Kentsel dönüşümün kültürel aklama dönemi
İstanbul’un mekansal dönüşümü büyük sermayenin doğrudan müdahalesi ve kamu aktörlerinin teşviki ile gerçekleşmektedir. Kültür sanat alanına biçilen rol ise dönüşümü aklamak şeklinde.
Fotoğraf: Yaşar Adnan Adanalı
Yaşar Adnan ADANALI
Kentin en büyük kültür sanat etkinliklerinden biri olan İstanbul Bienali’nin 2017 yılında ‘İyi Bir Komşu’ teması ile gerçekleştirilen 15. buluşmasında, Bienal organizatörleri tarafından bir yazı yazmam istenmişti. İstanbul’un kentsel dönüşüm mağduru yoksul mahallelerinden biri olan Hacıhüsrev ile Bienal sponsorları arasında yer alan Polat İnşaat’ın karma kullanımlı yüksek gelir grubunu hedefleyen bir gayrimenkul projesi olan Piyalepaşa İstanbul arasındaki gerilimi kaleme almıştım.
Piyalepaşa İstanbul, aslında komşusu olan mahalleye göz koymuş, tarihi mahallenin üstüne inşa edilen bir proje. Reklamlarında, gökten vinçle inen mahalle manavının, bankta oturan teyzenin, çay içen amcaların, kedilerin, ağaçların olduğu, “proje” yerine “semt” vurgusu ile pazarlanan Piyalepaşa İstanbul, Bienal temalı reklamlarında da ‘Bir semti semt yapan binalar mı, yoksa iyi komşular mı?’ cümlesini kullanıyordu. Tam da o sırada Hacıhüsrev Mahallesi’ni yıkmakla uğraşırken.
Yazımı, kültür sanat yoluyla kent suçlarının aklanması olarak tarif edebileceğimiz bu durum karşısında pozisyonumu net bir şekilde ortaya koyarak tamamlamıştım: “Böylesi projelerin, 15. İstanbul Bienali referansı ile komşuluk üzerinden reklam yapmasını veya Bienal’in sponsorları arasında kendilerine yer bulabilmelerini, sadece sanatın fazlasıyla bayağılaşması olarak görüp dudak bükemeyiz. Bu aynı zamanda sanatı kullanarak, işlenen ‘günahları’ da aklamaya çalışmak anlamına geliyor. Eğer mide bulantımıza öfke eşlik etmiyorsa aynı şehirde yaşayanlar olarak bizler komşuluk hukukumuzu çoktan kaybetmişiz demektir…”
Aradan geçen 5 yılda kültür alanı peki nasıl dönüştü? Öncelikle bahsi geçen projeye bir bakalım. ‘Kültürel/sanatsal aklama’ faaliyetlerine henüz daha inşaat aşamasında başlayan Piyalepaşa İstanbul, artık bir ‘sanat meydanı’na sahip ve içinde beş adet ticari sanat galerisi yer alıyor, düzenli sergiler gelip geçiyor, bu sergiler için açılış partileri organize ediliyor. İstanbul’un sanatsever tüketicileri hemen yanı başındaki yıkımlardan, binlerce insanın yerinden edilmesinden bihaber veya bu olanlara ilgisiz bir şekilde bu gayrimenkul projesini ziyaret ediyorlar.
YENİ BİR ZORAKİ UZLAŞMAYA DAVET!
Artık içinde bir kültür sanat unsuru yer almayan büyük ölçekli bir kentsel dönüşüm uygulaması veya mega projenin olmadığını söyleyebiliriz. Bu durumu daha da önemli kılan, farklı kentsel projeleri bir araya getirme amacıyla düzenlenmeye başlayan mega kültür sanat etkinlikleri dönemine girmiş olmamız. Bu noktayı açmadan bir temel meseleyi gündeme getirmek gerekir. Kentin dönüşümü ve kültür sanat alanıyla etkileşimi düşünüldüğünde, bu etkileşimin temel dinamiklerinden biri olarak ‘soylulaştırma’ süreci akla gelir. Yani bir kentsel toprağın potansiyel rant değeri ile o toprak üzerinde yaşayan veya çalışanların ödedikleri mevcut kiralar arasındaki makas ne kadar açıksa, oranın dönüşüm potansiyelinin de o kadar yüksek olduğunu tarif eden kavramsal çerçeve. Finansal veya kültürel sermayesi daha yüksek dönüştürücüler o toprağa göz koyar, orayı tırtıklamaya başlar ve yerin asıl sahipleri yerlerinden olana kadar bu süreç devam eder. Bu dönüştürücüler farklı karakter, ölçek ve motivasyonlarda olabilirler. Soylulaştırma sürecine aracılık eden aktörler arasında sanatçılar ve sanat sektörü de gösterilir. Düşük kiralı bölgelerde atölye veya sergi mekanları tutan, buraları mesken edinen ve getirdikleri yaratıcı sermayeleri ile bu bölgelere olan orta üst sınıfların ilgi alakalarını kaşıyan sanatçılar sürecin sonunda artan emlak değerleri ile kendileri de buralarda barınamaz bir hale gelirler. Özellikle Batı ülkelerinin metropollerinde belli mahalleler üzerinden açıklanan bu duruma belki İstanbul’da Yeldeğirmeni veya Beyoğlu’da Asmalımescit örnek gösterilebilir.
İstanbul’un son 10 yıllık dönüşümünde ise kültür sanat alanının soylulaştırma etkisinin yukarıda çizilen çerçeve dahilinde olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İstanbul’un mekansal dönüşümü çok daha üst ölçekten, büyük sermayenin doğrudan müdahalesi ve kamu aktörlerinin teşviki ile gerçekleşmektedir. Kültür sanat alanına biçilen rol ise bu dönüşüme aracılık etmek yerine dönüşümü aklamak şeklinde. Piyalepaşa İstanbul veya Tersane İstanbul veya Galataport gibi her biri ayrı ayrı sorunlu devasa sermayeli gayrimenkul projelerinin ‘A bakın bu yeni kentsel mekanlarda ne güzel de etkinlikler düzenleniyor ne nezih bir tüketici kitlesi buralara geliyor’ algısını pekiştirmek. Ve bu tekil projeler arasında ‘Kültür Yolu’ gibi mega etkinlik serileri düzenleyerek örülen ağlar ile de yeni ve oldukça seyreltilmiş bir kültürel paradigma ortaya konulmaya çalışılıyor. Aslında kentteki çelişkileri görünür kılan aktörler arasında bulunan kültür emekçileri ve sanatçılara açılan bu ‘alan’ ile bağımsız, eleştirel ve çoğu zaman düzenle derdi olan üretimlerinin önünün kesildiği, onların yeni bir zoraki uzlaşmaya davet edildikleri de söylenebilir. Bu ‘uzlaşı’, kültürel mirasa yapılan yıkıcı müdahaleler, çevresel etkisi büyük mega projeler, yerinden eden kentsel dönüşüm uygulamaları ve ifade/gösteri özgürlüğü önüne çekilen setlerin devamında “Tamam ne yaşandıysa yaşandı, artık önümüze bakalım, ağzımızın tadı kaçmasın” olarak ifade edilebilecek bir kamuoyu deklarasyonu sanki.
SANATSAL ÜRETİMLERİ KENDİ SAFLARINA DAHİL EDEN TİCARİ YAPILAR
İstanbul’un kurumsal kültür sanat mekanlarından biri olan Salt’ta devam eden bir ’90’lar sergisi var. Bu sergide Türkiye’nin özellikle 1990’larda performans sanatları alanında üretim yapan sanatçıları ve onların işleri bir araya getirilmiş. Burada dikkatimi ilk çeken performans sanatının kentsel mekan ve kentli ile kurduğu aracısız, doğrudan ve oldukça sahici ilişki. Bahsettiğim ‘Bağımsız, eleştirel ve çoğu zaman düzenle derdi olan üretimler’ tam da kentin sokaklarında, kamusal mekanlarda, halkın içinde ve halkla gerçekleştiriliyor. Bugün performans sanatları havalimanı güvenliklerinden geçerek girilen ‘kent suçu’ yapıların içindeki AVM’lerde, ‘seçkin’ bir tüketici kitlesini hedefleyen ‘food court’a dönüştürülmüş eski endüstriyel yapıların içinde veya hemen yanı başındaki zincir mağazanın sponsorluğunda dönüştürülmüş tarihi sinema gibi oldukça steril, kontrollü ve ticari kaygısı baskın mekanlarda gerçekleştiriliyor. Kültürel ve sanatsal üretimleri kendi saflarına dahil eden bu ticari yapılar, sanatsal etkinliklerinde ‘sürdürülebilirlik’ gibi belli popüler tematik öncelikleri öne çıkartıyorlar. Örneğin termik santral yatırımları da olan Zorlu Holdingin sahibi olduğu, ayrıcalıklı imar izinleri ile İstanbul’un en büyük ‘kent suçları’ arasında gösterilen Zorlu Center içindeki Performans Sanatları Merkezinde sık sık sanat ve sürdürülebilirlik temalı etkinlikler düzenleniyor. Dolayısıyla, kent suçlarının sanatsal aklamasına arkasındaki sermaye grubunun yeşil aklaması eşlik edebiliyor.
KÜLTÜR SANAT AKTÖRLERİ ÖZNE KALABİLMELİ
Kültür sanat alanından beklentimizi ortaya koymadan önce, kentin dönüşümünde bu alana biçilen rolü, olabildiğince gerçekçi bir şekilde tarif edebilmek önemliydi. ‘Soylulaştırmanın sebebi sanattır’ gibi bir kestirme yolu seçmeden. Kültürel alanın bağımsız, eleştirel ve her daim düzenle derdi olan üretimleri sürdürebilmesi için kentin dönüşümünde ne bir aracı ne de bir aklayıcı olmalıdır. Temel hassasiyetim, kültür sanat aktörlerinin özne kalabilmesi. Kentle, sokakla, kamusal mekanla ve kentin diğer toplumsal aktörleriyle bağını kurmak bu hassasiyeti besleyen önceliklerden bir tanesi. Kent de sanatçılar da ticari kaygılar altında ezilirken bu bağı kurmak veya canlı tutmak pek kolay değil. ‘Farklı’ olduğunu iddia eden kamu aktörlerinin, yerel yönetimlerin veya kurumsal yapıların, kendi etki alanlarını öne çıkaracak uygulamaları yerine ellerindeki kaynakları ve mekanları bu doğrultuda dayanışma ilişkileri kurarak paylaşmaları, ilk adım olabilir.