06 Kasım 2022 04:05

Emekçi halk, zenginleri önceleyen iktidarlara karşı durmalı

Avrupa’nın üç önemli ülkesi Almanya, Fransa ve İngiltere’de iktidarların uygulamak istedikleri faiz politikası ve yeni ekonomik ilişkilerde yine öncelik zenginlere olacak.

Fotoğraf ve kolaj: Evrensel

Paylaş

Almanya’nın Çin’le ilişkileri ülke içinde yol açtığı tartışmalarla devam ediyor. Hamburg Limanında pek de önemi olmayan bir terminalin Çin nakliyat firması Cosco’ya satılma planı uzlaşmayla sona erdi. Başbakan Olaf Scholz da Çin gezisine çıktı. Alman sermayesinin eli Çin’e bağlı ancak Çin’in ekonomik güçlenmesi ABD ve AB gibi Almanya’nın da aleyhine...

İngiltere Merkez Bankası, faiz oranını yüzde 2.25’ten 3’e yükseltti. Son 33 yılın bu en büyük artırımı için enflasyonla mücadele hedef gösterildi. Banka aynı zamanda, ülke ekonomisini 2024’ün ikinci yarısına kadar sürebilecek en uzun süreli bir resesyonun beklediği uyarısında bulundu. Ancak bu faiz artışının, zaten yüksek enflasyon ve eriyen ücretler nedeniyle geçim sıkıntısı çeken dar gelirlilerin özellikle ipotekli konut kredisi borçlarını geri ödemede zorlanmasına yol açacağı belirtiliyor. Guardian gazetesi başyazısında, faiz oranlarının yükseltilmesinin, finans sektörüne fayda sağladığını, aynı zamanda gelirin yoksul hanelerden zengin hanelere kayması anlamına geldiğini vurguluyor.

Fransa’da Başbakan Elisabeth Borne, 2023 yılının bütçesi ile ilgili yasa tasarısı için parlamento oylaması yerine Anayasa’nın 49. maddesinin 3. fıkrasını dördüncü kez kullandı. Geçtiğimiz günlerde, hükümet güç geçitleri ile parlamentoyu 49.3 ve gensoru önergeleri kullanılan maçların oynandığı bir tür ringe indirgemiştir. Manzara dokunulmaz teknokratların bir ülkeyi artık yasaların geçerli olmadığı bir şirket gibi yönetebileceklerine inandıkları büyük bir trajediyi andırıyor.

ÇİN TİCARETİNİN DİYALEKTİĞİ

Alman dış politikası

Federal Başbakan Scholz’un Çin gezisine bağlı olarak: Almanya’daki Çin yatırımları konusundaki anlaşmazlık devam ediyor. Çin endüstrisi, büyümeye devam ederse Almanya’yı devre dışı bırakabilir.

Şansölye Olaf Scholz’un Çin’e yapacağı ziyaret öncesinde, Çin’in Almanya’daki yatırımları konusundaki anlaşmazlık sürüyor. Çinli nakliye şirketi COSCO’nun bir yıl önce anlaşmaya varılan Hamburg Limanındaki bir terminale girişi geçen hafta kısıtlamalarla onaylandı. Hür Demokrat Parti FDP ve Bündnis 90/Die Grünen’den federal bakanlar tüm güçleriyle bunu engellemeye çalıştılar. Arka plan, Federal Cumhuriyet’in ekonomik gelişimindeki çelişkiler. Çok sayıda Alman şirketi, hatta bazı durumlarda tüm sektörler, Çin Halk Cumhuriyeti ile yakın ekonomik iş birliğinden büyük ölçüde yararlanmaya devam ederken, bu yoğun iş birliği aynı zamanda Çin endüstrisinin güçlendirilmesine -Alman rekabetinin aleyhine- katkıda bulunuyor. Örneğin COSCO, konteyner taşımacılığında yüzde 11 dünya pazar payı ile Hamburg gemicilik şirketi Hapag-Lloyd’u çoktan geride bıraktı ve uzun vadede onu devre dışı bırakmakla tehdit ediyor. Berlin düşünce kuruluşu MERICS tarafından yapılan güncel bir araştırma, Alman otomotiv gruplarının Çin faaliyetleri açısından benzer gelişmelerin olduğunu ortaya koyuyor.

