09 Kasım 2022 05:00

“Devrim tarihin coşkusudur”

Devrim tarihin coşkusudur ve bu coşku, kim nasıl tanımlarsa tanımlasın, yürümeye, devinmeye, çamura batıp çıkmaya, içine kapanıp ferahlamaya, sersemleyip ayaklanmaya devam ediyor.

Evrensel

Paylaş

‘68 olarak bilinen ve dünyaya yayılan toplumsal hareketlerin ilk taşının atıldığı Fransa’nın öğrenci hareketinin popüler sloganlarından biridir başlıktaki alıntı.

Bir süredir memleketin siyasi atmosferindeki gelişmeler, üniversite gençliği başta olmak üzere gençlik kesimlerinde “değişim” fikrine dair bir yabancılaşmayı içeren bir duygu-durumu yaratıyor. Elbette, Türkiye’nin popüler siyaset sahnesinde “seçim” ile kodlanan “mahşer” gününün bütün yakıcı ve acil sorunların önüne konulmasının bir sonucu olarak sahici bir “değişim” fikrinden umut kesme eğiliminin yaygınlaşması beklenilebilir. AKP’nin özellikle 2016’dan beri büyüttüğü baskı-korku rejiminin ve sadece siyasi partiler düzeyindeki muhalefeti değil öğrenci örgütleri, kadın toplulukları, Tabipler Birliği, TMMOB, Eğitim-Sen vb. memleketin en saygın meslek gruplarının, kadınların, gençlerin mesleki ve meşru birliklerini dahi hedef alan bir saldırı dalgasıyla bu karamsarlığı büyütmesi de şaşırtıcı değil. Ya da AKP gibi Türkiye tarihinin en istikrarlı iktidar grafiğine sahip partisinin siyaseten yenilmesi için muhalefet partilerinin çabasının yeteriz kaldığı koşullarda “değişim”den bahsetmenin ütopik bulunması da ilginç değil. Bunların hepsi bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak sahici bir “değişim” projesinden yana olmanın, örneğin iktidarın emekçi sınıflarca yönetilmesi, kamusal eğitim ve sağlık hizmeti, demokratik ve özerk üniversite, ücretsiz barınma ve beslenme hakkı için mücadele etmenin de gençlik içerisinde “gerçekçi” bulunmamasının, “hiçbir şey değişmez” burun kıvırmasıyla karşılanmasının Türkiye tarihini siyasi partilerden dünya tarihini de iktidar değişikliklerinden ibaret sayan bir yanılsamayla ilgisi olabilir.

KEHANETLERDE DEĞİL GERÇEKLERLE İŞ GÖRÜYORUZ

Elbette bu duygu hali yeni değil. Örneğin 2011’deki devasa ayaklanmalardan, iktidar değişikliklerinden, devrim olmayan devrimlerden, Arap Baharı’ndan hemen önce de neoliberalizmin bize çok benzer biçimde işsizlik, yoksulluk, intiharlar ile sardığı Mısır, Tunus ve Cezayir gibi ülkelerde de değişim fikrinin hayat bulmayacağına dair “umutsuzluk” havası hakimdi. Ya da 2013’ün ilk aylarında muhtemelen Türkiye gençliğinin ülke tarihinin gördüğü en kitlesel hareketlerden Gezi İsyanı’na muazzam enerjisiyle katılmasından değil, apolitizminden, karamsarlığından bahsediliyordu. Ya da örneğin 50’lerin sonundaki DP, 60’ların sonundaki AP, 80’lerin sonundaki ANAP, 90’ların sonundaki koalisyon iktidarının dolaylı olarak sonunu getirecek toplumsal hareketlerin, miting, grev, ayaklanma vb. bir dünya itirazın hazırlanma yıllarında da muhtemelen “memleketin değişimine” dair umudu kesmiş bir hava egemendi. Ya da mesela birkaç ay önce İran’ın grevlerinden, üniversite işgallerinden, kadınların isyanından değil de baskıcı Molla rejiminin umutsuz, karamsar, nefessiz bıraktığı korku-baskı altında yaşamaya alıştırılmış toplumundan bahsediyorduk. 105 yıl önce bu tarihlerde emperyalist kapitalizmin savaşa ve enkaza sürüklediği, fiziksel ve toplumsal yıkıma, açlık ve sefalete mahkum edilen emekçi sınıfların yaşamının sorumluluğunu kendi eline almasının en büyük adımından, tarihin gördüğü en devrimci organizasyonu hayata geçiren büyük Ekim Devrimi’nden çok değil on ay önce Rusya topraklarının bir daha asla 1905’teki gibi bir “değişim isteği”ne tanıklık edemeyeceğine ilişkin kehanet yaygın bir görüş olarak popüler gazetelerin popüler yazarları tarafından dillendiriliyordu.

Fransız filozof Badiou, girişte andığımız Fransa ‘68’inin üç yönünü temsil eden sembolik mekanları şöyle sıralar: 1-öğrencilerin işgal ettiği Sorbonne Üniversitesi, 2-işçilerin işgal ettiği Billancourt’taki otomobil fabrikası, 3-kentli ara sınıfların işgal ettiği Odeon Tiyatrosu. Ancak bunlardan hiçbirinin Mayıs ‘68’inin belirleyici veçhesi olmadığını da ekler. Çünkü dördüncü bir Mayıs ’68 vardır ve bu esas ‘68’dir. Ancak bu yön, tarih sayfalarına değil geleceğe yazılı olduğu için kolayca fark edilmez. Belirli bir anlık patlamadan ziyade zamana yayılmıştır. Badiou’nun dördüncü ‘68’i aslında ‘68’in bir yönü değil bizzat kendisidir. ‘68’in sloganları, bileşenleri, mekanları, talepleri değil, tüm bunları hazırlayan coşkusudur. ’68, bizzat kendisi ve tarihe yayılan tınısıyla, tarihin coşkusu olarak tezahür eden devrimci enerjisiyle, tüm devrimler çağının, altüst oluşların, başarılı ve başarısız dönüşümlerin, toplumsal yıkımların ve heyecan verici yeniden inşaların, en önemlisi de durağan olmayan, akış ve devinim halindeki toplumsal yaşamın ifadesidir.

BU COŞKUYU TAŞIMALI!

Değişim fikrinin gözden düştüğü anlarda dünyayı altüst edenleri, bu altüst oluşların “duygu”sunu, “coşkusu”nu anlamak kıymetlidir. Ne dünya ne de ülkemizin tarihi iktidar ya da muhalefet partilerinin seçim programlarıyla yazılmıştır. Değişim ve dönüşüm, tarihe her zaman aşağıdan, somut gerçeklikten; umut ve umutsuzluğun, heyecan ve karamsarlığın, durgunluk ve sürekliliğin günlük zemininden, toplumsal yaşamın kaynama noktalarından yazılır. Her yenilgiyi, güçsüzlük durumunu, günümüzdeki gibi “hiçbir şey değişmez” zamanlarını devrimci fırtınadan önceki dinginlik hâli olarak görmek, kof bir iyimserlik değildir. Moles’in dediği gibi “Birtakım muğlaklıkların, belirsizliklerin ve karar almamız, davranmamız, tepki göstermemiz, konum almamız gereken durumların ortasında yaşıyoruz.”

Yaşadığımız dünyaya çatışmaların, sürekli yıkım ve inşanın, yenilgi ve zaferin, kalıntı ve filizlenmenin, durağanlık ve devinimin dünyası olarak bakmak, hepimizi saran bu duygu-durumdan kurtulmanın ilk yoludur. Ollman, kapitalizmin insan ve toplum üzerindeki sürekli soykırım pratiğini serimlerken aynı zamanda direnç noktalarından da bahsediyordu. Williams, faşizmin karanlığını tasvir ederken aynı zamanda onu alt eden devrimci enerjiyi da unutmuyordu. Bloch, “Gelecek kısmet olarak ayağımıza gelmez” derken tarihin coşkusuna olan umudumuzu dürtüyordu. Gramsci, Ekim Devrimi’nden hemen sonra zihinsel tembelliğin düşmanı olmaktan, “uyuklayan ve kıran kırana bir kavga için uyanması gereken” büyük enerjiyi ayağa kaldırmaktan” söz ediyordu. Blanqui, evrenin bizim gördüğümüzün ötesindeki zamansal ve mekânsal kestirilemezliğini ifade ederken bugün burada gerçekleşmeyen her olasılığın başka bir yerde çoktan gerçekleşmiş olabileceğini düşünmeyi öneriyordu. Henüz olmamış ve oluş halindeki her şey daha önce çoktan olmuştur ve daha sonra da olacaktır.

Dolayısıyla hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair yaygın inancı tersine çevirecek pratik, toplumlar tarihi boyunca değişimin başladığı, filizlendiği, olgunlaştığı yerlerden, toplumsal yaşamın kaynama noktalarından, işyerlerinden, okullardan, mahallelerden mücadeleye atılmak, değiştirmek için her gün kavga eden irili ufaklı çabaların parçası olmaktır. Yolumuz, üzerimize kara bulut gibi çökmüş boşvermişliğin, kuşkunun, “benim çabamla mı değişir” kaygısının değil; var olduğumuz, tanıdığımız, dokunabildiğimiz, yani değişimi kanlı canlı deneyimleyebildiğimiz yerlerden başlayarak insanlığı esir alan kapitalizmin durağanlığına, burjuva siyasetinin muhafazakarlığına, emperyalist barbarlık düzenine, dünyanın işleyişine, yasalarına müdahale etmenin yoludur. Başladığımız sloganla bitirelim. Devrim tarihin coşkusudur ve bu coşku, kim nasıl tanımlarsa tanımlasın, yürümeye, devinmeye, çamura batıp çıkmaya, içine kapanıp ferahlamaya, uyuklayıp canlanmaya, sersemleyip ayaklanmaya devam ediyor. Bize sorulan soru, bu coşkunun taşıyıcısı olup olmayacağımız.

ÖNCEKİ HABER

Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri engellemelere rağmen yürüdü

SONRAKİ HABER

Yolculuğun ikinci yarısında hangi yoldan gideceğiz?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa