Geleneğin şiddeti, şiddetin geleneği
Oya Yağcı, memleketteki şiddet iklimini ve tarihsel arka planını yazdı.
Fotoğraf: Pixabay
Oya YAĞCI
Sınırları ve içeriği giderek genişleyen şiddet hakkında yazmak zor iş, özellikle de arsızlığı ölçüsünde kutsandığı son dönemde. Nabız atışınız, klavye vuruşlarının açık ara önüne geçiyor zira. Öfkeyi dizginleyip, sinir bozucu olmayı göze alarak yine de birkaç cümle kurmak gerekli: Şişede tutulan cin artık şişeyi kırdı ve bakışımızı çevirebileceğimiz bir yer yok artık.
TARİHSEL SÜREKLİLİK
Devlet ve şiddette süreklilik esasına dayalı tarihsel yapı, cumhuriyetin saltanatçı gelenekte kırılma yarattığı yanılsamasını besleyen ana eğiliminin gizemleştirilmesinden başka bir şey değil. Şeriatın kestiği parmağı dert edinmeyen bir toplumsal anlayış bu süreklilik esasında kendi dar sınırlarına kapatıldı. Cumhuriyetin kuruluşunda, bir devletin var olması için zorunlu olan anayasal yurttaşlık koşulunun ve anayasal hukuk düzeninin temel şartlarından soyutlanarak gönülsüzce kabulü ve toplumun politik-kültürel açıdan sert ve sınırlı çizgilerle tanımlanması, şiddetin kalıcılaşmasının bereketli zemini oldu her daim…
Şiddetin toplumsallaşması ya da kültüre içkinliği sorunu yeni değil. Tarihsel süreklilik, şiddeti, politik-kültürel bir kod olarak sürekli biçimde yeniden örgütleyen geleneği düşünmeyi gerektiriyor. Yani sadece AKP iktidarı sınırlarında düşünülemeyecek bir derinliğe sahip. Şiddetin kabulünde ve tanımında iki yüzlülük hakim. Şiddet şiddet olarak tanımlanmıyor, mağdurun kim olduğuna göre değişen, olağanlaştırılan bir normali tanımlıyor. Oysa değişmeyen mağdurlar hep var. Söz konusu doğa, hayvanlar, kadınlar, etnik temelde ve inanç düzleminde azınlıklaştırılanlar, çocuklar, LGBTİQ özneler olduğunda şiddet hiç de şiddet sayılmıyor.
ŞİDDETLE YÜZLEŞMEK
Bugün devletin işlediği suçlarla yüzleşmekte gönülsüz ve kapitalist istikrarsızlaştırma rejiminin mülksüzleştirici fütursuzluğuna duyarsız, sınıf mücadelesine düşman ya da kayıtsız olanların gördüğü, adresi ve kaynağı tek (siyasal iktidar) kör bir şiddet. Enflasyon ve trafik canavarı gibi “Gökten inme”, sebepsiz ve bağlamsız, olgulara hapsedilen ve bu yüzden dehşet yaratan uyumsuz, saçma, anlaşılamaz, ürkütücü. Şiddetin üretilen bir şey olduğu gerçeği ile yüzleşememenin yarattığı tutulma hali, çözüm için harekete geçen çoğul özneyi de şeytanlaştırmaya yarıyor. Toplumsal-tarihsel varoluşu, hak ve özgürlükler temelinde tanımlayan ve devletin sınırlarının toplum tarafından belirlenmesi koşuluna bağlayan çoğulcu asgari demokratik ilke yerine, devlet aklını temel alan gelenek, şiddetin olağan ve gerekli görüldüğü bir toplumsal eğilimi kalıcılaştırıyor. Makbul vatandaşlık koşulunu “bedelsizce” devletin hizmetine koşan ve devletin de şantaj aracına dönüşen bu akıl için de hak ve özgürlük, özerk ve özgür varoluş talepleri bölücülük, fesat ve vatan hainliği ötesinde anlam taşımıyor. Vasatın uyumlu birliği ve devletin bekası için tek seferde yukarıdan belirlenmiş ve bu nedenle de tarih dışı ve imkansız “vatandaşlık statüsü” artık iddiasını karşılayamayacak bir noktaya geldi ve deli gömleğinin dikişleri her yerden atmaya başladı.
"MAKBUL VATANDAŞ"
Heteronormatif - ataerkil - mukadderatçı, kendiyle barışık dünyayla kavgalı “makbul vatandaş”, iktidarın sunduğu dikensiz bahçede her şeye hemen sahip olma arsızlığı ile güven tazelerken, artık hiçbir şeyin eski güzel günlerde olduğu gibi yürümeyeceğinin de farkına varıyor. Dünyanın merkezinde olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek, makbulün pek de makbul sayılmadığının yüzüne çarpılması, kasıtlı cahillik ve taşralı tek benciliğin infilak ettiği yer... Güç gibi gördüğü zayıflığı ile her şeyi kendisi için isteyen bu anlayış tartışma, müzakere, başkasının sınırı ve hakkı yerine yıkım politikalarının açtığı yolda zinciri boşalmış bir öz güvenle ama yokuş aşağı koşuyor. Neomuhafazakarlığın şahin politikaları ile palazlanan kapitalist arsızlık, vasatı en çok ezildiği yerden yakalayarak gasp kültürünü semirtiyor.
Peki son günlerde farklı olan ne?
“Çoğunluk”, “milli”, “irade” vs. kavramlarla yutturamadıklarını zorla boğazımıza tıkmaya çalışmalarının nedeni, bu ülkenin kimliği haline gelen suçun açığa çıkması ve başa geleni çekmeye rıza göstermeyecek bir karşı kültürün serpilmesi. Şiddetin frenini patlatan nedenlerden söz ettiğimiz ölçüde geleneğin şiddeti ile yüzleşmesi gereken bakışı da sorgulama zorunluluğu hiçbirimize kaçış alanı bırakmıyor Kemalizm, Atatürkçülük, solculuk, sosyal demokratlar, liberaller vs. hiç biri bu sorumluluktan kaçamaz, kaçamayız.
Kartları açalım: Toplumsal tarihsel normalimiz etnik, politik, cinsiyet ve inanç temelinde şiddete gözünü yumdu ve devletin havucunu görmese de sopasını onayladı. Hak ve özgürlükleri, temel hakların dokunulmazlığını, kendi olma hak ve özgürlüğünü yurttaşlık koşulu olarak görmeyen hakim kültürel doku, kendi evinin çamaşır suyuna bulanmış sterilliğinin tutsağı oldu. Çamaşır suyunu kültürel aklayıcı olarak kullanmanın bedeli bugün rastgeleliği artmış, arsız ve her şeyi kendine isteyenin artık saklanmadığı gerçeğidir.
Zaman ve zemin ne olursa olsun, iktidar ve gücün imtiyazını sömüren ve zaten iktidarı da bu nedenle şiddetle arzulayan ataerkil zihniyetin elinin tersinde tutarak gözdağı verdiği zayıflatılmış toplumsal kesimler var. İster akademi ister sendikal yapılar, ister politik-sınıfsal mücadele mevzileri olsun, bu sorunlu tutumdan azade değil; “Kol kırılır yen içinde kalır” cümlesi Türkiye toplumunun yazılı olmayan ama tek tek beyinlere, bedenlere şiddetle kazınmış anayasal ilkesidir.
FARKLILIĞIN İMHASI
Kapitalizmle barışık politik kültürün palazlandığı ve kültüre içkin şiddetin öz güven kazanarak aşikarlığını madalya gibi taşımasıdır bugün bize farklı görünen. Bu aşikarlık ve cezasızlık örtük olanı açığa çıkardığı kadar yaygınlaşmasına da hizmet ediyor. İbrahim Tatlıses’in “Ben de İsterem”inin açığa vurduğu şey haklardan değil imtiyazdan pay almak ve bedelin silinmesi arzusuydu ve gerçekleşti. Hak ve özgürlükler lügatinin genel kabul görmediği ve başka olanın, kendi olmak isteyenin, farklılığın imhasının kültürel norm statüsü taşıdığı bir politik-toplumsal kültürün ulus ötesi şirket kültürü ile uzlaştığı dil de tam bu noktada açıklık kazanıyor: “Herkes yapıyor, ben neden yapmayayım?”
Adorno’nun dediğidir:
“Bugünlerde herkes dikenlerle vuruyor.”1,
[1] Minima Moralia 72. Başlık 1 nolu not : Heute löken die meisten mit dem Stachel. Almanca Löcken gegen den Stachel (dikenlere vurmak), muhalefet etmek, kişisel özgürlüğü sınırlayan şeyleri kabul etmemek demektir. Adorno bunu “löcken mit dem Stachel’e (dikenlerle vurmak) dönüştürüyor. Metis 1997, s.267.