“Üretimin demokratikleştirilmesi” nedir? Ne değildir?
“Üretimin demokratikleştirilmesi”, küçük girişimciler aracılığıyla büyük şirketlerin teknolojik/yazılımsal atılımlarının ucuzlaştırılması ve esnekleştirilmesini hedeflemekte.
Fotoğraf: Krista/Flickr (CC BY 2.0)
Kaynaklara göre bu terim, özellikle “Endüstri 4.0” hamleleri ve gelişen 3D baskı pazarı ile, üretim süreçlerinin ve üretim araçlarının giderek daha fazla toplumsal kesime yayıldığı bir durumu tarif ediyor. Bu üretim süreçlerine katılımın yaygınlaşması ise “herkesin üretim araçlarına ulaşabileceği” ve “üretim araçlarına sahip olmaya başlamış herkesin küçük işletmeler aracılığı ile pazarda büyük firmaların rakibi olabileceğini” anlatıyor. Teknik bilgiye ulaşılmasının önündeki engellerin belirli ölçülerde kaldırıldığı bir üretim ekosistemi vadediyor.
Esasında kavramın amaçladığı süreç, bir anlamda büyük şirketlerin giderek artan “yeni girişimciler” ile kendisinin bilgi üretim süreçlerine “inovasyon” sağlayabileceği esnek ve görece küçük rakiplerin oluşturulması olarak düşünülebilir. “Üretimin demokratikleştirilmesi” süreci genel itibari ile ABD sermaye çevrelerinde, belirli oranda da Avrupa’daki yerleşik sermaye çevreleri tarafından gündeme taşınıyor.
“DEMOKRASİ” MASKESİ ALTINDA UMUT PAZARI
Bu demokratikleştirilme tarifi her ne kadar güzel bir etiket olsa da özü itibari ile teknik bilginin belirli ölçüde ortaklaştırıldığı bir özel mülkiyet hukukuna dayanıyor. Hedef çizilen yönelim, herkesin elindeki birikimi 3D ve benzeri teknolojiler ile sermaye yaratmaya harcaması, yani kapitalist özel mülkiyetin mantığını aşan bir süreç yok ortada.
Tüm bu sürecin altyapısının belirli şirketler tarafından sağlanması gerektiği gerçeği aslında serbest rekabet özgürlüğü maskesinin altındaki kapitalist tekelleşmeyi bu konuda da önümüze çıkartıyor. Reklamı yapılan bu “demokratikleştirilme” hamlesi, kıskacına aldığı “yeni rakipler”i aslında büyük şirketlerin teknolojik ve yazılımsal atılımlarını ucuzlaştırılması ve esnekleştirilmesini hedeflemekte. Bu sayede büyük şirketler bünyelerinde bulunan sözleşmeli mühendislerinin sayısını düşürebilir, bilgi üretim süreçlerinde karlılıklarını artırabilir, piyasa koşullarına göre ihtiyaç duydukları projeleri temin edebilir hale gelecekler.
Bu “demokratikleştirme” süreci esasında ABD ve onun tekellerinin desteklediği, gündeme taşıdığı bir kavram. ABD’nin buradaki amacı giderek gelişen teknoloji pazarında daha büyük bir pay kapmak ve kendi sanayisini ayakta tumanın farklı alanlarını oluşturmak diyebiliriz. Özellikle de dünya üretiminin giderek artan payını Çin’in oluşturmaya başladığı koşullarda konuşuyorsak. En net haliyle sunulan bu “demokratikleştirme” hamlesi, kendini “halka indirilen” üretim süreçleri olarak gündeme taşıyan ekonomik planlar çerçevesi, aslında “demokrasi” maskesi altında oluşturulan bir umut pazarı, “özgürlük” ile pazarlanan bir “burjuva özel mülkiyet” yalanından ötesi değil.
DEMOKRASİMİZ, PATRONLARIN KURDUĞU UMUT PAZARINDA DEĞİL
Her şeyden önce demokrasi, emekçilerin ve halkın geniş yığınlarının içinde bulundukları toplumu, sınıflı toplumu, yönetme yetkisi ve kapasitesi ile bağlantılıdır. Demokrasi ve onun sınırları, geçmişten günümüze kadar kitlelerin bir kazanımı olarak gerçekleşti. Modern anlamda bir demokrasi açısından ilk akla gelenlere Fransız Devrimi iyi bir örnektir. Fakat Fransız Devrimi’nde bile halkın giderek artan kesimi olarak gelişen işçi sınıfının kendini yönetme kapasitesinin sınırlı olduğunu görüyoruz. 1871 Paris Komünü ve 1917 Ekim Devrimi ile işçi sınıfının kendi aralarında oluşturdukları organlar ile ayaklandıklarını, kendi kurdukları devlet mekanizmaları ile halkın kendini yönetme kapasitesini genişlettikleri bir süreçle karşılaştık. Bu tip bir demokrasinin en yüksek örneği olan Sovyetler’de halkın devlet yönetimine nasıl katıldığına şahit olduk. Başta fabrikalar olmak üzere her türlü üretim süreci kapsamında bulunan işçi meclisleri (Sovyetler) bulundukları üretim alanını ve geniş ölçekte üretimi planlayan ve geliştiren ana unsurlar oldular. Bu süreçte işçiler ve emekçiler, üretim araçlarının sahibi olarak ellerindeki araçların geliştirilmesinde rol oynamaya ve bulundukları üretim alanı ile bağlantılı olan üretim süreçlerinin tamamını öğrenecek şekilde donanmaya, oluşturdukları eğitim kurumları ile her türlü teknik alanda yetkinleşmeye başladılar. Eski kapitalist düzenin tek yanlı, makinasına bağlı ve kendi halinde bir sınıfı olan işçiler artık üretim süreçlerine hâkim olmaya başlayan, bu süreçleri planlayan ve o dev “mekanizmayı”, yani fabrikaları, geliştiren ve örgütleyen bilinçli bir sınıf olarak işçilere dönüştüler. “Kapitalist özel mülkiyet”in sınırlayıcı ve kendi içinde krizlere sebep olan mekanizmalarının yerine işçilerin kurdukları iktidar ile her ölçekte inisiyatifin geliştirici rol oynadığı sosyalist toplumsal mülkiyet, ekonomik işleyişin kalbi oldu.
Sonuç olarak “üretimin demokratikleştirilmesi” sloganı her ne kadar kulağa hoş gelse de sermaye çevrelerinin anlattığı demokratikleştirme, demokrasinin “burjuvaca” iyileştirilmesidir. Üretimin bel kemiği olan işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin demokrasisi, birkaç kapitalist patronun kurduğu umut pazarında aranamaz. Bunun için emekçi her kesimin, halkın her katmanının kendi demokrasisini örmesi, bunun için yönetme organlarını oluşturması gerekir.