16 Ekim 2022 05:04

İstanbul’da kentsel dönüşüm sermaye sınıfının açık zorbalığıyla gerçekleşiyor

Bir evin suyunu keserek insanları susuz bırakmak ya da enerjisini keserek soğukta, karanlıkta bırakmak açık bir zorbalıktır.

Fotoğraf: Eylem Nazlıer/Evrensel

Paylaş

Meltem AKYOL
İstanbul

Kentsel dönüşüm İstanbul’un önemli bir meselesi. Nereye baksanız bir lüks konut projesi, yükselen dev binalar, alışveriş merkezleri, ‘mega’ projeler yükseliyor… Dev binalar yükselirken emekçiler yaşadıkları yerlerin hatta kentin dışına sürülüyor, kentin doğası, tarihi ve kültürel değerleri yağmalanıyor. Kentsel dönüşüm, kent yoksulluğu ve göç üzerine çalışan Prof. Dr. Hatice Kurtuluş, İstanbul’da açık bir zorbalıkla gerçekleşen kentsel dönüşümün yeni derin yoksulluk alanları oluşturduğunu söyledi.

Birkaç kuşak önce kentin manzaralı, havadar ve merkeze yakın bölgelerinde kurdukları gecekondulara yerleşen yoksulların zorla yerinden edildiğine tanıklık ediyoruz. Sulukule, Tarlabaşı, Başıbüyük… Bugün de Fetihtepe, Tozkoparan, Tokatköy ve dahası… İstanbul’da merkezi alanlarda kalan fabrikalar, tersaneler, işletmeler çoktan kentin dışıan sürüldü zaten. Yaşanan pratikler ve sonuçları üzerinden bakarsak, İstanbul’da nasıl bir dönüşüm yaşanıyor?

İstanbul’da 1950’li yıllardan itibaren kamu eliyle kentsel arsa üretmeyip, barınma ihtiyacının bütün maliyetini yoksul Anadolu göçmenlerine ve orta sınıfın dar gelirli memuruna, küçük esnafına yüklemiş olan sağ iktidarlar şimdi bütün maliyetini emeğiyle ödemiş olan bu sınıfların evlerini ellerinden almaya kalkışmış durumda. Çünkü bu evler onların gözüne insanların yuvası değil çok ‘değerlenmiş’ arsa olarak görünüyor. Evet hiçbir kent bilimci bu konutların sağlıklı, depreme dayanıklı ve çevresel şartları iyi olan konutlar olduğunu söylemiyor. Çünkü pek çoğu gerek yapıldıkları zamanın koşulları nedeniyle gerekse yapı kalitesi açısından bugün beton ömürlerini tamamlamış, deprem riskine karşı güvencesiz binalar. Kentsel dönüşüm bu açıdan bir gereklilik ama burada sorun kentsel dönüşümün yanında ya da karşısında olmak değil, kentsel dönüşümün nasıl gerçekleşeceği konusunda. Öyle çok karışık bir durum da yok aslında. Kriter çok basit, kentsel dönüşüm adil olmalı. Bu adalet sadece kentsel dönüşüm alanlarında mülk sahibi olanlar için değil, kiracılar ve kentin barınma ihtiyacı olan tüm diğer sakinlerini kapsayacak biçimde sağlanmalı. Örneğin bir gecekondu alanının kentsel dönüşüme girmesinden ortaya çıkacak değer kimler arasında nasıl paylaşılacak? Sadece müteahhit ve mülk sahibi arasında paylaşılırsa müteahhide yüksek bir rant mülk sahibine de servet aktarımı yapılmış olur. Ya da Tozkoparan Mahallesi’nde kentsel dönüşümde ortaya çıkacak değer kimler arasında paylaşılacak? İktidarın müteahhitleri Tozkoparan arazisindeki az katlı binaları yıkarak, orada kuleler inşa ederek elde edecekleri dev imar hakkına karşın ev sahiplerinden evlerinin yıkılma ve yeniden inşa sürecindeki maliyeti talep ediyorlar. Orada oturan kiracıların ise hiçbir hakkı yok. Bunun adil olduğu söylenebilir mi? Ya da bir sanayi sitesinin dönüşümünden ortaya çıkacak değerden kentin sakinleri bir pay alacak mı? Bu sorular çoğaltılabilir. En önemli konu kentsel dönüşümün ‘adil’ ve ‘kapsayıcı’ olmasıdır.

Diğer yandan kentsel dönüşüm planları yapılarak yasal süreç başlatıldığında ortaya çıkan değerin adil paylaşımı söz konusu olmadığında buna itiraz edenlerin barınma hakkı zorbalıkla ellerinden alınıyor ve ağır bir barınma hakkı ihlali ile karşı karşıya kalıyorlar. İktidarı ve yargıyı arkasına almış inşaat sermayesi “rıza” ile elde edemediği kentsel arsaya “zorla” el koymuş oluyor. Burada 6306 sayılı Kanun’a dayandıkları için, yasal ama ağır temel insan hakkı ihlalleri barındırdığı için idarenin meşru olmayan bir uygulaması söz konusu. Örneğin suya erişim temel bir insan hakkı ve temel bir halk sağlığı güvencesidir. Bir evin suyunu keserek insanları susuz bırakmak ya da enerjisini keserek soğukta, karanlıkta bırakmak açık bir zorbalıktır. Kısaca İstanbul’da kentsel dönüşüm sermaye sınıfının emekçi sınıflar üzerinde devletin zor araçlarını kullanarak son derecede açık zorbalığıyla gerçekleşiyor.

Kentlerin dışında korular, meralar, meyve bahçeleri, tarlalar, sahil bölgelerinde köylülerin ortak mülkleri, manzaralı koylar da yağmanın konusu. Dönüşen yalnızca kentler değil sanki…

Elbette kentsel dönüşüm sadece konut ve konut çevreleri için değil kentin müşterekleri olan kamusal mekanlar, kültürel ve tabiat varlıkları için de geçerli. Yasal olarak kamu yararı ilkesine göre belirlenen imar hakkı, bu alanlarda da açıkça belli bir sınıfın lehine kullanılıyor. Örneğin Nişantaşı’da Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi arazisinin bir özel inşaat şirketine satılarak kamusal bir alanın özel mülkiyete devri ve orada lüks konut inşaatlarının yapılacak olması kamu yararı olmayan bir imar değişikliği ve hakkın devri olarak meşru değil. Bunun yüzlerce örneği var.

KENTTE YENİ DERİN YOKSULLUK ALANLARI OLUŞUYOR

Peki ya dönüştürülen alanlarda yaşayan yurttaşlar; geçmişte Sulukule’de, Tarlabaşı’da ya da bugün Tokatköy’de, Fetihtepe’de… Ne oluyor onlara?

Bu alanlardan zorla çıkartılan ev sahipleri ya da kiracıların verilen 1950 liralık kira yardımı ile İstanbul’da bir ev kiralama imkanları yok. Bu nedenle kentte yeni derin yoksulluk alanları oluşuyor. Birden fazla ailenin yaşadığı, bütün ailenin tek bir odada yaşadığı evler söz konusu. Tarlabaşı, Esenyurt ve Tahtakale Mahalleleri bunun örneklerinden bazıları. Evlerinden çıkartılanların gittikleri mahallelerin de çoğu kentsel dönüşüm alanı oluyor. Bu nedenle evler çok bakımsız, çoğu zaman ev sahibinin o bölgeyi terk ederek kiraya verdiği metruk evler bunlar. Üstelik bu mahalleler hızla kriminalleştirilerek kentsel dönüşüme meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyor.

Bu alanlarda haber yaparken sık sık ‘Memleketime döneceğim’ sözünü işitiyoruz. Dönüyorlar mı gerçekten, tersine bir göç var mı? Bu dönüşüm kentin yapısını nasıl değiştiriyor? Özellikle İstanbul’dan fahiş kiralar nedeniyle bir ‘kaçış’ eğilimi olduğu söyleniyor. Sizin bu konudaki gözleminiz ne, bugün ve gelecek açısından?

Ne yazık ki kırsal yoksulluk nedeniyle köye dönüş o kadar kolay değil. Bu söylem daha çok orta sınıflar için geçerli oluyor. Dar gelirli orta sınıflar geçinemedikleri bir kentten geçinebilecekleri kırsal alanlara ya da daha ucuz küçük kentlere göç edebiliyor. Ama kentsel sektörlerde iş bulabilen güvencesiz ve devamlılığı olmayan işlerde çalışanlar ancak kentsel emek pazarında iş bulabildikleri için kentlerde kalmak zorundalar. Buna tersine göç demek sosyolojik olarak doğru değil. Bu toplumsal sınıfların koşullarına bağlı olarak geçinme stratejileri arayışları ve buna bağlı mekansal hareketliliğidir. Bunu daha iyi çalışmak lazım. Veriler şu anda yeterli değil.

Bazı bölgelerde halkın kentsel dönüşümden beklentisi ‘Evim değerlenecek, nezih bir yerde yaşayacağım…’ şeklinde olabiliyor. Ama orada kalsa bile artık alışveriş yaptığı bakkal, eczane yok, kira kadar aidat ödemesi gerekiyor vs. Tutunabilenler oluyor mu?

Bir mekan sınıfsal olarak nitelik değiştirdiğinde, gündelik yaşam oradaki yeni sınıfın kültürel kodlarına ve taleplerine göre değişiyor. Eski sınıfların orada kalabilmesi çok zor. Kalanların çok zorlandığına dair çalışmalar var. Bu nedenle eğer ev sahibi iseler oradaki evlerini kiraya verip yine kendi sınıfsal kodlarının hakim olduğu mahallelere taşınıyorlar. Kiracı iseler zaten hiçbir şansları kalmıyor, artan kiraları ve diğer maliyetleri karşılayamadıkları için taşınmak zorunda kalıyorlar. Aslında bu da bir çeşit yerinden edilmedir. Sadece kentsel dönüşüm alanlarında değil bu alanın yakın çevresinde de kentsel dönüşüm beklentisi ile konut ve kira fiyatları artıyor.

Sizin de ifade ettiğiniz gibi açık bir zorbalıkla gerçekleşen tüm bu dönüşüm sürecine karşı çıkış ne düzeyde peki?

Çok sayıda mahalle hareketi var, çok sayıda eylem yapıldı, Tozkoparan’da eylemler hâlâ sürüyor. Tek mesele bunların ses getirememesi. Yani, iktidar ve yargıyı eline alan sermaye o kadar güçlü ki. O hukukun içinde kaldığımız için ve felsefi bir kent hakkı savunması bir hukuki norm haline gelmediği için savunmalarımız ya da işte mücadelemiz mahalle ölçeğinde kalıyor. Bazen mahallelerin birbirlerine destek de verdiği oluyor. Mesela Gülsuyu-Gülensu’da başarılmış şeyler de var, küçük de olsa.

Yani mücadele zaten var ama daha güçlü bir mücadele için kiracıların da buna eklenmesi lazım. Bir de gecekondusuna, arsasına karşı işte 100 tane konut, 10 tane daire falan istememek gibi bir şey olduğunda -biz ona servet transferi diyoruz- hareket daha güçlü oluyor, daha saygın oluyor. Ayrıca var olan mücadelelerin daha güçlü olabilmesi için yerel iktidarların, yerel yönetimlerin, yerel kamu kurumlarının da bir miktar desteği lazım.

İSTANBUL’DA VAPURA BİNEBİLMEK VE DENİZE BAKABİLMEK BİR KENT HAKKIDIR

İktidarın ‘mega projeleri’ de dönüşümde önemli bir rol oynuyor ve sık sık ‘kent suçu’ olarak gündeme geliyor. Nedir bu kent suçları, örneğin İstanbul’da nerede, hangi suç işlendi ya da halen işleniyor?

Kente karşı işlenen suçlar hukuken iyi tanımlanmış değil. Daha çok imar hukukuna bağlı olarak ele alınıyor. Tıpkı insan hakları hukuku gibi bir kent hakkı hukuku olarak bir hukuk disiplini olmalı ve onun altında düzenlenmiş suçlar ve cezalar olmalı. Kente karşı suçlar hukuken tanınmadığı için kent hakkına yönelik ihlallerde de işletebileceğimiz bir caydırma-ceza sistemi yok. Bu nedenle ancak İmar Yasası’na aykırılıklar, tabiat ve kültür varlıklarının korunmasına dair yasalara olan aykırılıklar ile davalar açılabiliyor. Kenti bütüncül bir ‘varlık’ olarak gören bir kent hukukumuz yok. Örneğin kıyılarda yasal mevzuata göre yapılarak mevcut imar yasalarına göre suç oluşturmayan bir düzenleme eğer o kıyı kentin hafızasında güçlü bir kolektif kamusal anlam taşıyorsa o anlamı ortadan kaldıran her şey bir hak ihlali olarak ele alınabilir. Ya da Haydarpaşa Garı kentin kolektif hafızası ve kültür mirası olarak tüm topluma aitken o mirasın bir ihale ile sermaye gücü olan bir şirkete devredilmesi kente karşı suçtur. Orada bir ihlal vardır. Bir başka radikal örnek ise Kuzey Ormanları gibi kentin akciğerleri olan bir alanın imara açılması açıkça kente karşı işlenmiş bir suçtur. Tüm kentin kent hakkı ihlal edilmiştir. Kentler imar hukukunun ötesinde çoğu zaman onun kararlarını bozacak güçte, onun üstünde bir hukuksal koruma altında olmalıdır. Benim hep örnek verdiğim gibi İstanbul’da vapura binebilmek ve denize bakabilmek bir kent hakkıdır. Vapurları ulaşımdan kaldırıp yerine kapalı teknelerle daha hızlı ulaşım sağlamak bir ulaşım politikası kararı olabilir ama kent hakkını ihlal etmiş olur. Bu tür kararlar kapsayıcı, kamu yararına uygun ve kent hakkını ihlal etmeyecek biçimde kurgulanmak zorunda kalınır, eğer böyle bir kent hakkı hukuku olsa.

Kent suçlarındaki görece daha az konuşulan noktalardan biri tarihi yapılar kentsel dönüşüm ya da mega proje ilan edilen alandaki tarihi yapı ya ‘taşınıyor’ ya da yıkılıp kopyası yapılıyor. Böyle bir şey mümkün mü? İstanbul’da bunun örnekleri var mı?

Kültüre ve tabiat varlıklarının korunmasına dair güçlü bir yasal çerçeve olmasına rağmen, çeşitli baypaslar ve Anıtlar Kurulu gibi bunun değerlendirmesini yapacak kurumlar iktidarın baskısı altında olduğu için bırakın kent hukukunu kültür mirasını korumaya yönelik yasalara aykırı pek çok uygulama engellenemiyor. Kentin kültür ve tabiat varlıkları sadece korunması gereken kültür mirası olarak değil, o kentin kimliğinin ve kentin kolektif hafızasının çok önemli bir parçası olarak kent hakkının önemli konularından biri. Kültür mirasına yönelik her saldırı aynı zamanda kent hakkı ihlalidir. Tabii bir kent hakkı hukukumuz olursa…

ÖNCEKİ HABER

Deprem gerçeği ve dönüşüm

SONRAKİ HABER

Ortak miras için dayanışmaya

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa