9 Eylül 2022 16:41

“Venedik’te Ölüm” ve yaşam

Venedik Film Festivali’nde sinemacılar Thomas Mann’ın klasiğini düşündüren bir ölüm temasına yoğunlaştı. Yarışmadaki ölüm temasının karşısına yaşamı koyanlar ise genç nesil kadın sinemacılar oldu.

“Venedik’te Ölüm” ve yaşam

Venedik Film Festivali afişi

Nil KURAL

79. Venedik Film Festivali’nde 10 Eylül’de dağıtılacak ödüllere geri sayım başlamışken geride kalan on gün Thomas Mann’ın klasiği “Venedik’te Ölüm”ü sık sık akla getirdi. Yarışmada yer alan sinemacılar, ölüm ve ölümlü olma halini filmlerinde işleyip durdular. Lakin, yarışmanın üzerine atılmış bu ölü toprağının karşısına yaşamı da koyan genellikle genç nesil kadın sinemacılar oldu.  

Festivalin açılış filmi Noah Baumbach’ın “White Noise”u parlak bir oyuncu kadrosu (Adam Driver, Greta Gerwig, Don Cheadle) eşliğinde bizi ölüm korkusunun kol gezdiği apokaliptik bir dünyaya davet etti. Amerikan bağımsız sinemasının özgün yönetmenlerinden Baumbach’ın Don DeLillo’nun 1985 tarihli romanından yaptığı uyarlama, toksik maddeler yayan bir patlamanın ardından kendi ölüm korkularıyla daha sert bir karşılaşma yaşayan bir çiftin (Driver ve Gerwig) ilişkisine ve ailesine odaklanıyor.

Baumbach’ın uzmanı olduğu aile anlatısında akıcı, felaket anlatısında ise dağınık filmi, ABD toplumunun felaketlere bağımlılığından Nazi dönemi Almanya’sının ölüm saçan kalabalıklarına, yaşamın sonu üzerine bir dizi temayı izleyicisinin huzuruna getiriyor. Tüm bunların çok akılda kalıcı bir atmosferde anlatıldığı iddia edilemese de yarışmadaki ölüm temasını açılış filmiyle Baumbach başlattı.

Üç saatlik süresi ve birbirine bağlanmayan büyük prodüksiyonlu sahnelerle izleyici için bir sabır sınavına dönüşen “Bardo, False Chronicle of a Handful of Truths” ise ölümden bahseden bir diğer yarışma filmi. Meksikalı sinemacı Alejandro G. Iñárritu da orta yaşlı bir sinemacının varoluş krizlerini ve ölüm korkusunu, Meksika tarihine de uzanan büyük ve iddiasının altını doldurmayan bir anlatıyla gösteriyor. Kariyeri başarılarla örülü Iñárritu, bu kez büyük hayal kırıklığı yaratan yeni filminde bir “erkek yaratıcı”nın varoluş ve kimlik sorunlarını, eleştirel olmadan klişelerle bezeli; olgunluktan uzak bir komedi-dram karışımı ile işliyor. “Bardo”, yarışmadaki ölüm temasının en düz ve karikatürleştirmiş temsili.

Yarışmanın diğer ünlü ve usta yönetmeni Darren Aronofsky, tiyatro oyunu uyarlaması “The Whale” ile yaşadığı bir kaybın ardından kendisini yeme suretiyle yıkıma sürükleyen obez öğretmen Charlie’nin terk ettiği kızıyla ilişkisini düzeltme çabalarını konu alıyor. Charlie’nin ölüme yaklaşırken, hayatında geride bıraktıklarıyla yüzleşmesini tiyatro oyunu havasından ayrılmadan gösteren film, klişe yaylılarla dayalı müzik kullanımı ve bilindik başka klişelerle göz yaşlarını hedef aldı ve galada hedefini tutturdu gibi. Ancak seyirciyi ana karakterine acındırması ve sinemadan ziyade tiyatroya yakın anlatımıyla yarışmanın renksiz ve zayıf filmlerinden biri.

Ölüm olmasa da bir son duygusunu karakterleri üzerinden bir ülkenin tarihini anlatmak için kullanan yeni Martin McDonagh yapıtı “The Banshees of Inisherin” ise “The Whale” ve “Bardo”nun tersine sinema duygusu ve dört dörtlük senaryo yazıyla yarışmanın göz bebeklerinden. 1923’te İrlanda’nın bir adasında geçen hikâyede, Colm (Brendan Gleeson) bir gün en yakın arkadaşı Padraic’e (Colin Farrell) kendisinden artık hoşlanmadığını söyleyip arkadaşlıklarını tek taraflı olarak bitiriyor. Padraic’in arkadaşlığını kurtarma çabaları, yıkım ve şiddet doğuran bir husumet başlatıyor. Ölüm, bu hikâyenin neresinde derseniz, McDonagh, koloniyel İngiltere’ye (filmde bir polis üzerinden temsil ediliyor) karşı birleşmek yerine mezhep kavgalarıyla bir yıkım sarmalına giren İrlanda’nın ikiye bölünme hikâyesini Padraic ve Colm üzerinden gösteriyor. Filmin kasvetli ve karanlık atmosferinde ölüm havası sürekli hissediliyor ve bulutlar hiç dağılmıyor.

Bütün bu ölüm anlatıları içinde dünyanın sert gerçeklerini yadsımadan yaşamdan da bahsetmek yarışmadaki yeni nesil kadın yönetmenlere düştü. Fransa sinemasının yetenekli yönetmenlerinden Rebecca Zlotowski, “The Other People’s Children”da çocuk doğurmak için zamanı azalan lise öğretmeni Rachel’i merkeze alıyor. Yeni sevgilisi Ali ve onun küçük kızı Leila’ya bağlanan ve sevgisini onlara şartsız sunan Rachel’in yaşadıklarını hafif bir atmosfer ve derin bir karakter yaratarak işliyor. İyi niyetli ve sevgi dolu kadın karakterini ince ince yaratan Zlotowski, dünyaya kendini çocuğunu getirmenin karşısına, sevgiye açık olmanın yaşam dolu tarafını yerleştiriyor.

“Nous” adlı filmiyle 2021 yılında Berlinale’nin Encounters yarışmasını kazanan Alice Diop, yeni filmi “Saint Omer” ile annelikle ilgilenen ve ölümden bahsetse de yaşamı yadsımayan diğer bir sinemacı. Filmin ana karakteri genç romancı Rama, çocuğunu öldüren Afrikalı bir kadının davasını takip ediyor. Bu sert dava, kadınların soyutlanma, göçmen oldukları bir ülkede yaşama ve annelerden çocuklara aktarılan travmalar gibi temalara uzanıyor. Ve elbette Rama’nın kendi korkularına… Diop, çok zor bir senaryo yapısının altından başarıyla kalktığı filminde, ölüm ile yaşam aLrasında bir köprü kuruyor. Anneler ve kızları arasında da…

Evrensel'i Takip Et