Cellâtlar hiç yaşamadı mı?
Muhteşem Yüzyıl dizisinde geçtiğimiz haftanın “sıcak konusu” olan, Pargalı İbrahim’i “ninja”ların öldürüp öldürmediği(!) tartışmasını bir tarafa bırakıp Osmanlı tarihinin sevimsiz bir gerçeğine doğru kısa bir yolculuk yapalım.
Cellâtların hangi şartlarda ve nasıl geleceği bilinmez. Kimi zaman ihanete gün doğarken, kimi zaman şeref ve ahlaka akşam karanlığı çöktüğünde gelirler. Sessiz ve kararlıdırlar. Padişah ve sadrazam ve paşa ve kaymakam ve asker ve eşkıya ve düşman ve hatta dost olabilirler. Resmi tarih sayfalarında cellâtların ve kurbanlarının yer almadığını biliyoruz. Gayriresmi tarih anlayışı ise “olguya” farklı yaklaşabilmek, ince ayrıntıları görmeye çalışmaktan ibarettir. “Geçmişi doğruları ile söyleyemiyorsak, geleceğe nasıl ulaşacağız?”
‘CELLAT NESİ? VALLAHİ DUYMADIM’
“54 yıldır buradayım, valla öyle bir yer duymadım” dedi, Hasan Bey. Eyüp sırtlarında sonradan tapusunu aldığı ev ve işyerinin üç tarafı Osmanlı döneminden kalma mezar taşları ile çevrili yerinde 54 yıldır yaşamasına rağmen. Torunları mezarların arasında ellerinde çomaklar, koşturuyordu. Mezarlıkta görevli bir başkası, “Bayırda (Karyağdı Bayırı) birkaç taş kalmıştı ama şimdi onlar da yoktur” diyerek hevesimi kırmaya çalıştı. Oysa Karyağdı Tekkesi olarak bilinen yörede ve tarihi kahvehanenin altındaki dik bayırda Osmanlı’da lanetli olduğuna inanılan cellât kabristanından geriye birkaç mezar kaldığını biliyordum.
DUASIZ MEZARLAR
Osmanlı tebaası olan cemaatlerin İstanbul’da ayrı mezarlıkları bulunur. Her birinin görünümleri farklıdır ve ilk bakışta birbirinden ayırt edilir. Yahudi mezarlarının başlık taşında altı köşeli yıldız, Hıristiyanlarda istavroz (Ermeni ve Rumların, Katoliklerin, Protestanların değişik şekillerde) bulunur. Osmanlı mezarlıkları ise her biri birer sanat eseri olan başlıklarla doludur. Ulemanın, yeniçerinin, sadrazamın sarıkları başka başkadır. Mezarlara girdiğinizde kimin Bektaşi, kimin Mevlevi olduğu anlaşılır. İsimleri, doğum değilse bile ölüm tarihleri ve istinasız her birinde kitabeleri bulunur. Genellikle de mezarda yatan için Fatiha Suresi okunması yazar bu kitabelerde. Fatiha Suresi özet olarak şöyle der; “... Kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlık ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna; dosdoğru giden yola ilet bizi Allahım.” Cellâtlar bu duayı hak edememiştir. Onların mezar taşlarında ne bir isim, ne bir şekil, ne bir resim, ne de bir satır yazı bulunur. Gömüldükleri yerde sadece bir taş dikilidir. Toprağın altında yatan kişi kimdir, ne zaman doğmuş, ne zaman ölmüştür, hangi aileye mensuptur anlaşılmaz. Sadece yaklaşık yarım metre eninde, iki-iki buçuk metre boyunda bir küfe taşı vardır ki; hepsi o kadar. Mezarlık Osmanlı İstanbul’unun en uç noktasında, yani Karyağdı Bayırı’nda kurulmuştur.
Karyağdı Bayırı, 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar kentten uzak, ıssız bir yerdi. İstanbul’a ilk karın oraya yağdığı, son karın da oradan kalktığı söylenir. Sağlıklarında devletin bitişiğinde, saltanatın hemen yanı başında yer alan cellâtlar ölünce buraya adeta sürgün edilir. Hiç doğmamış gibi isimsiz, hiç yaşamamış gibi biçimsizce gömülür, yok sayılırlar. Cellât Mezarlığı geçen yüzyıllar içinde nüfusun artmasıyla birlikte Eyüp Mezarlığı ile birleşir.
KIYMETLİ BİR MİRAS
Bu yazıya kaynak oluşturan eserlerin tarihçi yazarları ortak bir görüş içinde ve Karyağdı bayırındaki cellât mezarlığını dünya tarihinin en önemli abidelerinden biri olarak görüyorlar. Tekfur Sarayı Bizans, Topkapı Sarayı Osmanlı tarihi için ne denli önemliyse Cellât Mezarlığı hem Osmanlı hem de dünya tarihi açısından o kadar kıymetli bir tarihsel miras olarak algılanıyor. Bu mezarlık tamamen ortadan kalkarsa Osmanlı’nın siyasal tarihinin kanıtlarından biri yok olacak deniyor.
Son 30 yıl içinde cellât mezarları yerinden sökülmüş ve boşaltılan alanlara başkaları gömülmüş. Şimdilerde günümüze gelebilmiş birkaç cellât mezar taşının hemen bitişiğinde, kitabesinde ‘‘Küçücük bir kuş idim/ Uçtum yuvamdan/ Genç yaşta ayırdı felek beni anamdan babamdan’’ ibaresi yer alan bir kız çocuğunun kabrini görmek mümkün. Bu ülkenin toprakları tezatlığın her türlüsünü sergiliyor. Bir yanda kaderin ellerine teslim edilmiş ruhlarımız, diğer yanda kaderini bizlerin çizdiği ve hoyrat davrandığımız insanlarımız. Tamamı kurmaca Muhteşem Yüzyıl dizisiyle izleyiciye (de) hoyrat davrandığımız ortada... Ölüm cezasını 21. yüzyılda savunanlar tezlerini “idam cezasının caydırıcılığı” üzerine kurmaktadır. Yani idam cezası suç işlemeyi önlemektedir ve suç işleyecekler üzerinde caydırıcı bir etki yapmaktadır. Ne var ki, bu görüşün temel iddiası tarihsel olarak kanıtlanabilmiş değildir. Osmanlı tarihine baktığımız zaman cezanın amacı nedir sorusunun cevabını almak mümkün olmuyor. Faile bir bedel ödetmek midir? Suç işleyen kişiyi yeniden kazanmak mıdır? Osmanlı’da cezanın, iktidar üzerinden yönetilenlere bir mesaj vermek için uygulandığı aşikâr. Ölüm cezası insanı yok ederek, ceza olmaktan çıkıp bir öç almaya dönüşmüş.
Çelişki ise ölüm kararını veren iktidarın bu “kötü işi” yani öç almayı, kendisi yapmayıp, toplum tarafından hor görülen bir ırktan oluşturduğu, son derece organize olmuş birliğin içinden seçtiği kişi veya kişilere yaptırıyor olmasıdır. Belki de Tolstoy’un dediği gibidir özetimiz; “Dünyada savaş, egemen kurumlar tarafından değil, ancak savaştan mağdur olanlarca durdurulabilir. Onlar en doğal olanı yapacak ve emirlere uymaya son vereceklerdir.”
MAKAMA GÖRE İNFAZ
PADİŞAHIN verdiği ölüm emirleri yerine getirilirken mahkûmun makamına, kimliğine göre bir usul uygulanır. Tüm sadrazam, ulema, kaymakam, hekim gibi yüksek mevkilere sahip “mahkûmlar” kan dökmeme kuralına uygun olarak infaz edilir, yani boğulur. İşin daha da trajik yanı; padişah kendisi için ölüm fermanı çıkartmaz ama sıra kendisine geldiyse yüksek seviyeli memur itibarı görür ve cellâdı tarafından boğulur. İbret ve inandırıcılık için ölümden sonra baş kesme işlemi yapılabilir. Bu kesme işlemi için adına “şifre” denen gayet keskin ve kullanırken yetenek isteyen özel bir ustura kullanılır.
MESLEĞIN ÜNLÜSÜ: KARA ALİ
RESMİ olmayan tarihe göre Cellât Çeşmesi Kara Ali’den daha ünlü bir cellât görmemiştir. “Kara Ali sanatıyla iftihar ederdi. Bir elinde balta, öbür elinde ölüme mahkûm başı tıraşlı, kavuğu yuvarlanmış, makamından düşmüş, mührü elinden alınmış, uzun sakalı ve sararmış yüzüyle vezirleri ve defterdarları Yedikule’ye veya Siyaset Çeşmesi’nin önüne sürüklediği zaman övünülecek bir iş gördüğüne inanırdı. Etrafına bakmaz, avını öldürmekten büyük bir zevk duyardı.”
Evliya Çelebi şöyle yazar; “Kara Ali geçiyordu. Bazuları sıvamıştı. Kılıcı belinde bağlıydı. Ucu aşıklı ve yağlı kementler kemerinde asılıydı. İşkence aletlerinden kerpeten, burgu, çivi, demirkıl, deriyüzentraş, el ve ayak kırmaya mahsus baltalar iki yanında takılıydı.”
Meşhur gezginin satırlarından anlaşılacağı gibi cellâtlar sadece infazla yükümlü değildi. İşkence yapmaya da yetkiliydiler. 1630’dan 1650’ye kadar sarayda hizmet veren Kara Ali Osmanlı İmparatorluğu’nun pek çok döneminde yaşanmış bir başka “tuhaflık” yaşayacak ve o güne kadar “Bana şunun kellesini getir” diye buyuran padişahı, Sultan İbrahim’in de cellâdı olacaktır. Cellât Kara Ali’nin ölüm nedeniyle ilgili herhangi bir kayıt yoktur. Sadece öldüğü yıl 1664 olarak belirtilmiştir. Yattığı yer Karyağdı bayırındaki cellât kabristanıdır. Büyük ihtimal mezar taşı çoktan yok olmuştur, az ihtimal kalan 2-3 küfeki taşından biridir. Hangisi doğrudur, bilemeyiz. Belki de Kara Ali hiç yaşamamıştır...
OSMANLI RESMİ CELLÂT KURULUŞU
BÜTÜN kademelerinde organize olmuş koskoca bir imparatorluğun tabi ki bir cellâtbaşı idaresinde, sayıları devrine göre değişen cellâtlardan oluşmuş bir resmi cellât teşkilatı olacaktı. Cellatbaşı ve cellâtlar Bostancıbaşı’na bağlıdır. İdam hükmü padişah tarafından Bostancıbaşı’na verilir, eğer öldürülecek kişi yüksek makamdan birisi ise (vezir, veziri azam, hekim, kadı gibi) idamda Bostancıbaşı mutlaka bulunur. Bostancıbaşı makamı sarayın en büyük makamlarından biridir. Bu makamı işgal eden kişinin bir diğer görevi, emrindeki Bostancı neferleriyle sarayın ve padişahın şahsını korumak, İstanbul’un Boğaziçi ile beraber bütün sahillerinin ve limanlarının güvenliğine bakmaktır.
Sultan Abdülmecit’in 1826 yılında Osmanlı Cellât Teşkilatı’nı kapatmasından sonra alınan tüm idam kararları, parayla tutulan cellâtlara yaptırılmaya başlanır. Bunun için yine Çingeneler seçilir.
SİYASET ÇEŞMESİ
TOPKAPI Sarayı’nda, birinci avludan Bab-üs Selam kapısına (Orta Kapı) gelinceye kadar sağ bahçe duvarı boyunca gidildiğinde günümüze ulaşmış ama ağaçlar arasında dikkat çekmemesi için özen gösterilen bir çeşme dururdu. (En son 2007’de orada duruyordu, 2012’de tekrar gittiğimde önü “turist danışma” ofisi ile kapatılmıştı.) Ahmet Mumcu, Topkapı Sarayı’ndaki bu çeşmeden bahsederken adının Cellât Çeşmesi olduğunu yazıyor. Sultan tarafından suçlu ilan edilenlerin kellesi bu çeşmenin önündeki bir kütükte kesilir, cellât kanlı ellerini bu çeşmede yıkarmış. Siyaset ile katliam yetkisi tek bir kişinin yani sultanın elinde toplandığı için bu çeşmeye ‘‘Siyaset Çeşmesi’’ denilmiş. Cellâtlar, padişahın uyuduğu sarayın, hemen yüz metre ilerisindeki bu çeşmenin arkasında ikamet edermiş.
CELLÂT MAAŞLARI
OSMANLI’da zaten yemek ve barınak ihtiyaçları saray tarafından karşılanan cellâtlar için (Topkapı Sarayı Hamcılar Ocağı denen saray kayıkçılarının koğuşlarının yanında tahsis edilmiş yerdeydiler) icra ettikleri meslek gereği bağlanan herhangi bir ödenek ya da maaş kaydı yoktur. Onun yerine tarihe Cellât Mezadı olarak geçmiş, kendi içinde kuralları olan bir ticaret vardır. Sistem basittir. Kurban cellâda teslim edilince elbiseleri ve üzerinden çıkanlar (para kesesi, yüzük, saat, kemer vb) cellâdın olur. Diğer cellâtların da ganimetleri bir yerde toplanır ve yılda bir ya da iki kez düzenlenen mezatlarda halka satılır. Satıştan elde edilen para yine ortak bir yerde toplanır ve cellât sayısına eşit miktarda bölünür.
* Yazar, sinemacı
Evrensel'i Takip Et