Mültecileri okumak, mülteciliği yazmak
"Bu kez mülteciliği okumuyorum. Mülteciliği yazıyorum. Artık denize gömülmüşlerin yüzünü TV’den değil, denize gömdüğü yeğeninin fotoğrafını gösteren Filistinli Yusuf’tan görüyorum."
Fotoğraf: Özgür Fırat kişisel arşivi
Özgür FIRAT
Evrenselde yaptığım staj sürecinde mülteciler hakkında çok okuma imkanı buldum. Uzak diyarlardan yeni cennetlere uzanan hikayeleri ilgiyle takibim o zamanlarda başladı. Yine de geçmişi sırt çantasına atıp sınırda polisten kaçarken atmak zorunda kalanlar bana o kadar da yakın değildi. Çünkü bir mülteci değildim. Okuduğum her yaşanmışlık kimi zaman benden kilometrelerce uzağa, kimi zamansa başka kıtalara aitti. Çile çekmekten bıkıp yeni bir hayata yelken açmak isterken denize gömülenler, çile çektiğini kanıtlamaya çalışanlar hep kitaplarda, gazetelerde, televizyonda ya da eylemlerde yakınlaştığım durumlar olmuştu. Irkçılığa, ayrımcılığa “sığınmacı” olduğu için maruz kalanlar hep uzaklarda bir yerlerdeydi. Onları biliyordum, görüyordum, yaşam haklarını savunuyordum. Yine öyle… Ama bu kez farklı.
Bu kez mülteciliği okumuyorum. Mülteciliği yazıyorum. Çünkü mülteciliği damarlarımda hissediyorum. Artık denize gömülmüşlerin yüzünü TV’den değil, cep telefonundan, denize gömdüğü yeğeninin fotoğrafını gösteren Filistinli Yusuf’tan görüyorum. Ortak bir dil konuşamadığımız için ölümünü anlatmaya çabalamasından görüyorum. O bebeğin yaşama açılan gözlerini görseniz geceleri gözünüze uyku girmez… Ama Yusuf yine de umut dolu. Almanya’nın kimi zaman keskinleşen bu soğuk sonbaharında sadece şortla gezmek zorunda. Çünkü kıyafet alabilmek için sabahın köründe onlarca insanla kıyafet sırasında beklese de sıra ona bir türlü gelmiyor. 9 gün süren deniz yolculuğunu anlatırken aldığı kayıtları gösteriyor, anlatırken o korkuyu yeniden yaşıyor: “Gum! Gum! Gum! Kalbimiz atıyordu” derken gözlerinden okunuyor yaşadığı korku.
Ölümün bir büyük dalgaya baktığı anlar karşısında izlerken bile korkuyorsunuz. Yine de Yusuf herkes gibi kampta kendisine insanca davranılmasını bekleyerek geçiriyor zamanı. Ben de öyle. Bir mülteci olarak mültecilerin öykülerini dinlemeye devam ediyorum. Herkesin lezzetsiz olduğu konusunda fikir birliği yaptığı yemekleri tadıyor -yalnızca tadıyoruz çünkü yenmiyor- filmlerde gördüğümüz cezaevi duşları gibi yerlerde başıma sırtıma tepeden kurşun gibi inen suyla temizlenmeye çalışıyorum. Kendimi mülteci hissetmemek için diğer mülteci arkadaşlarımla birlikte ben de arada dışarıya çıkıyorum. Yine de umutluyum.
Mesela şu cümleleri yazarken Münih’teki toplama merkezinde, koluma “Buranın malı olduğumu” belirten bir damga ile oturacak bir yer bulmanın mutluluğu içindeyim. Umutla hangarda yatacak bir yerimin olmasını bekliyorum. Çocuklar, yaşlılar, Kürtler, Araplar, Afrikalılar, Makedonlar -ki aslında milliyetler farklı olsa da hepimizin alnında mülteci yazdığını dışarıdan bakan herkes görür- bu hangarda itilip kakılmaya tahammül ediyor. Yaşayabilmek, “yeni cennette” umutla yatacak bir yer bulmak için… Tüm bunların arasında, eyaletler arasında “Bakamayız, edemeyiz, uğraşamayız” sürtüşmeleri yüzünden oradan oraya sürükleniyor, tüm bunlara rağmen insanca yaşamda insanca çalışmada direniyorlar.*
Hayatının her anı direnmek olmuş bu insanlar, bir yandan da “Burada ırkçılık çokmuş”, “Şurası pahalıymış”, “Burası hemen geri gönderiyormuş” gibi korkularla boğuşuyorlar. Pahalılık da ırkçılık da yine bize düşüyor. Kampın dışından bir güler yüz görünce insan olduklarının bilindiği inancıyla gülümsüyorlar.
Ne haklı bir sözmüş: Bir gün herkes mülteci olabilir.
Büyük bir kısmı oldu bile…
*Bu konuda net bir bilgi kaynağı bulunmamakla birlikte artan mülteci sayısına rağmen kimi yerlerin kampları kapatması ve mültecilerin sürekli farklı eyalet ve kentlere gönderilmeleri, konuyu böyle bir yoruma da açık hale getiriyor. Ayrıca konuyla ilgili bu içerik incelenebilir.