Çinli denizcilik şirketi COSCO’nun Hamburg Limanındaki bir terminale girişi konusundaki sert anlaşmazlık, Alman hükümetinin Çin politikasının izlediği çatışan çıkarları açıkça ortaya koydu. COSCO, eylül 2021’de Hamburger Hafen und Logistik AG (HHLA) ile Tollerort’taki konteyner terminalinin yüzde 35’lik azınlık hissesini devralmak için anlaştı. Tollerort, Hamburg Limanındaki en küçük terminal. Aynı zamanda kritik altyapının bir parçası olmadığı için geçiş sorunsuz görünüyordu: Bu, yılda 17 milyon ton elleçleme ile başlıyor; Tollerort kısa süre önce sadece 12.1 milyon tonluk bir üretim kaydetti. Federal Ekonomi ve Teknoloji Bakanlığı bile bunu kabul etti -ayrıca COSCO’nun limandaki araziyi kontrol eden Hamburg Liman İdaresi üzerinde terminalde hisse sahibi olarak herhangi bir etki kazanmayacağı gerçeğini de kabul etti. Terminallerde hisse satın almak endüstride yaygındır çünkü genellikle tercihli iniş hakları alma seçeneği ile birlikte gelir; bu, aşırı yüklenmiş terminallerin önünde uzun ve pahalı bekleme sürelerini önler. Örneğin Hamburg gemicilik şirketi Hapag-Lloyd, şu anda Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika’daki limanlarda alışveriş çılgınlığı yaşıyor.

COSCO’nun Tollerort’taki konteyner terminaline katılımının nispeten küçük sonuçlarına ek olarak -maliyetler 65 milyon avro olarak tahmin edilirken Hapag-Lloyd şu anda milyarlarca yatırım yapıyor- Hamburg Limanı için önemli bir ekonomik fayda da vardı. COSCO, Tollerort’a katılım ve buna bağlı olarak lehte çıkarma haklarının tahsisi gerçekleşirse, limanı Çin ile ticaret için Kuzey Denizi’nde tercih edilen bir aktarma noktası haline getireceğine söz vermişti. Çinli şirketler zaten limandaki en önemli müşteriler ve Tollerort’un kapasitesini büyük ölçüde kullanıyorlar. Bu, Hamburg için bir avantaj olarak görüldü: bir yandan COSCO, Rotterdam ve Antwerp’teki rakip limanlarda da yer alıyor; Öte yandan, liman, fairway’in kumlanması gibi teknik sorunlarla karşı karşıyadır ve ilgili zorluklarla mücadele etmek zorundadır. COSCO’nun mutabık kalınan girişiyle bağlantılı uzun vadeli, güvenilir müşteriler kazanma olasılığı bu nedenle son derece çekiciydi. Buna ek olarak, HHLA ve COSCO ortak kapsamlı faaliyetler planlıyorlardı; örneğin, Polonya’da ortak bir katılım planlandı.

Alman ekonomisinin dünya pazarlarındaki her zamanki güçlü, genellikle lider konumunu Çin’e kaptırma olasılığı, federal hükümeti Halk Cumhuriyeti’ne karşı daha sert bir yol izlemeye itiyor. COSCO’nun Tollerort konteyner terminaline girmesi durumunda, bu bir uzlaşmaya yol açtı: Çinli grup sadece yüzde 24.9 hisse alabilecek. Bu, yönetim kadrosunda veya şirket stratejisinde hiçbir söz hakkı olmadığı anlamına geliyor.

Geçen hafta, Berlin Mercator Çin Araştırmaları Enstitüsü (MERICS), Alman Çin politikasındaki çatışan çıkarların örnek bir analizini sundu. Enstitüye göre, Çin pazarı Alman otomotiv endüstrisi için önem kazanmaya devam ediyor. Alman otomobil şirketleri için uzun zamandır en önemli satış pazarı durumunda. Elektrikli otomobillere geçiş için de özel bir önem taşıyor: Alman üreticiler çok uzun süre içten yanmalı motora güvendikleri için elektrikli otomobiller söz konusu olduğunda yenilikçi Çinli üreticilerin gerisine düştüler; onlar artık kendi iç pazarlarındaki yeni güçlerini dünya pazarında lider bir konum elde etmek için kullanmaya bile hazırlanıyorlar -en azından Alman rekabeti pahasına. Ancak Almanya Çin endüstrisinin son derece yenilikçi kapasitelerini cari açığı kapatmalarına yardımcı olmak için kullanmada en iyi şansı görüyor. Bu nedenle Halk Cumhuriyeti’nde araştırma ve geliştirmeye tüm gücüyle yatırım yapıyor.

Ancak bunu yaparken, Alman iç pazarında bir bütün olarak ekonomi için sorunlar yaratıyor. Bir yandan, stratejik açıdan önemli araştırma ve geliştirme faaliyetleri giderek artan bir şekilde Almanya’dan Çin’e taşınmakta. Öte yandan, Alman otomotiv grupları giderek artan bir şekilde Çin’de ihracat -Almanya ve Avrupa’ya bile ihracat- için üretim yapmaya başlıyor.  Bu, şimdiye kadar iç piyasaya hizmet eden Federal Cumhuriyet’teki sanayi tabanını zayıflatıyor. Üçüncüsü, Alman araç üreticileri arasında Halk Cumhuriyeti’ndeki e-araba tedarikçilerinin dünya pazarına girmesinin önünü açma eğilimi var. Bu aynı zamanda Alman tedarikçilerin ve dolayısıyla Alman endüstrisinin pahasına. MERICS analizinin yazarı, federal hükümete -şimdiye kadar olduğu gibi- sadece Alman otomobil şirketlerinin Çin’deki işlerini desteklemesini acilen tavsiye ediyor.

Çeviren: Semra Çelik

MERKEZ BANKASI HALKIN DEĞİL KÂRIN YANINDA

Guardian / Başyazı

İngiltere Merkez Bankasının para politikası kurulu, ekonominin resesyona doğru ilerlemesine rağmen perşembe günü faiz oranlarını bir yıl içinde art arda sekizinci kez artırdı. İngiltere’nin son 33 yılın en büyük faiz artırımına neden ihtiyaç duyduğu açık değil. Hazine harcamaları kısıp vergileri arttırırken krediyi daha maliyetli hale getirmek, ülkenin belki de çoktan girdiği bir resesyonu derinleştirmekten ve uzatmaktan başka bir işe yaramayacak. Liz Truss’un istifa ettiği gün, Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Ben Broadbent’in, faizlerin artmaya devam edemeyeceğini, çünkü bunun hastaya zarar verecek bir ilaç olduğunu savunan konuşmalar yapmasının nedeni de muhtemelen budur.

Broadbent’in konuşmasının zamanlaması, borçlanma maliyetlerindeki artıştan yalnızca Truss politikalarının patlamasının sorumlu olduğunu düşündürüyordu. Oysa faiz oranları geçen yıl bu zamanlar yüzde 0.1 idi ve perşembe günü yüzde 3’e ulaştı. Bu, kredi sahiplerinin her 100 bin sterlinlik ipotek borcu için yıllık 1800 sterlinlik ekstra ödeme anlamına geliyor. Bu durum, kredi ödemeleri belli süreliğine düşük sabit orana bağlanmış olan ve gelecek yıl bu sürenin sona ereceği 1.8 milyon kişinin bu ipotekleri daha yüksek bir maliyetle yeniden finanse etmek zorunda kalacak olması nedeniyle sorun teşkil ediyor. Kiralar da yükselecek. Truss’ın beceriksizliği ve inandırıcı bir büyüme planının olmaması kınanmayı hak ediyor. Ama yüksek faizler ve mali sıkılaştırma nedeniyle onu suçlamak da yanlış olur. Çünkü bu kararlar Merkez Bankası ve Hazinenin.

Doktorlar artık hastaların kanını akıtmanın onları sağlıklı kılacağına inanmıyor. Ne yazık ki ekonomi politikasını belirleyenler hâlâ inanıyor. BM’nin Aşırı Yoksulluk Raportörü Olivier de Schutter, Rishi Sunak tarafından öngörülen ve İngiltere’deki en yoksullara zarar verecek milyarlarca sterlinlik harcama kesintilerinden “son derece rahatsız” olmakta haklı. Yeni kemer sıkma politikasının on yıl önce denendiğinden çok daha kötü olması muhtemeldir. O dönemde kamu harcamaları kısılırken faiz oranları düşürülmüştü. Şimdi ise faizler yükseliyor ve hükümet desteği azalıyor. İstihdam edilenlerin sayısı artıyor ama reel ücretler düşüyor. Enflasyon yükseliyor - ama veriler, fiyatları işçilerin değil, kâr eden şirketlerin yükselttiğini gösteriyor.

Görünen o ki, Merkez Bankasının 1992 yılında uygulamaya koyduğu enflasyon hedeflemesi rejimi işçi karşıtı bir ön yargıya sahip. Merkez Bankası Başkanı Andrew Bailey, işçileri ücret artışı istedikleri için azarladığında ağzındaki baklayı çıkarmış oldu; şirketlerin aşırı kârları enflasyonu daha da kötüleştirdi ama bu büyük kârlar konusunda onları kınayan olmadı. Faiz oranlarının yükseltilmesi, Bankanın düzenlemesi gereken finans sektörüne fayda sağlıyor. Analistler, ticari bankalara rezerv tutmaları için daha fazla ödeme yapıldığını ve bunun (en büyük bankalardan biri olan) HSBC’nin kârının yüzde 5’ine denk geldiğini söylüyor. Bu hamle para birimini destekliyor ve Bankanın faiz oranları üzerindeki kontrolünü sıkılaştırarak yeniden sağlamasına ve daha sonra tahvilleri kendisi satın almak yerine özel yatırımcılara sunmasına olanak tanıyor. Ancak yüksek faiz oranları aynı zamanda gelirin hiç birikimi olmayan yoksul hanelerden çok birikimi olan daha zengin hanelere kayması demek.

Fiyatların yükselmesini sağlayacak mekanizmalar olmazsa fiyatlar düşecektir. Son büyük şoktan sonra 2009’da olan buydu. Hem fiyat hem de ücret belirleyicilerin aynı anda taleplerini artırdıklarına dair bir işaret yok. Ancak enflasyonun nasıl düşürüleceği konusunda bölüşüme ilişkin ve siyasi tercihler var. Merkez Bankası, İngiliz ekonomisindeki baskın çıkarların hakimiyetini garanti altına almak için ekonomik adalet terazisine baskıcı bir müdahalede bulunuyor. Bankanın yıllık raporunda da görüldüğü gibi, artan ürün maliyetleri enflasyona neden oluyorsa, bunun bedelini şirketlerin değil işçilerin daha düşük ücretlerle ödemesi gerektiğini düşünüyorlar. İngiltere Merkez Bankasının, halkı ezip geçmesine izin verilmemeli, yolundan döndürülmelidir.

Çeviren: Dış Haberler Servisi

ZORLU GEÇİŞ

Cathy Dos Santos / L’Humanité

İkinci dünya savaşı sonrası kazanılan sosyal hakların temellerinin yıkılmasıyla damgasını vuran Macron’un bir önceki görev dönemi zaten kül tadı bırakmıştı. Ancak hiçbir ders almayan Élysée Sarayı inatçı ve reformları zorla geçirmeyi tercih ediyor. Ulusal Meclisin çalışmalarına yeniden başlamasının üzerinden üç haftadan kısa bir süre geçtikten sonra hükümet meşhur 49.3’lük baltayı çekti (Hükümet, bir yasa tasarısının oylamadan yürürlüğe girmesi için Anayasa’nın 49. maddesinin 3. fıkrasını kullanabiliyor. Ancak 49/3’ün kullanılması durumunda muhalefet partilerine de gensoru önergesi sunma hakkı tanınıyor). Bu anayasal yetki gasbı tamamen yasal; ancak kullanımı, azınlıkta olduğunu bilerek kaslarını göstermeye çalışan bir gücün belirtisidir.

Yürütmenin tetikçileri, Thatchercı politikanın yolunu izleyip kirli işlerden sorumludur: Kan ve gözyaşı getirmesi ve zaten hazırda bekleyen aşırı sağı güçlendirmesi önemsiz kalıyor. Kurumsal manzara, dokunulmaz teknokratların bir ülkeyi artık yasaların geçerli olmadığı bir şirket gibi yönetebileceklerine inandıkları büyük bir trajediyi andırıyor. Tartışmalar ve özellikle de muhalefet tarafından sunulan ve bütçesi kovidin borcu nedeniyle azalan sosyal güvenlik sisteminin kan kaybının durdurulmasına katkıda bulunabilecek değişiklik önergeleri bir kenara itildi.

Yürütme, Parlamentoyu, 49/3 ve gensoru önergeleri kullanılarak maçların oynandığı bir tür ringe indirgemiştir. Sol güçleri, her şeye rağmen ve özellikle de herkese rağmen yöneterek bir ülkeye hizmet edilemeyeceğini tekrarlamasına rağmen, hükümet aynı tutumu sergiliyor. Başbakan Elisabeth Borne’un çok sevdiği bu yakıp yıkma politikasının tutarsızlığından ilk zarar görenler, şirketlere karşılıksız olarak verilen kamu yardımlarının ve vergi hediyelerinin faturasını zaten ödemekte olan emekçilerdir. Başbakan, tıpkı geçmişte SNCF ve RATP çalışanlarının statülerinin yok edilmesinden sorumlu olduğu dönemde yaptığı gibi, hükümetin başında bir temizlikçi gibi davranarak ulaşımın özelleştirilmesine doğru zoraki bir yürüyüş gerçekleştiriyor. “İyi niyetle yapıcı bir tartışma” istediğini pekala beyan edebilir, ancak eylemleri sözlerine ihanet etmektedir. Bu oyunda Rassemblement National (aşırı sağ) bir kez daha toplumsal ıssızlığın meyvelerini toplama riskiyle karşı karşıyayız.

Küçümseme ve küstahlık ulusal sorunlara bir cevap olamaz. Ekonomik kriz derinleştikçe, dünkü güçsüzlük duygusu giderek elle tutulur bir öfkeye dönüşüyor. Sonbahardaki sendikal eylem günleri, yayılmakta olan grevler ve dayanılmaz sınıf düşmanlığına rağmen olumlu sonuçlanan rafinerilerdeki hareket, hükümetin ciddiye alması gereken sinyallerdir. Popüler olmayan emeklilik reformu halihazırda başkanlığın diğer büyük projesi olarak gösterilirken, 27 Ekim ve 10 Kasım eylemleri yaşamak için ücret artışı talebini yükseltiyor. Genel bir rahatsızlığı ifade etmek için sokağın seçilmesi, hükümetin reddedilmesinin daha açık olduğu anlamına geliyor. Gerçekle hiçbir şekilde örtüşmeyen kesinliklerle dolu bu yalıtılmış hükümet, hâlâ Cumhuriyet temsilciliği adına manevra yapıyor. Asıl soru, bu durum daha ne kadar zaman sürecektir.

Çeviren: Diyar Çomak

ÖNCEKİ HABER

Araba Sevdası

SONRAKİ HABER

Nea Sinasos’ta son Sinasoslu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa