Şair ve Yazar Atila Er: Korku da tıpkı cesaret gibi insani bir duygudur
Her ne kadar edebiyatın farklı türlerinde de olsa “Özge Mektuplar” ile “Büyüdükçe Gözümüzde Yaşamak” birbirini bütünlüyor. Mektuplar belki de “Dünden kalma bir tebessüm”dür.

Fotoğraf: Buğra Er
Kadir İNCESU
Atila Er’in, mektuplardan oluşan “Özge Mektuplar” ile yeni şiirlerinin yer aldığı “Büyüdükçe Gözümüzde Yaşamak” Klaros Yayınları tarafından yayımlandı. Alıcısına, “yoldaşım, sırdaşım, canım efendim, gözümün nuru, güzel dostum, sevgili dostum, güzel kadın, sessiz yanım” diye seslenen, hayatın her anına dair izler bulunan mektuplar yer alıyor, “Özge Mektuplar”da… Her ne kadar edebiyatın farklı türlerinde de olsa “Özge Mektuplar” ile “Büyüdükçe Gözümüzde Yaşamak” birbirini bütünlüyor. Mektuplar belki de “Dünden kalma bir tebessüm”dür. Kim bilir, “Daha güçlü doğacak güneşin” de habercisi…
“Özge Mektuplar”, ön sözde dikkat çekilen “mektup edebiyatı” tanımına giriyor mu?
Öncelikle mektubun tanımına bir bakalım. Türk Dil Kurumu sözlüğünde şöyle tarif ediliyor: Bir şey haber vermek, bir şey sormak veya istemek için, birine çoğunlukla posta yoluyla gönderilen, zarfa konulmuş yazılı kağıt. Mektup, Arapça kökenli bir sözcüktür. Farsça karşılığı: “Nağme” olup, Türkçe karşılığı da: “Betik”dir. Ancak, nağme ve betik sözcükleri yeterli anlam derinliğini vermediği için olsa gerek, gündelik hayatımızda ve edebiyatımızda “mektup” sözcüğünü kullanıyoruz. Mektup üzerine uzun uzadıya konuşabiliriz; ancak sayfa kısıtlaması nedeniyle bunun mümkün olmadığını biliyorum. Mektupları iki türde düşünebiliriz: Özel mektuplar ve edebi mektuplar.
Özel mektuplar: Genellikle insanların yaşamlarından, gözlemlerinden, duyarlılıklarından ve duygularından oluşan konular üzerinde birbirlerine yazdıkları metinlerdir. Mektup yazan ya da yazılan topluma mal olmuş biri değilse merak uyandırmaz; eğer özel mektuplar, bir sanatçının bir başka sanatçıya ya da özel birine ya da bir konuyla ilgili tanımadığı birine (genellikle okuyucularına) yazdığı mektuplarsa; bu durum toplum tarafından merak konusu olur. Ki, o zaman da okuyucunun bu mektuplara ulaşma arzusu ortaya çıkar. Özel Mektuplara en güzel örnekler: Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Evime ve Nihal’e Mektuplar”, Orhan Veli’nin “Yalnız Seni Arıyorum”(Nahit Hanım’a Mektuplar), Nâzım Hikmet’in “Piraye’ye Mektuplar”ı bu türe en güzel örneklerdir, diye düşünüyorum.
Edebi Mektuplar: Şair ve yazarların ağırlıklı olarak birbirlerine ya da okuyucularına ya da kendileri için özel buldukları kişilere yazdıkları duygusal metinler, günlükler ya da denemelerden oluşan metinler, diyebiliriz bu yazılanlara. Mektup formatında yazılmış bu günlükler ve denemeler, o dönemin edebiyatına ışık tutan birer aydınlatıcı niteliğindedir adeta. Okuyucuların zihninde farklı çağrışımlar uyandırma gücüne sahiptirler. Bir anlamda belgesel özelliği taşırlar. Edebi Mektuplara en güzel örnekler: Salah Birsel’in “Gece Yarısı Mektupları, Nurullah Ataç’ın “Keziban’a Mektuplar”, Nâzım Hikmet’in “Kemal Tahir’e Mahpusaneden Mektuplar”ını sayabiliriz.
‘TEMATİK BİR KİTAP DEĞİL ÖZGE MEKTUPLAR’
“Özge Mektuplar”a gelirsek…
“Özge Mektuplar”, 2015-2020 yılları arasında yazılmış mektuplardır. On altı mektuptan oluşmaktadır. Mektupların muhatabı olan İpek Hanım özne olarak tamamen hayalidir. Yazarın hayalinde can verdiği, ete kemiğe büründürdüğü kahraman belki kalandı, belki de giden... Kalmak ya da gitmek arasındaki arafın yazara söylettikleriydi belki de bütün bu paylaşılanlar. Her şeyden önce tematik bir kitap değil Özge Mektuplar. Farklı konuları, farklı açılardan görmeye, duymaya ve dokunmaya çalıştığım büyük bir duygu yapbozuydu aslında. Önemli olan parçaları doğru şekilde doğru yerlerde kullanabilmektir. O zaman büyük fotoğrafın/resmin okuyucu üzerindeki etkisi daha anlaşılır olabilir, düşüncesindeyim. Keza, kitapta yer alan mektuplarda aşk, korku, gurbet, özlem, yolculuk, anı, dün, bugün, doğa, savrulma vb. birçok kavramın, durumun, olgunun iç içe geçtiğine tanık olacaktır okuyucu. Dağların özgür esintisinden, Kara Kıta Afrika’nın gizem dolu keşfine; büyük kentlerin acımasızlığından doğunun kar yüzlü insanlarına kadar birçok gerçeğin etkisiyle, kendisiyle yüzleşecektir belki de okuyucu. Kim bilir! Bütün bunları bir girizgah olarak kabul edersek, asıl sorunuzun yanıtına gelelim: Neydi sorunuz? “Özge Mektuplar”, “mektup edebiyatı” tanımına giriyor mu? Bu sorunun yanıtını ben değil, doğal olarak eleştirmenler ya da edebiyat tarihçileri verecektir kuşkusuz. Zamana bırakalım!..
