07 Aralık 2022 03:48

Şair İbrahim Halil Akdağ: Görünmeyen insanlar şiirimde olsun istedim

İbrahim Halil Akdağ yeni kitabı "Kırık Badem Dalı"nı anlattı.

İbrahim Halil Akdağ / Fotoğraf: Esra Kasar 

Paylaş

İsmail AFACAN
İstanbul

İbrahim Halil Akdağ, Şair ve Eğitimci… Yeni kitabı “Kırık Badem Dalı” geçtiğimiz aylarda okuruyla buluştu. İlk kitabı İkinci Dünya’da çocukluğuna doğru yola çıkan Akdağ yeni kitabında taşra yaşantısı içinde kaybolmuş insanları dizelerine taşıyor. Sarı sıcak ovalarda, vefanın ve vedanın şiirini yazıyor. 

“Kırık Badem Dalı”nı anlatan Akdağ “Ölünce hiç hatırlanmayacak, yaşadığım o küçük kasabalarda yolumun kesiştiği, yaşamıma derin izler bırakan Deli Sait, Enver, Hamal Cemil, Hıdır gibi görünmeyen insanlar şiirimde olsun istedim. Onların bir yerlerde yaşadıklarını, var olduklarını başkaları da bilsin diye yazdım” diyor. 

"HEP HATIRLAYAYIM DİYE YAZDIM"

“Kırık Badem Dalı” ikinci şiir kitabınız. “İkinci Dünya”’dan “Kırık Badem Dalı”na geçen süreçte şiiriniz nasıl bir değişim yaşadı? 

“İkinci Dünya” çocukluğuma doğru yolculuğa çıktığım bir kitaptı. 1984-2014 yılları arası bir yolculuk. Otuz sene boyunca belki beni ben yapan belki de asıl ben olmamı engelleyen sesler, kişiler, eşyalar, mekanlar... Kitabın yazım sürecinde unutmadıklarımı yazdıkça unuttuklarımı da hatırlıyordum. Baş döndürücü bir yazma süreciydi.

Kırık Badem Dalı’nı ise daha sakin -daha dinlenmiş olduğunu düşündüğüm- bir akılla yazdım. Yalın bir şiir yazmak istiyordum. Ölünce hiç hatırlanmayacak, yaşadığım o küçük kasabalarda yolumun kesiştiği, yaşamıma derin izler bırakan Deli Sait, Enver, Hamal Cemil, Hıdır gibi görünmeyen insanlar şiirimde olsun istedim. Onların bir yerlerde yaşadıklarını, var olduklarını başkaları da bilsin diye yazdım. Belki de ben onları hiç unutmayayım hep hatırlayayım diye yazdım.

İkinci Dünya çok sisli bir dağın yükseklerinde -Eruh’un karlı yalnızlığında- yazıldı, Kırık Badem Dalı ise karsız bir yalnızlıkla örülü olan kadim şehir İstanbul’da. İki kitap, dağ ve deniz kadar birbirine uzak iki sözcük gibi. Bu iki sözcüğün de bendeki buğusunu dile getirirsem şiirdeki belirgin değişimi anlatmış olurum sanırım.

“Kırık Badem Dalı” iki bölümden oluşuyor: “Vefa” ve “Veda”… Vefa ve vedanın sizde yarattığı çağrışımlar nelerdir? 

Vefa: İçtiğin su, yediğin ekmek, gölgesinde oturduğun ağaç, yürüdüğün yol, içinde kaybolduğun kendi iç sesine dönmene olanak veren bir kasabanın sessizliği: Ağır bir yük. Veda: Kalenderce olması gereken bir hoşça kal. Belki de bir susma hali.

"ŞİİRİM, O COĞRAFYANIN KENDİSİDİR"

“bu ova kader/ bu dil ağızda yara/ nefes diken gibi batıyor kalbe” diyorsunuz “Diken Tadı” isimli şiirinizde. Doğup büyüdüğünüz coğrafyanın yansımalarını görüyoruz birçok şiirinizde… Coğrafyanın şiirinize etkilerini nasıl anlatırsınız?

