Film festivalleri niye var?
Şenay Aydemir, film festivallerinin Türkiye sineması açısından önemini yazdı.
Görsel: Pixabay
Şenay AYDEMİR
Toplu gösterimler, tematik bölümler, yarışmalar, sinema sohbetleri, tartışmalar ve daha birçok şey... Film festivalleri sinemanın ruhunun attığı alanlardan belki de en önemlisi. Bunu sağlayan şey ise yaratıcı, seyirci ve eleştirmeni bir araya getirmesi... Bu bileşke, gündemin sadece filmlerden oluştuğu “sinema aşkı”yla dolu bir süre demek aynı zamanda.
Peki film festivalleri başka ne işe yarar? Öncelikle keşif alanıdır film festivalleri. Yeni yönetmenlerin ortaya çıktığı, sinemadaki yeni yönelimlerin görünür hale geldiği alanlardır. Örneğin ülkemizin bu alandaki en uzun soluklu organizasyonu olan Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni ele alalım. Hayata geçirildiği 1960’lı yıllarda dönemin sinema ruhunu, yani Yeşilçam’ın havasını kente getiren bir organizasyondu. Star sisteminin, sinema şöhretlerinin çağında hem bu gücü kullanıyor hem de yeni arayışların peşine düşülüyordu.
’90’lı yıllara geldiğimizde ise Altın Portakal yeni bir yönetmen kuşağının kendini var ettiği platforma dönüştü. Üstelik yeni olan sadece yönetmenler değil, sinemaydı da. Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu, gibi isimler bu yıllarda Antalya ve İstanbul festivallerinde seyirci ve eleştirmenlerin karşısına çıktılar. Bu kuşak yeni bir sinemayı müjdeliyor, haliyle festivallerin de karakterini belirliyordu. Yeni kuşağın estetik olarak ağırlığını koymaya başlamasıyla bir önceki kuşak ufak ufak ‘tasfiye’ oldu sinemamızdan...
Bu durum ilerleyen yıllarda da devam etti. 2010’lu yıllara doğru yaklaşırken Pelin Esmer, Özcan Alper, Seren Yüce, Mahmut Fazıl Coşkun, Tolga Karaçelik, Hüseyin Karabey gibi isimler festivallerin öne çıkan yönetmenleri oldular... Sonrasında Emin Alper, Senem Tüzen, Ramin Matin, Kaan Müjdeci, Ali Aydın, Ceylan Özgün Özçelik ve daha birçok isim festivallerde boy gösterdi, övgüler aldı. Özetle sinemada yeni olanı, farklı olanı çıkarıp önümüze koydukları için severiz film festivallerini...
Ve tabii sinefilin işlenmemiş madenidir festivaller. Kimi zaman tematik, kimi zaman toplu gösterimlerle, bir yönetmene odaklanan programlarla bu sanata bütünlüklü bakmamıza olanaklar sunarlar. Hiç bilmediğimiz yönetmenleri keşfetmek, sevdalısı olmadığımız türlere dair yeni keşifler yapmaktır birazda film festivalleri. Bütün bu süreç boyunca uzun sinema sohbetlerini, biriktirilen dostlukları da not düşelim. Bu satırların yazarı açısından Altın Portakal çok önemli ve birikimli insanlarla tanışıp dost olduğum, uzun sinema sohbetleri yapıp kendimi geliştirme olanağı bulduğum bir yer oldu geride kalan 25 yıl içinde. Buna hakkında olumsuz eleştiriler yaptığımız filmlerin yaratıcılarının öfkeli bakışları da dahil!
Ama son yıllarda yalnızca bizim ülkemizde değil, dünyada da kötü bir yan etkisi oluşmaya başladı festivallerin sanki. Artık bazı yapımlar “festival filmi” olarak kodlanıyor. Eskiden filmler festivallerde de gösterilirdi ama yaratıcılarının önceliklerinin başında seyirci gelirdi. Yani filmin seyirciyle buluşması, mümkün olduğu kadar çok kişi tarafından izlenmesi... Bu yalnızca manevi tatmin getirmiyordu. Aynı zamanda bir gelir de yaratıyordu ve bu gelir bir sonraki film için kaynak olarak kullanılıyordu. Ama festivallerin giderek içine kapanan yapısı, kimi içerikleri, temaları hatta ülkeleri önceliklendirmeleri gözle görülür bir daralma yarattı. Farkındaysanız son yıllarda Avrupa’nın önde gelen festivalleri Türkiye sinemasına pek yüz vermiyor. Oysa bir ara hemen her büyük festivalde bir ya da birkaç film yer alıyordu. Demek ki bu ara ‘öncelikli’ ülkeler arasında değiliz.
Tabii bu daralmanın faturasını festivallere değil, yöneticilerine yazmak gerekir. Kimi zaman tek boyutlu bir sinema algısı, giderek muhafazakarlaşan, yeniliğe açık olmayan festivaller de ortaya çıkarıyor. Festivallerde, tema ve estetik olarak birbiriyle akraba filmler boy gösterdikçe, “Demek ki böyle filmler gerekiyor” denilerek benzer işler üretilmeye devam ediyor. Bir zamanlar risk alan yönetmenlerin boy gösterdiği bu alan giderek “garantici işlerin” arenasına dönüşüyor.
Festivallerin sinemacıların mekanı olduğunu, onların yüzü suyu hürmetine var olduğunu unutup “küratörlere”, “sanat yönetmenlerine” bağımlı hale getirdikçe bu böyle devam edecek. Filmleri yaratanları, festival yöneticilerine mecbur eden bu sistem en çok sinemaya zarar veriyor çünkü. Filmleri “festival” alanına sıkıştırıp seyirciyle bağını koparttığı için...
Festivalleri yeniden filmleri yaratanların mekanı haline getirmeliyiz!