmaz’a. Ayberk Çölok’a kollarımı tutturdu, rahatlayana kadar yumrukladı. Güzel arkadaşlardı, başka yerde olmayan bir dayanışma vardı. Ağlayarak ayrıldım oradan.  

1967’nin başında, Terzi Mualla Özbek’e, At Hırsızı Banuş diye bir film çekmeye başladı. Bana çok güzel bir rol yazmıştı. O filmle benim için zarını atıyordu. Ne yazık ki film çekimi sırasında attan düşerek kolumu kırdım. Rolü kısaltmak zorunda kaldı Yılmaz. Kırık kolla filmi bitirdim. Daha ilk filmimde starlığım attan düşmüştü.  

"KISA YOLDAN ÜNLENMEYİ GERİ ÇEVİRMİŞTİM"

İlk film Yılmaz Güney’in yönetmenliğini yaptığı “At Hırsızı Banuş”…Filmde yer almanızın hikayesini ve çekimlerde yaşananları anlatır mısın?

Film Polonezköy’de çekildi. Daha önce tanık olduğum köylerden farklı bir yerdi. Beyaz tenli, her şeyleriyle imrenilecek insanlarla, enfes bir zaman geçirdim orada. Setin büyülü havasını hissettim, set işçilerinin filmin sorunsuz çekilmesi için çırpınışlarına tanık oldum. At binme sahnem vardı. Bir at buldular. Eğerine oturur oturmaz uçtu. Meğer kaçakçı atıymış ve aylarca ahırdan çıkmamış. O hızla bütün köyü dolandı sonra ahırının yolunu tuttu. Ahırın önüne gelince avlunun beton zeminine çaktı beni. Elimi koymasaydım boynum kırılabilirdi. Kolumdan çat diye bir ses patladı. Kolum sallanarak Yılmaz’la Semiramis’in yanına gittim. Bağlantısı olmasaydı rolü başka birine oynatacaktı Yılmaz. Fakat bağlantısı vardı. Beni cilalayan sahneleri keserek, kısa tarafından bir ölüm sahnesiyle işime son verdi.

Filme başladığım ilk gün Yılmaz, kendisiyle birlikte baş rolü oynayan Semiramis Pekkan’la anlaştığını; tanıdık gazetecilerle, bombamızı patlatacağını söyledi. Semiramis’i AST’den, Yarın Cumartesi oyunundan tanırdım. Yüzü gibi içi de çok güzel, arkadaş canlısı biriydi. “Senin için yaparım Nihat” dedi. Ben kabul edemedim. O zamanki karıma bunu yapamazdım. Yılmaz çok kızdı “Yeşilçam’ın kuralı bu. Başka türlü kısa yoldan parlayamazsın” dedi.Hem attan düşmüş hem de kısa yoldan ünlenmeyi geri çevirmiştim.

"ŞİMDİ MİLYON VERSELER OYNAMAM KÖTÜ ADAMI"

Ağırlıklı olarak oynadığınız roller, sinemadan beklentinizi karşıladı mı?

Yeşilçam’da kötü adam olarak adınız çıktımı olduğunuz yerde çakılır kalırsınız. İşsiz kalmazsınız ama bir sanatçı olarak yapmak istediğinizi yapamazsınız. İyi adam rolü beklemekten bıktım. Açlıktan nefesim kokacaktı neredeyse. Zorunlu olarak kötü adam oynamaya başladım. Bundan bin pişmanım. Şimdi milyon verseler oynamam kötü adamı. Tam sinemayı, sinema dilini öğrendim dediğim sırada bırakmak zorunda kaldım. Seks filmleri furyası başladığında “Soyunur musun” dediklerinde kapatmak zorunda kaldım o defteri. Birkaç yıl önce, beğendiğim Yönetmen Ezel Akay’ın yöneteceği, gene çok beğendiğim Haldun Çubukçu’nun senaryosunu yazdığı Zübük isimli filmde oynayacaktım, kalkışma olunca çekilmedi. Hazırlanmış ve çok istediğim sesli çekilecek bir filmde oynayacaktım.

Hulusi Kentmen’i, filmlerde varsıl adam rolü oynadıktan sonra evine gitmek için otobüs beklemesi üzermiş. Sizde durum nasıldı?

Benim durumum da aynıydı. Üstelik arabam olsa bile kullanamazdım. Çünkü kullanmasını bilmem. Kolum kırılınca, benim de diğer çalışanlar gibi sigortasız olduğum ortaya çıkmıştı. O zamanlar Yeşilçam’da sigortası, güvencesi olan pek az insan vardı. Şimdi değişen bir şey oldu mu bilemiyorum.

"AVUSTRALYA’DA TAM BİR ADANALI GİBİ YAŞIYORUM"

Sanat görüşünüzü kısaca tanımlar mısın?

Yaşamım boyunca ülkemin sanatçısı olmaya özen gösterdim. Gelişmiş ülkelere imrendim ama, hiçbir ülkenin adamı olmadım. Kırk yılı aşkındır yaşadığım Avustralya’da da tam bir Adanalı gibi yaşıyorum. Kendimi ülkemin insanına, diline, toprağına adamış bir sanatçıyım.

Altın Koza Film Festivali için düşüncelerin nelerdir?

1969 yılından beri, iki kez büyük aralıklar vererek süregelen bu güzel sanat etkinliğine katılamadığım için çok üzgünüm. Bazen gözüm yaşararak hep uzaktan izledim. Katılsaydım, edindiğim anılarla kanguru ülkesinde avunur dururdum. Yurt dışından yurt içinden yüzlerce sinema sanatçısını ağırlayan bu festivali kotaranları kutluyorum. Festival bütçesini; iki kez, korkunç depremler geçiren iki kente bağışlaması ve bu yüzden o yıllar festivalin yapılmaması ayrı bir güzelliktir. Ülkemizi Dünya’ya tanıtan bu festival Adana’ya çok yakışıyor. Altın Koza Film Festivali’nin ömrü uzun olsun dilerim.

ÖNCEKİ HABER

IŞİD'in üst düzey yöneticilerinden Al Sumaidai, tutuklandı

SONRAKİ HABER

Genç yönetmenler: Sinemaya tutku ile bağlı olmasak bu işi yapmazdık

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa