Arkamıza bakarak yürümek zorunda mıyız!
Hayatlarımızı iyileştirmek, şiddetin duvarını yıkmak, yaşam alanlarının kadınlar için "güvenli" hale gelmesini istiyorsak mücadelede buluşmak zorundayız.
Görsel:pch.vector/freepik
Selin KURŞUN
İzmir
Kadınların el ele vererek kazandıkları haklara saldırılar dünyanın her köşesinde farklı örneklerle çeşitleniyor. Türkiye’de de kadınlar bundan payına düşenleri yaşıyor. Her gün her an… Yeri geliyor girdiğimiz markette birisinden kaçarken buluyoruz kendimizi, yeri geliyor yürüdüğümüz yolda adımlarımızı hızlandırıyoruz. Yeri geliyor erkek arkadaşımız, yeri geliyor ailemiz şiddetin bir uygulayıcısı haline gelirken kafamızda kime güveneceğiz soruları dolanıyor. Liseli bir genç kız flört ettiği çocuk tarafından tehdit edilirken, nice üniversiteli ayrılmak istedikleri sevgilileri tarafından öldürülüyor. Geride kalan söylemler ise sevgili olduğumuz kişiyi iyi seçmemiz gerektiği, geç saatlerde evde olmamız gerektiği gibi “gereklilik yığınlarından” oluşabiliyor. Yani güvenliğimizi sağlamakta da her konuda olduğumuz gibi yalnız bırakılıyoruz. Biz kendimizi “kötü” erkeklerden korumakla mı bir hayat geçirmeliyiz, bunun sorumluluğu neden hepimize tek tek yükleniyor? Biz kendimizi kısıtlayarak güvenliğimizi sağlayacaksak devlet neden var? Bizim bedenimiz, cinselliğimizle bu kadar meşgul olan devlet sokağı, kampüsü, koridoru neden bizim için güvensiz hale getiriyor?
Bu artan şiddet kadınlar üzerinde bir baskı aracı haline getiriliyor. Neoliberalizmin muhafazakâr politikalar kadınları aile içerisine çekmek, ev içine çekmek isterken tek adam iktidarı kadın düşmanlığıyla bu durumu pekiştirerek karşımıza çıkarıyor. Hayatlarımız ve bedenlerimiz üzerinde söz söylemek AKP’nin ve onun ortağı MHP’nin bir rutini haline dönüşmüş durumda. En ufak tweette cumhurbaşkanına hakaretten dava açtıran Erdoğan bu ülkenin kadınlarına “sürtük” diyerek hakaret edebiliyor kürsülerde. Kadınların ne giydiğinden hangi saatte nerede bulunduğuna, kadın sanatçıların sahne kostümlerinden ne söyleyip söyleyemeyeceklerine iktidar kürsüsünden yorumlar yapılıyor. Üstten başlayan bu sorgulama hayatlarımıza kadar iniyor, yeri geliyor arkadaşlarımız uyarıyor bizi: “Bunu neden giydin?”
Birbirimizi korumaya çalışıyoruz, bindiğimiz taksinin plakasını birbirimize atıyoruz, canlı konumumuzu paylaşıyoruz. Derginin ilerleyen sayfalarında Balıkesir Üniversitesinden Cansu’nun mektubunda anlattığı gibi gerekirse tek yürümeyelim diye birbirimizi akşam saatindeki iş çıkışlarımızdan alıyoruz. Akşam saatinde işten eve, okuldan yurda yürümeyi düşünürken bile Türkiye’nin her şehrinde genç kadınlar nasıl en güvenli şekilde yolu geçireceğini düşünüyor.
Hayatlarımıza şöyle bir dönüp bakınca bulunduğumuz mekanları bizim için güvensiz yapan pek çok etken var. Kız yurtlarında son giriş saati uygulaması “bizleri şiddetten korumak için en katı haliyle” uygulanırken yurtlarımızın önünde tanımadığımız bir erkeğin bizi rahatsız edeceği davranışlarda bulunmasını elbette önlemiyor. Gece sokakta, öğlen kampüste, istediğimiz mekânda kaygılanmadan yaşayabilmek buralardaki varlığımızın kısıtlanarak, saat koşulu, giyim koşulu... gibi çeşitli koşullara bağlanarak sağlanması şöyle dursun kaygılarımızı daha da artırıyor, alanlarımızı daha da daraltıyor.
İktidar kadınları şiddete karşı koruyacak mekanizmalar ortadan kaldırılıyor. “Devlet, her türlü şiddet olayıyla ilgili istatistiksel verileri düzenli aralıklarla toplayacak, şiddet olayının kökünde yatan nedenler ve bunların etkilerini, yaygınlığını, ceza oranlarını ve alınan tedbirlerin etkililiğini incelemek üzere araştırmaları destekleyeceklerdir” (11. madde) diyen İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan iktidar kadın cinayetlerinde, taciz, tecavüz davalarında soruşturmaların doğru düzgün yapılmaması, delillerin toplanmaması hatta yok edilmesi, faillerin para, mevki, güce sahip olması sebebiyle üstünün örtülmesi gibi cezasızlıklarla şiddeti körüklüyor. Sonuç, Türkiye’de son 10 yılda en az 2534 öldürüldü. Hayatımızın en küçük birimlerine kadar işleyen şiddetin palazlanması devletin kurumlarıyla, kanunlarıyla, kanunların uygulayıcılarıyla, medyasıyla oluyor.
Ulusal ölçekte kadınları şiddete karşı koruma sorumluluğunu devletlere yükleyen sözleşmeler feshedilirken, daha yerel ölçeklerde kadınların yan yana gelebileceği üniversitelerdeki kadın kulüpleri İçişleri Bakanlığı tarafından illegal ilan ediliyor, öğrenci yurtlarına giden yolların aydınlatılması için öğrencilerin yaptığı başvurular görmezden geliniyor, üniversitelerde, liselerde tacizin, şiddetin önlenmesi için mekanizmalar işletilmiyor….
Tüm bunlar güvenli bir alan, güvenli bir kampüs talebini daha da acilleştiriyor. Çünkü artık sadece yan yana geldiğimizde, bizimle benzer kaygıları duyan kadınlarla sorunlarımızı paylaştığımızda, çözümler üretmeye çalıştığımızda daha güvende hissediyoruz. Yaşadığımız sorunlar bizleri yalnızlık ve çaresizliğe zaman zaman itse de el ele verip sokaklara çıktığımız da oluyor, mahkeme salonlarına gittiğimiz de. Birbirimize omuz olduğumuz alanlar büyüyor. Hayatlarımızı iyileştirmek, şiddetin duvarını yıkmak istiyorsak, yaşam alanlarının kadınlar için “güvenli” hale gelmesini istiyorsak mücadelede buluşmak zorundayız. Bugün Tahran’daki kadınların mücadelesinin işçiler, öğrenciler, öğretmenler, esnaf, sağlıkçıların talep ve mücadeleleriyle birleşmesi bu sebeptendir ki toplumsal bir değişim vadediyor.