Sarı, sıcak, dümdüz uzanan tozlu bir ovada dünyaya geldim. Ova kader, dil ağızda yara, dağ ise hep gidilmeyi beklenen o sonsuz yol olarak her zaman yerinde durdu. Şiirim o coğrafyanın etkisinde kalan bir şiir değil, o coğrafyanın kendisidir.

“Kasaba Pudrası”na gelirsek… “bir akşam kadardır unutulacağın/sakalın daha da uzamıştır o uzak kentte / kasabanın hatırladığısındır / belki de unutulanı / ve pudrasıdır berberin / her adımında kokusunu duyduğun” dizelerinde taşra yaşamını anlatıyorsunuz. Berberin pudrasından hareketle taşra yaşamının şiirinizde bıraktığı kokuyu nasıl açıklarsınız?

Berber pudrasından yola çıkarak unutulmanın kaçınılmazlığı üzerine bir şiir yazmak istedim. Berberin pudrası hep üzerimizde taşıyacağımız kaybolmayacak bir koku gibi hissettirse de daha eve ulaşmadan, biz farkına bile varmadan koku üzerimizden bir şekilde uçup gitmiş olur. Ama o kokuyu bir berber tabelası önünden geçerken bile hatırlarız. O, geçmişin kokusudur. İnsan ise hep hatırlanmak ister. Unutulmayı hayal etse bile… Oysa ne kadar konuşulursan konuş, hikaye sıcaklığını kaybettiğinde ‘Bir akşam kadardır unutulacağın’. Kimsenin gelmediği tozlu yollara uzun uzun bakma mesaisi tekrar başlayacaktır, o kasaba insanlarınca. Senin ise sakalın uzamıştır uzak bir kentte ve berberin pudrasıdır her adımda kokusunu duyduğun.

“Dervişin Son İnadı” şiirinizi “olmayacak duaya/ amindi yaşamım” dizeleriyle bitiriyorsunuz. Hem umutsuzluğu hem de kabullenişi içinde barındıran iki dize… Amin dediğiniz olmayacak dualarınız nelerdir?

O şiirde bir eski köprüden geçer derviş, ham ağacın kesilen dalına dertlenir. Bir çoban görür. Bağdaş kurmuştur, sürüsü yoktur. Kavalsızdır. Dervişin ayakları, o uzun yolculuğunda kırık cam parçacıklarına basmadan kanar. Bu, okuyucu tarafından bir umutsuzluk hali gibi okunsa da aslında gözleri hâlâ gören ve inatla yürüyen bir derviş vardır. Çoban neden kavalsızdır, sürüsü neden yoktur? Soruları üzerinde düşünülsün isterim. O zaman dervişteki inat, umut ve kabullenmeyiş görülebilir belki. Bu soruna cevabımı Albert Camus’dan bir alıntıyla sonlandırayım: “Umutsuz olmam ümidimi yitirdiğim anlamına gelmez.”

"BENİ HAYATA BAĞLAYAN BU BİLİNMEZLİK"

Söyleşiyi İki Kayıp Güvercin şiirinizle bitirelim. “Yılanın âğzı/ Dağın ardı/ Çölün sonu”nda neler var?

İki kayıp güvercin şiiri: “Bilinmeyenler:/ Yılanın ağzı/ Dağın ardı/ Çölün sonu” dizeleriyle son buluyor. Üçü de insanın var olma savaşını ifade ediyor benim açımdan. Ama yılanın ağzı, dağın ardı ve çölün sonunda ne var? Ben de bu soruların yanıtını bilmiyorum. Beni ya da bizleri hayata bağlayan da bu bilinmezlik sanırım.

ÖNCEKİ HABER

Musa Anter davasının da sanığı Hamit Yıldırım’a hapis cezası

SONRAKİ HABER

Oxford Sözlüğü 2022'nin kelimesini açıkladı: Goblin Modu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa