Doç. Dr. Nilgün Tunçcan Ongan: Kader kavramı işçi sınıfını özne olmaktan çıkarır
İşçi ölümlerini sınıfsal niteliğinden koparıp, sorunu bir patronun vicdansızlığına ya da hayırsever olmasına indirgediğinizde, kapitalist sistemin işleyiş kuralını, sistematiğini gizlemiş oluyorsunuz.
Nilgün Tunçcan Ongan | Fotoğraf: Kişisel arşiv
Serpil İLGÜN
Bir hafta önce Bartın Amasra’da TTK’ye bağlı kömür ocağında meydana gelen iş cinayetinin sarsıcılığı, isyanı ve sorgulamaları yerini ne yazık ki siyasetin yeni gündemlerine bırakmaya başladı. Az sayıdaki gazeteci takip etmeye, sorularını sormaya devam etse de, iktidar ve medyası “Devletin şefkatli elinin zaten cömertçe uzatıldığı üzücü kazanın” soruşturulmasını adli mercilere havale edip, dosyayı rafa kaldırmaya hazırlanıyor.
Amasra’da da tedavüle sokulan “kader” kavramı, AKP içinde bir miktar itiraz gördüyse de, iktidarın bu çoklu iş cinayeti karşısında bu kez “hakkaniyetli” bir pozisyon alacağı beklentisi 24 saat bile sürmedi. 41 maden işçisinin ölümünü protesto eden az sayıdaki kitleye yine tahammül gösterilmedi, işçileri anmak isteyenler darbedilerek gözaltına alındı. Amasra’ya psikolog sayısının üç katı diyanet görevlisi gönderen, acılı ailelerin isyanının duyulmasını engellemeye çalışan iktidar, ortağı MHP’yle birlikte “Hayatını kaybeden işçilerin yakınlarına aylık bağlanması ve kamuda istihdam edilmesi” önerisini bile reddetti.
Bu hafta Cumartesi Söyleşisi’nde, vahşi kapitalizmin iş cinayetlerine giden yolu nasıl döşediğini hatırlamak istedik ve İstanbul Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nilgün Tunçcan Ongan’a başvurduk. İşçi ve emekçileri inşaatlarda, madenlerde, tersanelerde birer birer ya da topluca öldüren süreç nasıl işliyor? AKP çalışma yaşamını sermaye lehine nasıl dönüştürdü? “Kader”, “fıtrat” gibi dini söylemler, neoliberal düzene nasıl bir kılıf oluşturuyor?
Nilgün Tunçcan Ongan yanıtladı.
Türkiye’de maden işçisi kendini hiçbir zaman güvende hissetmedi ama “Gaz kokusu var, bizi patlatacaklar” diyen genç maden işçisinin buna rağmen madene girmesine neden olan mecburiyeti konuşarak başlayalım. Bu mecburiyet, sömürü düzeninin vardığı yerle ilgili ne söylüyor?
Bu mecburiyeti Zonguldaklı madencinin hepimizin yüreğine işleyen açıklaması özetliyor: “Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. Ölüm ihtimal, açlık kesin!” İşte o mecburiyetin temelinde tam da bu var. Sömürünün boyutları artık işçilerin can pazarıyla açlık arasına sıkıştığı bir düzeye ulaşmış durumda. Emek sermaye çelişkisini, emek sermaye arasındaki güç dengesini emek aleyhine bozan tüm politikaların bu tabloyla bağlantısı var. Hak temelli sosyal politika anlayışının terk edilmesinden devletin sosyal niteliğini aşındıran politikalara, ya da tarımın bir geçim kaynağı olmaktan çıkarılmasından tutalım iş güvencesini ortadan kaldıran tüm istihdam politikalarının bu tabloyla ilişkisi var.
İş cinayetlerine varan yolun açılmasında aşırı üretim baskısı ilk sıralarda geliyor. 2019 Sayıştay raporu da Amasra’da zaman içinde 6 binden 600’e düşürülen işçilerin aşırı üretime zorlandıklarına dikkat çekmiş ama metalden tekstile, inşaattan hizmet sektörüne çalışma yaşamının tümüne karakterini veren bu baskının önü nasıl açıldı?
Bu, işçi sağlığı ve güvenliği konusunun tartışma zeminini belirlemek ve tartışmayı doğru bir bağlama oturtabilmek açısından önemli bir soru. Çünkü işçi sağlığı ve güvenliği konusu bir işletmenin dört duvarı arasında, bir maden ocağında ya da bir inşaat alanında çözülebilecek ve buraya sıkıştırılabilecek bir problem değil. İşçi sağlığı ve iş güvenliği ile işçi ölümleri sorunu üretim sistemiyle, üretim sistemini sürdüren politikalarla, o politikaların belirlediği çalışma ilişkileriyle, bu çalışma ilişkilerinin bir yansıması olan emek sermaye arasındaki güç dengesiyle doğrudan ilişkili bir sorun. Onun için madende de, inşaatta da, metalde de aynı sorun var. Dolayısıyla işçi ölümlerinin sınıfsal bir niteliği var. O nedenle işçi sağlığı ve işçi ölümleri bir işletmeyle sınırlı olmadığı gibi, münferit bir patronun kâr hırsıyla, vicdansızlığıyla ya da açgözlü, muhteris veya hayırsever olmasıyla açıklanabilecek ya da çözülebilecek bir sorun değil. Sömürünün nesnel koşullarını münferit bir işverenin tercihine, onun ne kadar vicdanlı, vicdansız olduğuna indirgeyemeyiz.
Ama tabii oraya indirgeniyor ve siyasal söylemlerden televizyon dizilerine her alanda kuvvetli bir propaganda kuruluyor.
Bütün bunlar emek sermaye çelişkisinin niteliğini gizleyen yaklaşımlar. Siz sorunu patrona indirgediğinizde kapitalist sistemin işleyiş kuralını, sistematiğini gizlemiş oluyorsunuz. Bunu gizlediğiniz ölçüde de hem sorunun kaynağını perdelemiş, hem de çözümü daraltmış oluyorsunuz. Aynı zamanda konuyu apolitikleştirmiş de oluyorsunuz. Oysa bunlar, en az maliyetle en fazla kârı elde etme hedefini güden ve işçilik maliyetlerini kısıtlamayı, az işçiyle kısa sürede daha fazla iş yapılmasını, düşük işçilik maliyetleri üzerinden rekabet avantajı sağlamayı seçen bir ekonomik modelin kaçınılmaz sonucu. Her sektör için konuştuğumuz esneklik politikalarının yaygın emek rejimi haline gelmesi, bunun önünün açılmasında çok belirleyici.
Çalışma yaşamındaki sermaye lehine bu dönüşüm AKP öncesinde de başlamıştı, ama AKP neoliberal politikaları kendisinden önceki iktidarlara kıyaslanmayacak kadar hızlı ve yoğun bir biçimde, her alana yayarak hayata geçirdi. Özelleştirilmeyen kurum neredeyse kalmadı, emeği değersizleştirdi, yasalarla tahkim etti vs. Bunları yaparken nasıl bir strateji geliştirdi?
Neoliberalizmin temel mantığı kapitalizmin, serbest piyasanın işleyişi önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmak. Bu çerçevede de öncelikli hedef sendikalar. Çünkü işçilerin örgütlü gücünü ortadan kaldırdığınızda ve bu işçileri tekilleştirdiğinde, aralarındaki örgütlülükten kaynaklanan dayanışma iradesini, birliği, beraberliği, ortak talep oluşturmayı, ortak hareket etme iradesini kırdığınızda piyasa işçi ve emekçileri çok daha kolay terbiye eder hale geliyor. Bu çerçevede işçilerin sendikal olarak güçlü olduğu, mülkiyeti kamuda olan işletmeler sorunlu olarak tarif ediliyor. Buradaki örgütlü gücü hedef olan neoliberal politikaların başlıca araçlarından biri bu nedenle özelleştirmeler. Diğer yandan belirttiğiniz gibi Türkiye ne özelleştirmeyle, ne neoliberal programla AKP ile beraber tanışmadı, kökeni çok daha eskiye dayanıyor. Ama AKP’nin çok daha radikal dönüşümler sağlamasındaki en büyük avantajı tek başına iktidar olmasıydı. Tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bunu diğer siyasal iktidarlara nazaran çok daha etkili biçimde gerçekleştirebildi diye düşünüyorum.
Erdoğan, sermayenin önündeki engelleri kaldırırken “İşçinin haklarını koruyan, onları gözeten işçi dostu” söylemini kullanmaktan geri durmadı. Buradaki çelişkiyi perdelemede zor ve rıza araçları nasıl bir işleve sahip?
Burjuva siyaseti zor ve rızanın farklı bileşenlerinden oluşuyor. Burada zordan kastımız emek sermaye çelişkisini doğrudan emek aleyhine derinleştiren politikalar. Bu politikaların yarattığı ekonomik tahribat kimi zaman rızanın doğrudan kaynağı halini alıyor. İktidar, neoliberal politikaların yarattığı yoksulluk, işsizlik, güvencesizliği belli telafi mekanizmalarıyla yönetiyor. Çeşitli sosyal yardımlarını devreye sokuyor, çeşitli destek programlarını açıklıyor vs. Siyaset zemininden sınıfsal çelişkiyi uzaklaştırdığımız nispette de bunu daha etkili yapıyor. Bu telafi mekanizmalarıyla muhalefetin gücünü de aşındırıyor. Hak temelli sosyal politikaları ortadan kaldırıp, yerine bir dizi yardım mekanizmasını koyduğunuzda, sosyal destek ihtiyacı o yardımdan faydalanabilenler açısından iktidarı tek seçenek haline getiriyor. Mekanizma biraz böyle işliyor ve bunu yönetmekte de evet AKP şimdiye kadar başarılı oldu.
Asgari ücretin yükseltilmesi, konut projesi, çeşitli sosyal destekler gibi mekanizmalar yine devreye sokuluyor. Enflasyonun yüzde 200’lerde seyretmediği günlerde bunu yönetmek daha kolaydı ama bugün asgari ücretin “makul seviyeye” yükseltileceği vaadinin etkisi için ne söylersiniz?
Reel olarak ücretler azalıyor elbette ama bütün bunlar o zammın olmaması haliyle karşılaştırıldığında yoksulluk, yoksunluk içindeki emekçileri bir nebze olsun rahatlatıyor. DİSK-AR’ın son “işçi sınıfı görünümü” araştırmasında da benzer nitelikli sonuçlar var. İşçilerin yüzde 77’si “İşimden çok memnunum” diyor. Bu, Türkiye iş gücü piyasasındaki işçilerin olağanüstü güvenceli, tatminkar çalışma koşullarından kaynaklanmıyor. İşsizlik riskinin yüksek olmasından kaynaklanıyor. İşsizlik riski arttığı sürece, bir işe sahip olmanın kendisi başlı başına bir memnuniyet kaynağı haline geliyor. Ya da mesela asgari ücret ortalama ücret halini aldıkça, asgari ücretin bir tık üstünde çalışan bir işçi açısından o işi kaybetmemek çok önemli oluyor. Artan borçluluk da böyle bakmayı belirliyor. Dolayısıyla asgari ücretin yükseltilmesi bu noktada etkili bir araç özelliğini koruyor.
BÖLÜŞÜMÜN EMEKÇİLER ALEYHİNE BOZULMASININ TEK SONUCU YOKSULLUK DEĞİL
Türkiye sermayesi pandemiye ve ekonomik krize rağmen kârlarını arttırıp, iktidar da “ekonomimiz sağlam” propagandasına dayanak olarak büyüme oranlarını gösterirken, GSYH içinde emek gelirlerinin payı yüzde 25’e kadar gerilemiş durumda. Bölüşüm dengesinin emekçiler aleyhine bu kadar açılması yoksullaşma dışında ne gibi sonuçlar ortaya çıkarır?
Kuşkusuz tek sonuç yoksulluk değil, ideolojik ve siyasal sonuçları var. Yoksulluğu sadece gelir kaybı olarak açıklayamayız. Uluslararası Çalışma Örgütü de (ILO) bu tespiti yapıyor. Tehlikeli çalışma koşullarında çalışmaya daha fazla insanın mecbur olması adalete, sağlık hakkına ulaşmada eşitsizliği de beraberinde getiriyor ve bunların hepsi yoksulluğun farklı biçimleri. Öte yandan dediğiniz bölüşüm eşitsizliğinin sonuçları da sadece geniş anlamda yoksullukla sınırlı değil. Bölüşüm dengesini işçi aleyhine daha da bozduğunuzda örneğin sendikalar ödün pazarlıklarına daha fazla zorlanıyor. Toplu sözleşmelerin konusu değişmeye başlıyor. Geleneksel olarak baktığımızda toplu sözleşmenin içeriğini işçilerin haklarını, çıkarlarını korumak üzere belirlenen kurallar oluşturur. Ama buna artık işletme verimliliğini koruma hedefi eklenmiştir, buna rekabet gücü eklenmiştir vs. Dolayısıyla bölüşüm dengesinin emekçiler aleyhine bozulması, burjuvazinin ekonomik olduğu kadar siyasal ve ideolojik gücünü de tahkim ettiği bir sonucu da ortaya çıkarıyor. Sermayenin kendi irade ve çıkarlarını toplumun irade ve çıkarları gibi yansıtabilme kapasitesi de bu güçlenen ideolojik hegemonyaya bağlı olarak artıyor tabi.
DENETİM SÜRECİ TİCARİLEŞTİ
“İş cinayetleri neden meydana geliyor” sorusu için ilk bakılan yerlerden biri denetim. Amasra’da Sayıştay raporlarının gereğinin yapılmadığı koşullarda, peşkeş çekilen yüzlerce maden ocağının denetlenmediğini, hatta bir bölümünün ruhsatları bile olmadığını düşündüğümüzde, meselenin denetim ayağında genel olarak yaşanan başat sorunlar neler?
Amasra maden ocağının mülkiyeti kamuda ama belirleyici olan oradaki üretimin ne kadar kamusal bir anlayışla yapıldığı. Orada yine maksimum kâr hedefini önceliyorsanız mülkiyetin kime ait olduğunun çok da önemi yok.
Denetim konusundaki esas problemlerden biri denetim sürecinin bağımsız olmaması. Bu konuda yapılan çalışmalara göre iş güvenliği uzmanının ücretini patrondan aldığı bir sistemde etkin bir denetim ortaya konulamıyor. Meslek odaları kamusal denetimin önemine dikkat çekerken, iş güvenliği uzmanlarının ilgili bakanlık bünyesine alınması gerektiğini belirtiyor. Bir diğer sorun da kamusal denetimi sağlayacak iş müfettişlerinin ve buna bağlı olarak teftişlerin sayıca yetersizliği. ILO istatistiklerine göre Türkiye’de iş teftiş ziyaretlerinin sayısı 2010 yılında 47 bin civarında iken 2020 yılında bu sayı 9 binlere geriliyor.
CEZASIZLIK, MESELENİN SINIFSAL NİTELİĞİNDEN AZADE DEĞİL
İş cinayetlerinin süreklileşmesinin bir diğer ayağında da hesap vermeme ve cezasızlık var. Öncekilerde olduğu gibi Amasra’da da iktidarın sorumluluk almamasını, bırakalım bakanın veya bürokratın görevden alınmasını, bir açığa almanın dahi söz konusu olmamasını nasıl değerlendirirsiniz?
Alınmayan, alınsa bile uygulanmayan, uygulanması ötelenen tedbirler, denetimsizlik, cezaların alt sınırdan verilmesi, örneğin Soma’da tutuklu sanık kalmaması vs. bunların tümü kuşkusuz çok belirleyici ama bütün bunlar meselenin kökeninde yer alan o sınıf çelişkisinden ya da konunun sınıfsal niteliğinden azade değil. Alınan tedbirlerin uygulanmasının ötelenmesi örneğin, “Rekabet gücünün akamete uğramaması”yla gerekçelendiriliyor. Bu söylem aynı zamanda tedbirlerin sınırlarını da belirlemiş ya da o cezasızlığın nedenini de ortaya koymuş oluyor. Üstelik bu sadece işçi ölümleriyle sınırlı da değil. Ne zaman emek cephesi aleyhine bir politika ya da uygulama gündeme gelse buna yükseltilen itirazlarda karşımıza hep aynı “rekabet” gerekçesi konuluyor. Dolayısıyla başta sendikalar olmak üzere emek örgütlerinin esasen bu gerekçeyle ve arkasındaki kapitalist üretim ilişkileriyle mücadeleyi merkeze alması gerektiğini düşünüyorum.
ÖNGÖRÜLEBİLİR HER ÖLÜM ÖNLENEBİLİR
Amasra’daki işçi kıyımı sonrasında yine tedavüle sokulan “kader”, “fıtrat” gibi dini söylemler, neoliberal düzene nasıl bir kılıf oluşturuyor? Dindarlık kimliğiyle övünen bir iktidarda iş cinayetlerinin, yoksullaşmanın, emek sömürüsünün bunca artmasındaki çelişki nasıl gizleniyor?
Bizler toplumsal olayları kullandığımız kavramlar çerçevesinde tahlil ederiz. Dolayısıyla hangi kavramı kullandığımız meseleyi kavrayış biçimimizi de ortaya koyar. Kader, fıtrat, takdiriilahi, hatta kaza kavramları bu ölümlerin önlenemez, engellenemez olduğu ön kabulüne dayanır. Oysaki işçi ölümleri öngörülebilir niteliktedir. Öngörülebilir her ölüm de önlenebilir. Nitekim Soma’da TÜBİTAK, Amasra’da ise Sayıştay tarafından hazırlanan raporlar bunu göstermektedir. Bu yüzden işçi sınıfının “kaza değil cinayet” söylemi basit bir slogandan ibaret değildir. Meselenin nasıl tahlil edildiğini, nasıl kavranması gerektiğini ortaya koyan bir yaklaşımdır.
Kapitalizm tüm kurumlar gibi din kurumunu da araçsallaştırmayı murat eder. Kader, takdiriilahi gibi kavramları kullanmak da bunun önünü açar. Hem konuyu apolitikleştirip işçi sınıfını politik bir özne olmaktan çıkartır hem de hak talebini bir dindarlık ölçüsü haline getirerek işçi sınıfını böler. Bu bölünme, işçi sınıfının gücünün kaynağı olan birlikte hareket etme iradesini akamete uğratır.
İŞÇİ HAKLARINI DEMOKRATİK ALANIN DIŞINA BIRAKIRSANIZ, MÜCADELEYİ KRİMİNALİZE ETMEK KOLAYLAŞIR
Amasra’da örgütlü GMİS Genel Başkanı Hakan Yeşil’in iş cinayetleri soruları karşısında “Ölümleri provakatif eylemlere çevirmenin anlamı yok” açıklaması tepkiyle karşılandı. Sendika başkanının iktidar söylemiyle aynılaşan bu dil ve pozisyonuna sizin değerlendirmeniz ne?
Bir sendika başkanının işçi ölümleri karşısında böyle bir açıklama yapması ibret verici! Öncelikle sınıf örgütü olarak sendikalar doğaları gereği örgütlü olduğu işletmelerde işçi sınıfının çalışma koşullarını denetleme işlevini yerine getirmekten, işçi sağlığı ve iş güvenliği için gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamaktan sorumludurlar. Yukarıda sömürü düzeninin yolunun açılmasında en önemli ayaklardan birinin sendikasızlaştırma olduğunu söylemiştik. Sendikasızlaştırma dediğimiz şey insanların sendika üyesi olmamasını ifade etmiyor sadece. Sendikaların sermayeden, iktidardan bağımsız iş yapamaması da sendikasızlaşma kapsamında. Ayrıca demokratik itiraz hakkını kriminalize eden her yaklaşım hak ve özgürlükleri daha da aşındırıyor.
Buna burjuva muhalefetin de katkı sunduğunu hatırlatalım.
Evet, muhalefetin tüm demokratik alanı seçim gününe, seçim sandığına hapsetme tavrı da burayı besliyor. Yaşadığımız siyasal kutuplaşmanın da etkisiyle; toplumun bir bölümü demokratik alanı daraltan bu politika ve uygulamalara doğrudan destek veriyor. Bu desteğin oluşmasında özgürlük, demokrasi gibi kavramların sınıfsal bağlamından kopartılarak bütünüyle piyasa kuralları içinde tartışılmasının etkisinin çok büyük olduğunu düşünüyorum.
Açar mısınız, bağlamlarından nasıl kopartılıyor?
Emek cephesinin itiraz ettiği her politikayı uygulamaya geçirmek için karşımıza “rekabet gücünü koruma” gerekliliğini getirirseniz, bu rekabet gücü uğruna ortadan kaldırılan, aşındırılan işçi haklarını demokratik alanın dışında bırakmış olursunuz. İşçi haklarını demokratik alanın dışında bıraktığınız zaman da bu haklar uğruna verilen mücadeleyi kriminalize etmek kolaylaşır. İşte o zaman da işverenin üretimi bırakması “teşebbüs hürriyeti” ama işçinin üretimden gelen gücünü kullanması, greve gitmesi ise “milli güvenlik sorunu” sayılır.
Benzer bir durum dayanışma kavramı için de söz konusu. Dayanışmayı sınıfsal aidiyetinden koparıp işverenin çıkarlarını, işletme verimliliğini bir dayanışma unsuru haline getirdiğinizde işçinin kendi çıkarları için gösterdiği dayanışmayı kolaylıkla hainlik olarak nitelendirirsiniz. Demokratik alanın daraltılması süreçlerinin kanıksanmasının kâh otokontrol kâh doğrudan destek yoluyla buradan başladığını, bu kavramların içinin boşaltılmasıyla çok ilişkili olduğunu düşünüyorum. Gerek sendika başkanının yaptığı açıklamada, gerek muhalefetin “bugün acı paylaşma günü, hesap sorma günü değil” yaklaşımında bu kanıksanmanın belirleyici olduğunu düşünüyorum.