Erdoğan Aydın: İslamcılık örtüsü altında yağma düzeni kalıcılaştırılmak isteniyor
AKP’nin yapmaya çalıştığı asıl şey bir İslamcı devlet inşasıdır. Dönem dönem laiklikten, cumhuriyetten yana bazı açıklamalar yapılması, içine düşülen sıkışıklık anlarını aşma hamleleridir.

Erdoğan Aydın | Fotoğraf: MA
Serpil İLGÜN
1923’te ilan edilen cumhuriyet bugün itibariyle yüzüncü yılını karşılıyor. Darbelerle, çatışmalarla, iktidar kavgalarıyla yüklü 99 yılın muhasebesi pek çok analize, sempozyuma konu edilip, cumhuriyetin demokrasi, hukuk, insan hakları, özgürlük ve eşitlik gibi temel parametrelerdeki pratikleri masaya yatırılıyor. Masaya yatırılan, sorgulanan siyasal ilkelerden biri de kuşkusuz AKP yönetimindeki son 20 yılda daha da içeriksizleştirilen, darbelenen laiklik.
Nitekim bugün kamusal alanlar başta olmak üzere hayatın her alanının tarikat-cemaat örgütlenmesine açılmasından konser, festival yasaklarına; imam hatipliler esprisinin tutuklamaya yol açmasından faiz kararının dini referanslara dayandırılmasına, LGBTİ’lere karşı nefret söylemine giderek yaygınlaştırılan dinsel pratikler laiklikten söz etmeyi daha da imkansız hale getirdi.
Cumartesi Söyleşisi’nde bu hafta bir gazete söyleşisi sınırlarının el verdiği ölçüde cumhuriyet tarihi boyunca iktidarların laikliği nasıl ele aldığını, geriletilmesindeki ana durakları, kullanılan araçları ele almak istedik ve alanın önemli isimlerinden Tarihçi, Yazar Erdoğan Aydın’a başvurduk.
Önce, söyleşimizin konusu olan laiklik kavramının karşılığını hatırlayarak başlayalım. Nedir laiklik ve sekülerlikle nerede ayrışır?
Laiklik, devletin din alanının dışına çekilmesi olarak özetlenebilir. Devletin kendi yönetim tarzını dinsel kurallarla yapmaktan vazgeçmesi, evrensel hukukla ve yurttaşlarının inançları karşısında eşit mesafede durmanın başladığı noktadır. Sekülerleşme ise genel anlamda toplumun dünyevileşmesini ifade ediyor. Sekülerleşme topluma ait bir kültürel dönüşümü ifade ederken, laikleşme esas olarak devletin kendini dinin dışına çıkarması, yanı sıra inançlar karşısında eşit mesafeye çekilmesidir.
Cumhuriyetin kurucu kadroları laiklik ilkesini nasıl ele aldı? Evrensel anlamda bir inanç özgürlüğü sağlanabildi mi?
Türkiye Cumhuriyeti devleti, hiçbir döneminde sözcüğün gerçek anlamında laik olmadı. Devletin hep bir dini olageldi ve toplumu belli bir dini anlayış ekseninde şekillendirme politikasından vazgeçmedi. Aleviler, Hristiyanlar ve Musevi inançlı yurttaşların inançlarına saygılı olmadığı gibi, onları eritilmesi gereken unsurlar olarak gördü veya bu egemenlik alanını terk etmeye zorlayan politikalar izledi.
Esasen bu politikanın çerçevesi İttihat ve Terakki’nin Merkezi Umumi Üyesi ve İdeoloğu Ziya Gökalp’in, devletin egemen olduğu toprakları “Türkleştirmek, Müslümanlaştırmak, muasırlaştırmak” konsepti çerçevesinde belirlenmiş ve bu, cumhuriyetin de temel politikası olmuştur. Genellikle işin bu kısmı es geçilir ama burada adına laiklik denilecek olan modernleşme hamlesi hem burjuvazinin çıkarları ekseninde şekillenmiştir, hem de Müslümanlaştırma ve Türkleştirme projesinin iki temel çerçevesini tamamlayıcı parçası olarak şekillenmiştir. Evet, devlet artık dini referanslar eksenli bir yönetim ve kurumlaşma ekseninden geri çekilmiş, bu anlamda bir modernleşme, hilafetin ve şeriatının tasfiyesi yönelimine girmiştir, ama bu modernleşmenin gerçek anlamda laiklik olması için gereken temel, yani devletin dinden elini çekmesi ve farklı inançlara sahip toplumunun inançlarına saygılı olması sorumluluğu en küçük anlamda yerine getirilmemiştir.
SİYASAL ERK, TOPLUMUN DİN ARACILIĞIYLA KONTROLÜNDEN VAZGEÇMİYOR
Nitekim, 3 Mart 1924’de Şeriyye (din işleri) ve Evkaf (vakıflar) Vekaleti (bakanlığı) kapatılarak, aynı gün yerine Din İşleri Başkanlığı ikame ettiriliyor. Bu tercihin ideolojik arka planında ne var?
Evet. Burada yapılan, Osmanlı yönetim yapısının ve onun önceli Bizans’ın yönetim yapısının kapitalist çıkarların gereği olarak modernleştirilmesidir. Siyaset literatüründe adına Bizantinizm denilen bu sistemde siyasal erki elinde bulunduran güç en üstte konumlanır, ama dinin ve din aracılığıyla toplumun kontrolü ve yönlendirilmesi gücünden asla vazgeçmez. Burada, belirttiğim gibi bir önceki döneme göre artık hilafet, şeriat, hadis referansları vb. dikkate alınmaz, ama toplumsal kimlik inşasında devletin seçtiği dinin/mezhebin yorumu, devletin toplumu/ulusu şekillendirmesinde temel dayanaklarından birini oluşturur. Dolayısıyla nasıl farklı milliyetlerden insanların yaşadığı coğrafyanın Türkleştirilmesi yoluna gidilmişse, aynı şekilde Müslümanlık ve onun alt mezhebi olarak Sünni, onun alt mezhebi Hanefiliğin de, toplumun tek tipleştirilmesi ve Türkleştirilmesinde ve bu yolla devletin egemenliğinin güçlendirilmesinde payanda yapılması sağlanmıştır.
Kurucu irade o dönemde din işlerine nasıl bir misyon yüklüyor? Ve laikliği anayasaya yerleştirirken din işlerini de kurma çelişkisini nasıl açıklıyor?
Kurucu iradenin zihniyet dünyası açısından bu bir çelişki değil, aksine birbirini tamamlayan olmazsa olmaz ögeler. Bir önceki dönem saltanatın, hilafetin temsil ettiği ve genel olarak toplumun yönetiminde dinsel yasaların belirleyici olduğu bir duruş tarzından, Kemalizmin belirlemiş olduğu “muasır medeniyet” hedefi, yani Batı gibi olma hedefi, aslında Türk kapitalizminin inşası ihtiyaçlarınca belirlenmiştir. Ne yapıyor, Müslümanlaştırıyor ama şeriattan arındırıyor, Müslümanlık dünyevi bir niteliğe büründürülüyor. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti devleti, İttihatçıların iktidarı ele geçiriş sonrasındaki süreçten beri Türkleştirmenin yanı sıra Müslümanlaştırmayı da kendisine temel referans alıyor. Tahayyülündeki toplumu bu temelde, tabii modernleştirme hamlesiyle birlikte inşa ediyor. Yani yeni koşullarda devlet, toplumu bir yandan şeriatsızlaştırırken, diğer yandan Müslümanlaştırıyor. Bu anlamda bir çelişki değil egemenlik çıkarları bağlamında bir süreklilik var. Bunun sonucunu ise, hem aradan geçen 100 yılda demokratikleşememek ve gerçek anlamda laikleşememekte hem de son 20 yılda da siyasal İslamcı güçlerin toplumun desteğini alarak iktidarı ele geçirme imkanında da net olarak görüyoruz.
Bu çerçevede de olsa laiklik uygulaması ilerleyen dönemde siyasal İslamcılar, dindar muhafazakarlarla, Kemalist siyasi, askeri bürokratik yapı arasındaki çatışmalara nasıl yansıdı?
Aslında daha hilafetin tasfiye edildiği andan itibaren kah eski devletin uzantısı olarak yaşayan Sünni tarikatlar, kah Şeriyye ve Evkaf Vekaletinin bürokrasisi ile yeni devlet arasında bir gerilim hep yaşandı. Onlar bu modernleşme hamlesine karşı hep tepki içinde oldu, cesaret edebildikleri zamanlarda açıktan tavır koydu, koyamadıkları zaman da toplumun alt damarlarında sürekli bir muhalefet durumunda oldular. Mevcut tarikatların veya Said-i Nursi gibi şahsiyetlerin politik faaliyetleri izlendiğinde bu durum çok net olarak görülebilir. Ama cumhuriyetin siyasal İslamcı kesimleri bir şekilde kontrol altına almayı başardığı da bir olgu.
Sonraki dönemlerdeki değişim daha farklı özellikler taşıyor. Özellikle ’60’lı yıllardan itibaren solun, sendikalaşmanın, evrenselleşmenin yaratmış olduğu toplumsal tahkimat, devleti bu tepki alanını kontrol altına almak üzere İslamcıların gelişmesini destekleyen politikalara yöneltti. Bu politikanın uluslararası dayanağı da, 1952’de girilen NATO idi. Artık bir önceki döneme göre İslamcı güçlerin desteklenip, teşvik edilmesi yönünde bir politika izlendi. Öyle ki bu kesimlerin üzerinden örneğin TÖB-DER, TİP kongreleri basıldı, yürüyüşlere karşı organize saldırganlıklar gerçekleştirildi, Kanlı Pazar gibi örnekler yaşandı. Dolayısıyla bir taraftan toplumun karşısında İslamcılık karşıtı ve laik laflar üreten devlet görüntüsü devam ederken diğer yandan sola karşı, toplumun kontrolü için İslamcıları besleyip büyütüldüğü görülecekti.
DARBECİLER İSLAMİZASYONU GELİŞTİREN POLİTİKALARI İZLEDİLER
Bu durumun en kristalize hali 1980 faşist askeri darbesinde yaşandı. Topluma seslenirken “Şeriat düzeni getirmeye yönelik tertipler”e karşı öfkeli nutuklar atan ve kendilerini “laikliğin koruyucuları” olarak gösteren darbeci generaller İslamcıların önünün açılması için hangi adımları attı?
1980’e doğru gelindiğinde sol hareketin iktidar seçeneği olacak, sokaklara, üniversitelere, fabrikalara hakimiyet sağlayabilecek bir pozisyona yükselmesi söz konusuydu. İşte bu konjonktürde, Atatürkçülüğü devletin müesses nizamının maskesi olarak kullanan darbeciler iki fonksiyonu yerine getirdi. Bir, NATO’nun “Soğuk Savaş” perspektifi çerçevesindeki “Yeşil Kuşak” projesi doğrultusunda bazı kurumlaşmaları gerçekleştirdi. İkincisi, bizzat Türkiye özgülünde Diyanet bürokrasisini güçlendiren, din derslerini zorunlu kılan, sola karşı tespih tutan gençlerin okullarda ve işyerlerinde gelişmesini, güçlenmesini sağlayan bir politika izledi.
Her ne kadar 12 Eylül darbesi Konya’da “şeriat isteriz” pankartı taşıyan Milli Selamet Partisinin mitingini bahane olarak kullandıysa da gerçekte İslamizasyonu geliştiren bir politika izlemiştir. Vurguladığımız gibi İslamcılara kol kanat geren politika 1950’lerden beri uygulanan bir politikaydı ama hiçbir dönemde örneğin Diyanetin parasal, sayısal ve siyasal olarak bu denli güçlü kılınması kimsenin aklından geçmemişti. Oysa 12 Eylül sonrası bu gerçekleşti. Yine 12 Eylül sonrası zorunlu din dersleri getirilip, giderek ek yasal düzenlemelerle bunun sorgulanmasının parti kapatma gerekçesi yapılabileceği önceki sağcı partiler tarafından bile düşünülememişti. Buradaki sorun sadece görüntüdeki çelişkidir, gerçekse aslında müesses nizamı güvence altına alma, egemen dildeki bekanın ihtiyaçlarına uygun olarak toplumu gütme politikası uygulamasıdır.
Dolayısıyla solun Türkiye toplumundaki ağırlığının keskin bir şekilde azaltılması, siyasal İslam’ın yükselişini kolaylaştırıp, alan açmış oldu?
Evet. İslamcılaştırma toplumsal dinamiklerin gelişiminin önünde bir mendirek olarak kullanıldı. Ama bu mendirekten beslenip büyüyen İslamcı güçler belli bir büyüklüğe geldiğinde artık müesses nizamın yardımcı kuvvetleri olmaktan çıkıp, doğrudan doğruya kendi kafalarındaki devlet projesini uygulama yönünde bir atılıma geçtikleri zaman, onları besleyen devletle aralarında giderek açılan bir yarılma yeniden ortaya çıktı.
Örneğin İstanbul belediye başkanlığının ele geçirilmesinin engellenmeye çalışılması, akabinde 28 Şubat’ta İslamcıların yeniden muhalefet alanına itilmeye çalışılması, onları sınıf mücadelesine, Kürtlere karşı bir mendirek olarak destekleyen devletin pozisyon değiştirmesidir. Ama gelinen o günkü noktada bu pozisyon değişimi, bir dizi iç ve dış nedenle artık İslamcıları durdurabilme inisiyatifi elde etmekten yoksundu.
DİYANET TOPLUMUN İSLAMİZE EDİLMESİNDE TEMEL BİR ROL ÜSTLENDİ
AKP döneminde bütçesiyle, kadrosuyla, faaliyetleriyle daha fazla tartışılan bir kurum haline gelen Diyanet bu dönüşümde nasıl bir rol üstlendi?
Diyanet bu dönüşümde çok temelli bir rol üstlendi. Tek tek tarikatlar da yedek lastik olarak toplumun daha alt kesimlerine yönelik etkili bir şekilde kullanıldılar ama onların hiçbir şekilde Diyanet gibi bir meşruiyeti, mevcut yasal düzen içinde dayanakları söz konusu değildi. Bu açıdan Diyanet bu İslamcı dönüşümün temel aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Diyanet, bırakın laik bir düzende örneğin İran’da ve Suudi Arabistan’da bile olmadık denli büyük bir parasal imkana ve kadro sayısına ulaşmış vaziyette. Düşünün Türkiye’deki bütün eğitim ve sağlık kurumlarının toplam sayısı 60 binlerde sınırlı iken, cami sayısının 120 binleri aştığı bir realite karşısındayız. Ama daha ötesi Diyanet bugün İslamcı referansıyla yargıda, milli eğitimde, kültür bakanlığında, dış yayılmacı yönelimlerde de tayin edici bir kurumdur. Sıkışılan her noktada üretilen fetvalarla, toplumun muasır medeniyet değerlerinden de emeğin ve ezilenlerin haklarından da uzaklaştırılmasında Diyanet bugün olağanüstü bir rol almaktadır. Dahası bugünkü yönetimiyle Diyanet, daha önceki Diyanet yönetimleriyle kıyaslanamayacak kadar dünyevi düzenle iplerini koparmış, buna karşı şeriatçı referansı kurumsallaştırmaya çalışan bir aklı temsil etmektedir. Laikliğin kategorik ihlalini gerçekleştirmek ve toplumun laiklikten kopartılıp İslamize edilmesinin de temel aracı pozisyonundadır.
AKP’NİN CUMHURİYETÇİLİĞİ ÖNCEKİ İKTİDARLARA GÖRE ÇOK DAHA YÜZEYSEL BİR MASKE
AKP, özellikle 2010’dan sonra din eğitiminin kreşlere kadar indirilmesinden, tarikatların devlet örgütlenmesinin temel bir parçası haline getirilmesine sayısız adımlar attı. Bununla birlikte “Laikliğin koruyucusu biziz” söylemi de ihmal edilmedi. Laikliğin üzerine bu kadar basılırken bu söyleme hangi ihtiyaçtan başvuruluyor?
Burada bir toplumsal mühendislik örneği karşısındayız. Yapmaya çalıştıkları asıl şey bir İslamcı devlet inşasıdır. Tabii burada esas mesele İslamcılık örtüsü altında yürüyegelen keyfi yağma düzeninin kalıcı kılınmaya çalışılmasıdır. Bu gerçeklikte dönem dönem laiklikten, cumhuriyetten yana bazı açıklamalar yapılması, içine düşülen sıkışıklık anlarını aşmaya, kendine yeniden rıza ve meşruiyet elde etme hamleleridir. AKP’nin cumhuriyetçiliği ve laikliği kendisinden önceki hiçbir yönetimle kıyaslanamayacak denli araçsal bir maske. Asıl hedeflenen ise İslamcı nesiller yetiştirmek ve toplumu İslamcı bir eksende kontrol altına alma olduğu çok açık; tabii mevcut vahşi kapitalist düzenin sürdürülebilmesi için...
Bugün gerek ekonomik krizin artık çözümsüz bir şekilde derinleşmesi, gerek uluslararası ilişkilerde yaşanan ve yine çözülmesi imkansızlaşan tıkanıklıklar ve artık toplumu ikna etme kapasitesinin yitirilmesi iktidarın Diyaneti ve güvenlik bürokrasisini daha yoğun işlevlendirmesinde belirleyicidir. Ama bunlara rağmen söz konusu mekanizmaların da iktidarı kurtarmaya yetmeyeceği bir noktaya gelindiği açık.
Dolayısıyla gerek AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal’ın “Cumhuriyet bütün düşünce setlerimizi yok etti” ifadelerine MHP’den de tepki gösterilmesi üzerine Sözcü Ömer Çelik’in “cumhuriyet en büyük kazanımımızdır” demek zorunda kalması, gerekse cumhuriyetin yüzüncü yılı için yapılan coşkulu vurgular da aynı stratejinin bir parçası?
Kesinlikle. Ömer Çelik’in cumhuriyeti sahiplenen veya cumhuriyetin yüzüncü yıl kutlamalarında büyük ihtimalle göreceğimiz abartılı vurgular tamamen durumu kurtarmaya, ömür uzatmaya, yeniden bir meşruiyet devşirmeye, özellikle ortaklar içinde bulunan MHP’nin, Vatan Partisinin ve geçmişte bir kısmı yargılanmış olan “Ergenekoncuların” tatminine yönelik bir vitrin düzenlemesinden ibaret. Ama gerçek görüş, bırakın demokratikleşmeyi geçmişin cumhuriyetini bile paranteze almak, cumhuriyetin, başta kadın hakları olmak üzere mevcut burjuva kazanımlarını tasfiye etmektir.
GERÇEK BİR CUMHURİYET VE LAİKLİK TALEBİNİ YÜKSELTMELİYİZ
Siyasal İslam’ın dini gündelik hayata bu denli yayması toplumun bir kesiminde rahatsızlık, hatta endişe yaratsa da güçlü, birleşik bir itiraz sergilenememesini neye bağlıyorsunuz?
Gerçekte bu tablo güçlü bir toplumsal tepkiyle karşılaşmaktadır. Ancak bugün bu tepkilerin belirgin bir şekilde sokağa çıkmaması, henüz etrafında toplanacağı siyasal gücü, parti veya kurumsallaşmayı bulamamasıyla ilgilidir. Ama buna rağmen bugün bu dinselleştirmenin artık meşruiyet dayanaklarının yitirildiği bir noktadayız ve bunu, muhafazakar ailelerin İmam Hatip okullarına yönelik taleplerin gerilemesinde ve gençliğin deist yönelimleri başta olmak üzere hayatın her alanında görmeye başladık. Ben bu noktada farklı bir tartışma alanına geçmek gerektiğini düşünüyorum.
Nasıl?
Biz birinci yüzyılı değerlendirir ve ikinci yüzyıla dair öneriler geliştirirken mutlaka sözcüğün gerçek anlamında demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini içeren bir cumhuriyet talebini dillendirmemiz lazım. Bugünkü mevcut cumhuriyeti bile anayasasızlaştıran, keyfileştiren, otoriter bir İslamcı politikaya karşı seçeneğimiz, geçmiş cumhuriyetin arkasında payanda olmak, geçmiş cumhuriyeti geri çağırmak olmamalıdır. Bugün mezuniyet törenlerinde öğrencilerin İzmir marşı okumasını anlayabilir ve buna sempatiyle yaklaşabiliriz. Ama Türkiye’nin geleceğini inşa etme sorumluluğuna sahip sol, sosyalist, demokrat güçler olarak bizim böylesi bir zeminde durarak mevcut şeriatçı yönelimi hem durduracak bir güç, hem de onun yerine daha iyi bir şey koyabilme şansımız olmayacaktır. O nedenle ben laiklik tartışmasına da, AKP ve diğer restorasyon güçleri arasındaki saflaşmaya da, başka bir yerden müdahale edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bugünkü mevcut keyfiliğe, İslamcılaştırmaya kategorik bir şekilde karşı çıkmak, ama bunun karşılığında dünkü cumhuriyete razı olmamak, amasız fakatsız gerçek bir cumhuriyet ve laiklik talebinin bayrağını yükseltmek gibi bir sorumluluğa sahibiz. Bu noktada sosyalistlerin özellikle 2010 referandumundan da ders alarak, özellikle toplumun ezilen emekçi kesimlerinin, aydınlarının, gençlerinin önüne böylesi bir bayrak koyarak insanların 1923 cumhuriyetinin koşullarına razı olmasına kapıları kapatmaları gerekiyor diye düşünüyorum.
ALTILI MASANIN KÜRT VE ALEVİ SORUNUN ÇÖZÜMÜNE KATILMALARI SOLDA ETKİN BİR GÜÇ YARATILMASINA BAĞLI
CHP ve inşa ettiği Millet İttifakı din ve vicdan özgürlüğünden bahsediyor ama diğer temel başlıklarda olduğu gibi bu konuda da somut bir perspektif ortaya konmuş değil. Üçü muhafazakar, ikisi milliyetçi-muhafazakarlık çizgisinde olan dört partinin olduğu masadan laiklikle ilgili toplumun beklentilerini karşılayacak bir vaat çıkabilir mi?
Çıkamaz. Ne yazık ki çıkması da mümkün değil. Çünkü işaret ettiğiniz bileşim bunu üretmeye uygun değil; tıpkı emek eksenli bir ekonomi politika üretmeleri mümkün olmadığı gibi. Kuşkusuz tek adam rejiminin çözülmesinde onların da göreceği kritik bir işlev var, dolayısıyla içinde bulunduğumuz özel konjonktür onları düşmanlaştıran, temel rakip konumuna düşüren bir algıdan uzak durmayı gerektirmektedir. Ama onların rejimi restore etmeye çalışan güçler olduğunu ve gelinen noktada radikal bir düzeltme yapabilmelerinin imkansız olduğu açık. Esasen altılı masa olarak tabir edilen merkez muhalefetin, emeğin haklarını savunan sosyal politikalara çekilmeleri, Kürt ve Alevi sorunlarının çözümüne katılmaları, yanı sıra laikliğe çekilmesi, onun solunda etkin bir güç odağının yaratılmasına bağlıdır. Bu bağlamda toplumun dinselleşmeden kaynaklı arayışlarına da muhafazakar önyargılarla teslim alınmış kesimlerine de iyileştirici bir umut dalgası oluşturabilmek için özgürlükçü bir laiklik bayrağını etkili bir şekilde savunan bir çekim odağına olan ihtiyacımızın her zamankinden fazla önem kazandığı bir konjonktürdeyiz. Altılı masanın demokrasiyle, sosyal hukuk devletiyle olduğu gibi, laiklikle de uzlaşmaya zorlanması solun geliştireceği hegemonya ve bunun için gerekli kucaklayıcı dille doğrudan bağlı olduğunu düşünüyorum.
YOĞUN DİNSELLEŞTİRME TERS TEPTİ
Gençlerin deist yönelimlerine değindiniz. Araştırmalar da gençler arasında deizm, ateizm gibi akımların yükseldiğini, dinden uzaklaşma eğiliminin arttığını, yanı sıra Diyanete güvenin azaldığını ortaya koyuyor. Bunca dinselleştirme adımlarına, dindar nesil yetiştirme hamlelerine rağmen bu eğilimin yükseliyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerek son 20 yılın Ortadoğu’sunda gördüklerimiz, gerek Türkiye’nin son 20 yılı bize çok net olarak göstermiştir ki, dinselleştirme toplumun özgürlüklerini, haklarını, can güvenliklerini ve bunlarla kopmaz bir bağı olan ekmek ve iş güvencelerini sürekli olarak negatif etkilemektir. Bu da toplumun kendi içinde nefret suçlarına açık, kendi çağından kopuk bir hale gelmesine neden olmaktadır. Bu atmosfer, gençler içinde yoğun dinselleştirmeye karşı, tersinden politizasyonu ve dinden uzaklaşma şeklindeki eğilimi kaçınılmaz kılmaktadır ve iyi ki kılmaktadır. Açıkça görülen o ki, yoğun dinselleştirme ters tepmiştir. Özellikle özgürlük alanlarına daha fazla düşkün, hayallerini gerçekleştirmek isteyen gençlerde bu durum daha ciddi bir uzaklaşma ve arayışı beraberinde getirmiştir. Bu pozitif bir yandır ama Türkiye’nin demokrasi güçleri eğer bu uzaklaşma ve arayışı örgütleme, onlara ulaşma, onlarla ideolojik yanyanalık sağlama becerisi gösteremeyecek olursa, bu çözülme hali tam bir erozyona da yol açabilir. Türkiye’nin demokrasi güçleri işin bu yanını da mutlaka gündemlerine alarak irdeleme yapma zorunluluğu ile karşı karşıyadır.
Evrensel'i Takip Et