‘GÜNÜMÜZ OKUYUCUSU YAPAY ESERLERE PRİM VERMİYOR’
Mektubun anlamının yazan ve yazılan açısından etkisi tartışılmaz. Mektupların okurdaki karşılığını, etkileşimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiçbir yazar ya da şair bir eseri kafasında kurgularken okuyucu ne düşünür diye bir zaafa kapılmaz. Böyle bir derdi olmaz. Olmamalı da… O, sadece ne yazacağına ve nasıl yazacağına odaklanır. Özgün bir eser çıkarmanın peşindedir. Bi‘türlü avcıdır yani; sözcük avcısı… Eseri yazıp bitirdiği ana kadar söz sahibi yazardır/şairdir. Eserine noktayı koyduktan sonra ise söz sahibi eserin kendisidir. Mektup da bir edebi tür olduğuna göre, aynı şey onun için de geçerlidir. Bir şekilde yayımlandıktan sonra (kitap ya da dergi) okuyucuyla bir gönül bağı oluşturabiliyorsa veya okuyucu kendi yaşamıyla örtüşen bir şeylerle karşılaşabiliyorsa, zaten o eserden etkilenmemesi mümkün değildir, diye düşünüyorum. Halk arasında çok bildik bir yaklaşım vardır: Herhangi bir eseri okurken kendi yaşamından bir kesit bulduğunda; “A, bu roman/öykü/şiir beni anlatıyor adeta,” der. Bunun asıl nedeni de eserin sahici, odağına insanı alan, hayatın içinden gelen sesler olmasıdır. Günümüz okuyucusu yapay eserlere prim vermiyor artık. Daha seçici davranıyor. Umarım, Özge Mektuplar da o etkileşimi yakalayabilir.
‘İKTİDARLAR HER ZAMAN ŞİİRDEN KORKMUŞLARDIR’
“Korkularımı şiirle yendim,” derken, şiirin gücüne mi, yoksa anlamının gücüne mi vurgu yapıyorsunuz?
Korku da tıpkı cesaret gibi insani bir duygudur. Birbirlerinin zıddıyla varlıklarını sürdürürler. Huyları birbirine benzemeyen iki geçimsiz kardeş gibidirler. Yalnız olduklarında çıplak bir vatandaş, beraber olduklarında müthiş bir güç oluştururlar. Birbirlerinden beslenirler. Şiiri bir bütün olarak düşündüğümüzde, anlamın sadece bileşenlerden biri olduğunu görürüz. Örneğin, imge, ses, biçim, biçem, tını, uyak, ahenk vb. unsurlar bir araya geldiği ve özgünlüğü yakaladığınız zaman büyük şiire ulaşabiliyorsunuz. Aksi takdirde sıradanlaşıp kayboluyorsunuz sözcükler denizinde. Demem o ki, şiir bir bütündür. Bütün içinde değerlendirdiğimizde hem bireysel korkularımızı, hem de toplumsal korkularımızı şiirin gücüyle aşabileceğimiz düşüncesindeyim. Dünya ve ülke tarihine baktığımızda iktidarlar her zaman şiirden korkmuşlardır. Onun içindir ki şiiri var eden yaratıcısını en insafsız şekilde cezalandırmışlardır her devirde. Ben de korkularımın üzerine şiirle gittiğimde, korkularımla yüzleşmem daha da kolay oluyor.
‘UMUDUN ERİNCİYLE’
“Yere düşen bir anıyı kaldırdım dün gece/o kadar yorgundu ki…” Bu dizelerden de anlaşılacağı üzere, şiirlerinizde öne çıkan yorgunluk ve unutmak temalarının/kavramlarının sizdeki karşılığı nedir?
İnsan gençlik dönemlerinde doğal olarak daha zinde oluyor. Dolayısıyla yorgunluk sözcüğünü lügatinden çıkarıyor. Yaşamla mücadelesi bitmiyor asla. Unutacak kadar da anı biriktirmemiş olduğundan daha rahat. Ancak, yaş ilerledikçe anılar çoğalıyor. Doğal ki hep iyi anılar biriktirmiyor insan, kötü anılarda yaşıyor. O nedenle yaş ilerledikçe bir şeylerin eksildiğini hissediyoruz. Eksilen her şey bir şeyleri de alıp götürüyor bizden. Başlıyor yüreğimiz kanamaya. Yüreğimiz kanadıkça yoruluyoruz; yoruldukça da birçok şeyi unutmak istiyoruz. Unutabiliyor muyuz peki? İşte orası bir muamma! Güzel olan şu: Hangi yaşta olursak olalım, yorulsak da, unutmak istesek de asla yaşamdan kopmayalım! Bunun da reçetesi umuttur. Umudun erinciyle…
Evrensel'i Takip Et