Yönetmen Çiğdem Sezgin: Travmalarımızı, yaralarımızı paylaşarak tedavi edebiliriz
Yönetmen Çiğdem Sezgin "Suna" filmini anlattı.
Çiğdem Sezgin (Fotoğraf: Özgen Balcı) | Nurcan Eren ve Tarık Papuççuoğlu (Görsel: Suna filminden bir sahne)
İsmail AFACAN
İstanbul
Suna, Yönetmen Çiğdem Sezgin’in ikinci filmi… Yeni filminde imam nikahıyla evlenerek bir erkeğin himayesine sığınan yoksul bir kadının yaşam mücadelesini anlatan Sezgin evlilik kurumuna, erkek egemen anlayışa, yoksulluğun yarattığı öz yıkıma odaklanıyor. Suna karakterini Nurcan Eren’in canlandırdığı filmde Tarık Papuççuoğlu, Fırat Tanış, Erdem Akakçe gibi isimler rol alıyor.
Bu yıl Adana, Ayvalık, Antalya ve Ankara gibi festivallerde seyirciyle buluşan Filmin Yönetmeni Çiğdem Sezgin ile Suna’yı konuştuk. “Yoksulluk sorununun ta kendisi halledilmediği müddetçe bir erkeğin himayesi bir kadın için sığıntılıktan seks köleliğinden öteye geçemez” ifadelerini kullanan Sezgin “Travmalarımızı, yaralarımızı konuşarak paylaşarak tedavi edebiliriz” diyor.
Suna filmi nasıl ortaya çıktı?
İlk uzun metrajlı filmim Kasap Havası’nı çektikten sonra içimde yalnız ve yoksul bir kadın filmi yapma isteği doğdu. Gerçek hayattan tanıdığım akrabadan, arkadaştan dosttan tanıdığım ve yaşam öykülerinden etkilendiğim kadınların karakterlerinden derlemelerle yeni bir kadın karakter yarattım. Adını da Suna koydum.
Nasıl birisi Suna… Açar mısınız biraz?
Kimi kimsesi yok. Evini kapatmış, bir daha açamamış. Akraba arkadaş yanında kalıyor. Eşyası da yok. Evlere temizliğe gitmiş, hasta bakmış. Gençliğini deli dolu yaşamış, erken bir evlilik yapmış, kısa sürmüş boşanmış. Elinden tutanı olmamış. Olsaymış tutunurmuş hayata. Olmamış, tutunamamış…
Film evlilik sahnesiyle başlıyor…
Suna, çok eski aile dostlarının oğlu olan Erol’la hiç kopmamış. Erol aracılık ediyor, Suna ablasını dul kayınpederi ile evlendiriyor. Suna ile Veysel’e imam nikahı kıyıyorlar. Sonra devlet nikahı da olacak diyorlar ama bir türlü olmuyor. Suna’ya mal mülk kalsın istemiyorlar. Suna yoksulluktan evsizlikten kurutulsun diye ‘he’ diyor bu evliliğe. Yaşadığı kenti bırakıp Veysel’in evine ıssız köyüne yerleşiyor. Evin temizliğini, çamaşırını, bulaşığını görüyor. Yemek pişirmek hizmet etmek her şeyi yapıyor. Fakat Veysel’i sevemiyor, koca olarak benimsemiyor ve onunla her gece yatağa girmek Suna için adeta bir ceza bir işkence haline geliyor.
Evlilik eleştirisiyle karşılaşıyoruz filmde…
Kadınla erkeğin bıkmadan usanmadan yıllar boyu aynı evde aynı yatakta bir arada yaşaması ve bundan hoşnut olması bir mucize bence. Yani çok zor bir şey bu... Başaranlara bravo demeli. Ben hiç denemedim. Yapamam sanıyorum. Kadınlar erkekler eşlerini gerçekten seviyor mu? Hayatı birbirleri için daha yaşanır daha güzel kılıyor mu? Yoksa görev gibi yahut alışkanlık sebebiyle mi insanlar bir arada yaşamaya devam ediyor? Evliliklerin ne kadarı gerçek anlamda evlilik tartışılır. Hele bu ekonomik krizde yaşadığımız bu korkunç hayat pahalılığında insanların mutsuz evliliklerini noktalama, ayrı ayrı evlerde yaşama gibi şanslarının hiç kalmadığını düşünüyorum. Masrafları bölüşmek ve eşe dosta akrabaya aileymiş gibi görünmek uğruna süren mutsuz evliliklerle dolu memleket. Evlilik bir dolu şeydir ve bir anlaşmadır birçok şey olmasının beraberinde. Ben de evliliğin anlaşma gibi görünen ama anlaşılamayan kısmına odaklanmayı tercih ettim.
"YOKSULLUKLA EN ÇOK KADINLAR YÜZLEŞTİĞİ İÇİN"
Özellikle yoksul bir kadının çaresizliğini neden anlatmak istediniz?
Memlekette çok fazla yoksul olduğu için. Ve yoksullukla en çok kadınlar yüzleştiği için. On tane daha film yapacak olsam zengin bir kadının çaresizliğini anlatmayacağım kesin.
Suna’dan yola çıkarak yoksul kadınların yaşadığı sorunları nasıl anlatırsınız?
Mesleksiz kadınlar, vasıfsız işçiler günübirlik, günü kurtarmaya yönelik işler yapıyorlar. Sigortasız ve çok düşük ücretlere çalışıyorlar. Dolayısıyla onların ne hayat ne de sağlık sigortası var. İş kazalarına, tacize, tecavüze maruz kalıyorlar. Yarın için biriktirdikleri paraları yok. Çalışırım, emekli olurum, ev alırım hayalleri yok. Yalnız bir kadının tek başına yaşaması mümkün değil. Yoksul ve yalnız bir kadının sosyal ilişkileri kurması imkansızdır. İnsan yükü ağırdır. Evsiz parasız bir kadın hiçbir yere sığamaz. Karşılık beklemeden kimse kimseye bir dilim ekmek vermez. Veremez de… Herkes karnını doyurmak peşinde… Çocuklarına bardak bardak musluk suyu içirip midesini suyla doldurup okula gönderiyor yoksul kadın. Ped alamıyor, eskimiş çarşaflardan aybaşı bezi yapıyor genç kızlar. Hepsinin çocukluğu gençliği kadınlığı hevesleri hayalleri heba olup gidiyor.
"MUTSUZ OLMAYI GÖZE ALIYOR ELBETTE"
Suna anlaşmalı bir evlilikle hayatını birleştiriyor. Derin bir mutsuzluk ağının içine giriyor. Bilerek mi yapıyor bunu?
Mutsuz olmayı göze alıyor elbette. Hizmet etmeye alışık. Ama karın tokluğuna istemediği bir erkeğin koynuna girmişliği yok. Ona ağır gelen bu. Yani taşıyamadığı şey bu. Ben tam da bunun filmini yazdım ve çektim. Adam ondan ayrıca karılık etmesini değil de sadece hizmetçilik isteseydi Suna sonsuza kadar o evde ve o adamın yanında kalabilirdi. Her işini görürdü.
Toplumun bir kesiminde yoksul kadınların bir erkeğin himayesinde sorunlarını aşabileceği algısı hakim. Bunu filmde de görüyoruz…
Yoksulluk sorununun ta kendisi halledilmediği müddetçe bir erkeğin himayesi bir kadın için sığıntılıktan seks köleliğinden öteye geçemez. Suna boyun eğen biri değil… Suna’ya istemediği bir şeyi zorla yaptıramazsınız. Yaptırmaya kalkarsanız onun dengesini bozarsınız. Sonra ayda mı yürüyor yerde mi yürüyor belli değil bir cisime dönüştürürsünüz onu. İnsanlar istemedikleri şeylere insanlara olaylara tahammül edebilmek için bir şeylere tutunurlar. Suna da çareyi içmekte buldu. Ancak öyle dayanabiliyor arzusu dışındaki olaylara. Yanlış evlilik yanlış iliklenmiş düğmeye benzer.
Filmdeki birçok sahnede erkek egemen kuşatmanın kadınlar üzerindeki etkisine tanık oluyoruz…
Ben topluma bizim insanımıza ayna tuttum. Veysel eril bir şey yani. Çoğunluğun olduğu gibi Kadına biçilen rol ‘Evi temizle, çamaşır yıka, yemek yap, sonra da otur kocanı bekle.’ Kadınların ahlakı sorgulanıyor, erkeklerin ahlaksızlığı hiç masaya yatırılmıyor nedense. Erkekler özgür kadınlar köle. Budur düzen burada. Erkekler sokaklarda kadınlar evde. Böyle iş mi olur?
"SUNA EN AĞIR TACİZİ İMAM NİKAHLI KOCASINDAN GÖRÜYOR"
Filmde Suna şiddetin aslında her türlüsüyle karşılaşıyor. Fiziksel şiddet, cinsel şiddet…
Suna en ağır tacizi imam nikahlı kocasından görüyor. Evlilik içi tacizden, tecavüzden mustarip o kadar çok kadın var ki… Bahsedilmiyor. Bunlara çok normal şeylermiş gibi yaklaşılıyor. Hatta yaklaşılmıyor bile. Halının altına süpürülüyor. Oysa üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız. İnsanın onurunu kıran, yaşama isteğini yok eden kabul edilmesi imkansız bir şey şiddet. Şiddetin her türlüsüne hayır…
Filmde beni etkileyen karakterlerden birisi Ahmet isimli çocuk karakterdi. Bir çocuğun gündelik hayat içinde erkek egemen kodlarla büyümesi filmin turnusolü gibiydi… Oyun oynarken asker olmak istemesi, sünnet şapkasını başından çıkarmak istememesi… Bir yandan da dedesinin eşi Suna’ya duyduğu masumane aşk toplumsal inşanın metaforları gibiydi…
Çocuk olmak hem güzel hem de ne zor. Ne çok çektik çocukken… Evde ayrı dert okulda ayrı. Baş etmemiz gereken ne çok kaygı, tutku, heves vardı. Şimdi de var ama şimdi baş edebiliyoruz onlarla. Çocuk yalnızdır. Her şeyi içinde yaşar. Seviyorum çocuk karakterler yazmayı. Ahmet tatlı bir çocuk. Ahmet’i ete kemiğe büründüren Oğuz daha da tatlıdır. Hayatımda çalıştığım en iyi aktörlerden biriydi Oğuz. Babasını amansız hastalıktan kaybedeli henüz bir hafta olmuştu. Oğuz annesine ‘Çiğdem ablaya söz verdik, gidip oynayacağım rolümü’ demiş. Ve sete geldi aslanlar gibi. Oğuz’un hayata ve insanlara yaklaşımı, rolüne hazırlanışı, sette ekiple kurduğu dostane ilişki… Oğuz efsane yazdı. Sabrı ve hoşgörüsü unutulmaz. Ondan çok şey öğendim. Ve bana zaman zaman unuttuğum çocukluk ruh hallerimi hatırlattı. Tarif etmem imkansız bu halleri. Çocuklar yalansız dolansızdır. Nereye eğip bükersen o tarafa gider. Ben Ahmet’ten umutluyum. Genç nesilden çok umutluyum. Çok cesur ve öz güvenli bir kuşak geliyor. Özgürlüğüne düşkün, demokrasi mücadelesi veren.
Filmdeki Ahmet büyüdüğünde nasıl birisi olacak?
Ona can veren Oğuz nasıl biri olacaksa Ahmet de öyle olacak. Centilmen, zarif, kendini ifade etmeyi bilen, zorluklarla mücadele edebilen, disiplinli ve ahlaklı bir adam olacak. Kadınları üzmez. Güzel aşık olur. Sevdiğine çiçekler alır, öpücüklere boğar. Şaka bir yana, namusuyla kazanır. Haram yemez.
"EVLERİ KAFESE ÇEVİRMESİN ERKEKLER"
Filmdeki kuş ve kafes metaforuna da değinmek istiyorum… Evlilik ve ev bir kafes gibi midir?
Veysel’le Suna muhabbeti olmayan kuşlarıdır filmimin. O ev de onların kafesidir işte. Montaigne şey demiş, evlilik kafes gibidir. İçerideki dışarı çıkmak ister. Dışarıdaki de içeri girmek… Ben söylemiyorum. Can söyledi filmimde…
Evleri kafese çevirmesin erkekler. Kadınlar özgür olsun. Kocalar, abiler babalar kadınlar hapishanesine döndürmesin evleri. Hayat sokakta. Yaşayarak deneyimleyerek öğrensin kızlar kadınlar hayatı. Hava kararmadan evde olmalıyım korkusuyla babadan, kocadan dayak yememek için eve koşan üniversite öğrencisi kızlar çalışan kadınlar biliyorum. Geceler erkeklerin değil sadece şu yeryüzünde. Kadınlar da yaşayacak geceyi. Eşitlik var özgürlük var. Yoksa da olacak. Olduracağız.
"TACİZE, TECAVÜZE UĞRAYANLAR SUSMASIN"
Suna’da bir kadının öz yıkımını anlatıyorsunuz aslında… Bu öz yıkımdan çıkış nasıl olacak?
Konuşarak ve paylaşarak… Herkes öz yıkımını kendi içinde yaşıyor, dillendirmeye utanıyor. Birinin sesi çıktığında ikincisinin, üçüncünün çıkmıyor. Tacize, tecavüze uğrayanlar susmasın. Aile içi şiddete uğrayanlar boyun eğmesin. Travmalarımızı yaralarımızı konuşarak paylaşarak tedavi edebiliriz diye düşünüyorum. Düşeni kaldırmak boynumuzun borcu olsun.