Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu: Adayın adı değil içinde olduğumuz sorunun anlaşılması önemli
Karşı karşıya olduğumuz sorun demokrasi olarak çalışması mümkün olmayan sultanizm rejiminin devamına mı, yoksa liberal demokrasi olarak çalışacak bir rejime sahip olma çabasına mı oy verileceğidir?
![Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu: Adayın adı değil içinde olduğumuz sorunun anlaşılması önemli](https://www.evrensel.net/upload/dosya/223925.jpg)
Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu | Fotoğraf: Fullbright Türkiye
Serpil İLGÜN
Takvimler Türkiye’nin kritik seçimine doğru akarken partilerin, ittifakların çalışmaları da hızlanıyor. Son dönemde “Güçlendirilmiş parlamenter sistemin içini doldurmuyorlar, ekonomiyi, eğitimi, sağlığı nasıl düze çıkaracaklarını anlatmıyorlar” eleştirileri daha yoğun yöneltilen altılı masanın ana aktörlerinden CHP, geçtiğimiz hafta sonu “İkinci Yüzyıla Çağrı” vizyon belgesini kamuoyuyla paylaştı. İktidar cephesi toplantıyı itibarsızlaştırma faaliyetine hemen başlarken, açıklanan programa muhalefet cephesinden de eleştiriler yöneltildi.
Cumartesi Söyleşisi’nde bu hafta CHP’nin vizyon belgesini, ekonomi ve başka birçok gösterge bu kadar bozulmuşken muhalefetin topluma neden güven veremediğini, tersinden de iktidarın önemli bir oy potansiyelini nasıl koruyabildiğini, Kürt seçmenle açılan mesafeyi ve adaylık tartışmalarını heybemize koyarak, alanın önemli isimlerinden Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’na başvurduk.
İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı ve Sabancı Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, karşılaştırmalı siyasal sistemler, siyasal katılım ve seçmen davranışı, siyasal temsil, sosyopolitik tercihler, değerler, dindarlık, toplumsal eşitsizlikler gibi konularda önemli araştırmalarda çalıştı. Sosyal bilimlere pek çok katkı sunan bu çalışmaları kitap, bilimsel bildiri, rapor ve makale olarak yayımladı.
CHP’nin iktidara geldiğinde Türkiye ekonomisini nasıl yöneteceğinin yanıtlarını veren İkinci Yüzyıla Çağrı belgesiyle başlayalım. Vizyon belgesine muhalefet içinde de çeşitli eleştiriler yöneltildi. Soldan, emek cephesinden gelen eleştirinin odağında programın emeğin, emekçilerin değil, sermayenin ihtiyaçlarına dayanması yer aldı. Açıklanan programı ve eleştirileri nasıl değerlendirdiniz?
Uzun süredir CHP’ye ekonomik konularla ilgili iktidar olunursa ne yapılacağı konusunda herhangi bir somut öneri ortaya koymadığı iddialarında bulunuldu. 3 Aralık’ta yapılan açıklamalar bu iddialar çerçevesinde yapılmış açıklamalardır. Bunların içeriğinin herkes tarafından kabul edilmesi mümkün olamayacağı gibi, aynı zamanda çeşitli açılardan eksik, yanlı yahut tam itibarıyla herkesin kolayca anlayacağı içerikte olmadığı türünden eleştirileri duymak hiç de şaşırtıcı değil. Ve son derece doğal. Buradaki vurgular benim açımdan ikiye ayrılabilir. Bir, teknik olarak ekonomi bilimi çerçevesinde yapılan açıklamalar var. Onların iktisat eğitimi almamış bir kişi tarafından kolay anlaşılabilir olması beklenemez. Bunlar adı üstünde teknik konular. Bunlar bir nevi basamak basamak kurulacak bir iletişimle, anlayanların daha sade bir dille, anlamayan ve bilmeyenlere aktarmasıyla, düzgün bir şekilde herkesin anlayacağı bir hale birkaç hafta içinde getirilebilir.
Bir de ikinci yanı var anlatılanların. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun kapanış konuşması siyasi içerikteydi. Temel itibarıyla kendi partisinin, bir ölçüde de diğer beş müttefikinin görüşleri çerçevesinde siyasi duruşu anlatan bir konuşmaydı. Etkili bir şekilde de mesajlar verildi. Buradaki esas husus, teknik iktisadi programın uygulanabilmesi için bazı siyasal, kurumsal-hukuki adımların atılmasının zorunluluğuna yapılan vurguydu.
Ne gibi adımlar?
Bir tanesi, Türkiye’de çok büyük ölçüde seviye kaybetmiş olan ve birçok araştırmada artık mevcut olmadığı da iddia edilen hukuk devleti konusunda ciddi bir girişimde bulunmanın gerekliliği. Bağımsız yargı ve hakim teminatının güçlendirilmesi; yargıçların ehliyetle, tarafsız, bağımsız, dürüst şekilde karar almalarını ve bunu korkusuzca yapmalarını sağlayan bir ortamı yaratmaktan bahsediyorum. Eğer bu olmazsa, iktisadi olarak yapmayı düşündüğünüz girişimlerin arkasını getirmeniz mümkün değil. Bunlar Türkiye’yi rahatlatacak adımlardır. Ancak o zaman hukuka dayalı bir yönetimden bahsedebiliriz. Ama şu anda böyle bir öngörümüz yok. Onun için belirsizliğin, istikrarsızlığın artmış olduğu bir dönemde karar alma durumunda olan iktisadi çevrelerin bu kararlarda olabildiğince temkinli, uzun dönemli olmaması özelliği taşıyan ve olabildiğince riski azaltan kararlar almaları doğal. Özellikle de yabancı sermayenin de Türkiye’ye bu yüzden artık pek teveccüh göstermediği görülüyor bu koşullarda.
Programın dışa bağımlılığı arttıracağını savunan iktisatçılar, yabancı sermayenin eski teveccühü göstermeyeceği gibi sebeplerle de programın arzu edilen biçimde işlemeyeceğini söylüyor. Katılır mısınız?
Bu konuda özellikle Refet Gürkaynak bu sürecin kolay bir süreç olmadığını, oldukça zahmetli olduğunu, birilerine büyük maliyet yükleyeceğini ifade etti. Bu maliyetin azaltılması için bazı sosyal tedbirlerin alınması gerektiği ve bunun için de bazı girişimlerde bulunulacağı ifade edildi. Bu yönde bazı politikaların hayata geçirileceği gerek Hacer Foggo, gerekse Selin Sayek Böke tarafından belirtildi. Ama temel itibarıyla burada Türkiye’nin uygulamakta olduğu piyasa ekonomisine dayanan bir iktisadi yaklaşımın tamamen ortadan kaldırılması, devletçiliğe geri dönülmesi, yahut sosyalist bir uygulamanın olması gibi öneriler söz konusu değil. Onun için özellikle devletçi politika arayışında olanlar hayal kırıklığı içinde olduklarını belirtiyorlar.
Teknik olarak nelerin yapılabileceği iktisatçılar tarafından biliniyor, bunlar nispeten kolay adımlar, burada en zor olan husus, güven. Güven çok çabuk kaybolur fakat oluşturulması fevkalade zordur. Adalet ve Kalkınma Partisi son zamanlarda özellikle piyasalara güven vermiyor, bunu görüyoruz. Bu da ekonominin düzgün şekilde yürümesini sağlamıyor. Hiçbir yerde de sağlamaz. Onun için ilk yapılması gereken şeylerden bir tanesi bu güvenin tesisi için güven arttırıcı adımlar atabilmek. Açıklanan programın hedeflerinin ortaya konulması ve seçmenlerin buna inandırılması da önemli. Bu tür adımlar atılabilirse bu önerdikleri programı gerçekleştirebilirler.
GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEM YAPI İTİBARIYLA YARI BAŞKANLIK
Altılı masa bir yandan da cumhurbaşkanlığının nasıl yürütüleceğini tartışıyor. Bu konuda son açıklama Temel Karamollaoğlu’ndan geldi. Eş güdüm kurulu adı verilen modele göre Türkiye bir “koalisyon hükümeti” varmış gibi yönetilecek. Cumhurbaşkanı “Anayasa değişikliği yapılana kadar siyasi parti genel başkanları ile istişare ederek karar alacağım” taahhüdünde bulunacak. Ne dersiniz, uygulanabilir bir model mi?
Bunun bizde bir örneği yok, bilmiyoruz. Dünyada da pek örneği yok. Burada karşılaştığımız sorun şu, demokratik özellikleri zayıf olan bir seçime gidiyoruz. Hatta demokratik bir seçim olup olmayacağı belli değil. Öyle zannediyorum ki altılı masanın da fazla bir fikri yok. Dolayısıyla bir arada kalarak, anlaştıkları esaslardan sapmadan yürütmenin mümkün olmasını sağlayacak bir ortamın gelişmesini umuyorlar. Burada hükümet nasıl kurulacak ve nasıl bir hükümetle sürdürülecek sorunları var. Bir kere 2017’deki 16 Nisan referandumuyla birlikte yürütme organı ortadan kaldırıldı. Anayasa madde 8 değiştirildi, madde 8’i bugün okuyacak olursanız, yürütme cumhurbaşkanından ibarettir! Yani hükümet sadece bir kişi. Onun dışındaki bakanlar falan hükümet değildir. Cumhurbaşkanının memurları yahut özel kalem müdürleri niteliğindedir. Zaten onun tarafından atanmaktadırlar, herhangi bir merci tarafından da onaylanmaya tabi değildir. Amerikan başkanlık sisteminden örnek veriyorlar ama orada böyle olmuyor, başkan atıyor ama senato onaylıyor, senato onaylamadan görevine devam edemiyor. Bizde böyle bir mekanizma yok. Cumhurbaşkanının inanılmaz genişlikte yetkileri var. Herhangi bir demokraside rastlanmayan sınırsız yetkiler ve müthiş keyfi kararlar verilen bir ortam oluşuyor.
Ortaya çıkan bu tabloyu “Neo-Patrimonyal Sultanizm” olarak kavramlaştırdınız.
Evet, bunlar temel itibariyle sultanizm rejimlerinde gördüğümüz özellikler. O zaman sorun şu, biz gelecek seçimde bu sultanizme sultan mı seçeceğiz, yoksa sultanizm rejiminden demokrasiye doğru dönmek için liderlik gösterecek bir şahsiyet mi seçeceğiz? İkincisinin bu yetkileri sadece ve sadece demokraside yol almaya başlamamız, rejimin yeniden dönüştürülmesi amacıyla kullanılması, kendisine, yakınlarına birtakım imkanlar sağlamak gibi işlerle uğraşmaması gerektiğini düşünmemiz gerekiyor.
Bu kişinin belli standartlar içinde kalmasını temin etmek amacıyla altılı masanın liderlerinin bir dayanışma içinde bu sürecin yönetilmesinde rol oynaması ve olabildiğince cumhurbaşkanına yardımcı olması düşünülüyor. Ancak bu fiiliyatta nasıl işler, işleyebilir mi kimse bilmiyor. Onun ötesinde önerilen demokratik değişme ne kadar güçlendirilmiş parlamenter rejim dense de, yapı itibarıyla yarı başkanlık. Ama cumhurbaşkanının yetkileri anayasada bir referandumla değiştirilerek, parlamenter rejimlerdeki cumhurbaşkanı yetkileriyle uyumlu hale getirilirse, bu fiiliyatta parlamenter rejim gibi çalışabilir. Singapur gibi örnekler var. Halk oyuyla seçilmiş başkan var ama yetkileri parlamenter rejimdeki başkanlar kadar. Ama tabii dediğim gibi bunu hiç denemedik, hiç bilmiyoruz. Onun için cumhurbaşkanı olacak kişinin kritik rol oynayacağını düşünüyorum.
Bu bakımdan ismi öne çıkan adaylardan Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden sürdürülen “kazanacak aday” tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve muhalefetin, “Cumhurbaşkanı adayını seçim takvimi ilan edildiğinde açıklama kararı” doğru bir strateji mi?
Siyaset biliminde veya seçim araştırmalarında “kazanacak aday” diye bir kavram yok. Zaten kazanacak adayın kim olduğu önceden bilinse, demokrasilerde seçim yapmaya gerek kalmazdı. Onun için bu tür tartışmaların bilimsel bir karşılığı bulunmuyor. Bizim karşı karşıya olduğumuz sorun demokrasi olarak çalışmayan ve hiçbir surette çalışması mümkün olmayan sultanizm rejiminin devamına mı, yoksa, liberal demokrasi olarak çalışacak bir rejime sahip olmak için bir çaba ve girişime mi oy verileceğidir? Bunlardan birincisi için adayın kim olduğunun önemi yok. Kim sultanizmde cumhurbaşkanı olursa olsun demokrasi olmama keyfiyeti sürecek, yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar ve yozlaşma derinleşerek sürecektir. Liberal demokrasi kurmak için oy alacak olan bir aday söz konusu olursa, o zaman o cumhurbaşkanı, sultanizmi tasfiye etmek ve ülkeyi anayasa, yasa, kurum, ehil ve bilgili uzmanlar, halkın güveni ve desteğine sahip olan temsilcileri eliyle, halka bilgi aktararak, şeffaf ve atılan siyasal adımların hesabının verildiği bir yönetim için gereğini yapmaya yönelecektir diye umulacaktır. Bu durumda adayın adı veya partisi değil, burada ifade olunan siyasal önceliklere olan bağlılığı ve kişiliği ön planda olacaktır. Bu adayın adının ortaya konulmasından ziyade içinde olduğumuz sorunun geniş seçmen kitleleri tarafından anlaşılmasının sağlanması önemlidir. Öncelikle sultanizmde ısrar edildikçe daha da büyük sorunlarımızın olacağı ve daha da büyük bir maliyet ödeyeceğimizin anlatılabilmesi ve anlaşılabilmesi gereklidir. Adayın da bu anlatıma uygun mesajlar verecek birisi olmasının da önemi büyük olacaktır şüphesiz. Ancak burada adayın daha seçim takvimi başlamadan muhalefetin adayının ortaya çıkmasının büyük bir fark oluşturacağını ileri sürmek için bir kanıt veya bilgi elimizde yok. Onun için aday tartışmasının kendi başına değil, karşı karşıya olduğumuz vahim durumun çözümüyle beraber ele alınması kritiktir. Adayın rejim sorunundan farklı telakki edilmesi ve siyasal yarışın kişiselleştirmesi bence yanlış olacaktır. Bunun idrakıyla aday konusuna yaklaşmak daha akıllıca olacaktır.
SEÇMENE DAHA ÖNCE YAŞANMAMIŞ BİR OLAY ANLATILACAK
Erdoğan iktidarının güvenilirliğinin kalmadığını sıklıkla vurguluyorsunuz, peki altılı masa çözümün adresi olma konusunda toplumu ikna edip, o güveni neden oluşturamıyor? Saydığınız belirsizlikler bunda ne kadar paya sahip?
Bu sorunuzun birçok önemli boyutu var. Bir tanesi, halkın zihninde koalisyon fobisinin yer alması. Bu zaman içinde oluşturuldu. Kaldı ki parti hükümetleriyle, koalisyon hükümetlerinin arasında ikincinin aleyhine olacak ciddi kanıtlar yok. Ve bugün Türkiye Mecliste adına ittifak denilen bir koalisyonla yönetiliyor, AKP-MHP koalisyonu. Oysa “Artık koalisyon olmayacak, koalisyonlar çok kötü” diyerek propaganda yapmışlardı. Getirdikleri bu sistemde koalisyon olmayacak savı da çökmüş oldu. Altılı masa bir koalisyon, dolayısıyla koalisyon gördü mü korkuyla yaklaşmaya başlıyor insanlar, “Uzun sürmeyecek, söylediklerini yapamayacaklar, birbirlerine düşecekler” falan. Bir de tabii iktidarın elinde çok güçlü imkanlar var, örneğin seçmenin önemli bir kısmının izlediği medya var ve hükümet tarafından denetleniyor. Oradan devamlı bu korkuları besleyen yayınlar yapılıyor. Dolayısıyla buradan bir dezavantajları var.
İkinci temel özellik, hedefteki problem. Yani seçmene hedef olarak daha önce yaşanmamış bir olay anlatacak, “Biz bunu yapacağız” diyeceksiniz. Bunlar iletişimde karşılaşılan zorluklar. Bunların kolay çözümü var mı, bilmiyorum, zannetmiyorum. Onun ötesinde iktidarın elinde çok büyük başka kaynaklar var. Mesela TOKİ üzerinden ihale açıyor 5 milyon kişiye 500 lira vermek suretiyle daha sonra çekilecek bir piyangoya bilet satar gibi kuraya katılma imkanı tanıyor, insanlar ev sahibi olacağız diye buna bağlanıyor. Sonra da “Bugünkü iktidar tekrar seçilmezse bu girişimimizden hüsranla ayrılırız” diye düşünüyorlar. Bunlara ilave olarak, seçmenle yanaşma, patron ilişkisi olarak ifade edebileceğimiz patronaj ilişkilerini etkin olarak kullanmak da söz konusu.
20 yılda patronaj ilişkilerini etkili kullanan AKP için bağımlılık ilişkisi bugün de işlevsel olmaya devam mı ediyor?
Tabii. Son derece etkili, etkili olmaya da devam ediyor. Yine çeşitli vakıflar, dernekler üzerinden özellikle kadınlara dağıtılan sosyal yardımlar var, bunlar esasında sosyal devlet işleridir ve sosyal devlet fonlarından yapılmaktadır ama sanki bu parti işleriymiş gibi gösterilip, partiye destek devşirilmeye çalışılıyor, bu da etkili. Bunlar medyayla da birleşince çok büyük bir etki yaratmış oluyor.
Burada aile bağları, hemşehrilik bağları, dini bağlar özellikle tarikatlar önemli bir rol oynuyorlar. Bunun üzerinden olabildiğince istikrarlı, kolay değişmeyen ilişkiler kuruluyor. Bunların ne kadar önemli bir rol oynadığı, son günlerdeki zincir marketlerle yaşanan mücadelede ortaya çıkıyor. Hemen hemen her zincir market bir tarikatın yan kuruluşu, şirketi falan gibi gözüküyor. Gerek sosyal medyada, gerekse kurumsal medyada “Bu tarikatlar arasında bir savaş mı var”, “Kim nasıl pozisyon aldı”, “Hangi tarikat hangi tarikatla savaşıyor” soruları tartışılıyor. Tabii tarikat denildiği zaman sufilik anlaşılıyor ama bu pek dünyevi bir olay, öyle ruhani, ilahi bir şeymiş gibi durmuyor. Gayet lira ve kuruş üzerinden yapılan, bir siyasi mücadeleyi de içeren ekonomi politik çıkar grubu ilişkisi gibi duruyor. Ve bu çıkar grubu ilişkileri çok yaygın.
Dolayısıyla ekonominin kötüleşmesi etkili ancak tek parametre değil?
Ekonomi seçmenin kararlarında önemli bir etki kaynağı. 7 Haziran 2015’ten beri (1 Kasım 2015 seçimini bir kenara bırakırsanız) Mecliste çoğunluğu kazanamıyor Adalet ve Kalkınma Partisi. Daha önceki dönemde yüzde 40’ın üzerinde seçmen onu desteklemekteydi, şimdi bu 2018 seçimleri itibarıyla yüzde 35’e inmiş durumda. 8-10 puanlık bir azalma var. Şimdi bu yüz seçmende 35 acaba yüz seçmende 28’e inecek mi, onu göreceğiz. Dolayısıyla evet bir etkisi var ancak ekonomide fiyatlar yüzde 50 artınca hükümetin oyu yüzde 25 azalır, böyle bir formülümüz yok. Çünkü bu birçok filtreden geçerek seçmenin kararını etkiliyor ekonomideki gelişmeler. Örneğin kimlik filtresi var, medya filtresi var. Medyada sizin meslektaşlarınız sürekli olarak manipülasyon ile meşguller.
TÜRKİYE 80 YILDIR DEMOKRASİYİ OTURTAMIYOR ÇÜNKÜ BÖYLE BİR KİTLE YOK
AKP’nin oy kaybı toplumun hangi kesimlerinden geliyor? AKP’yi iktidara taşıyan ve orada tutan önemli bir gövdeyi oluşturan işçi ve emekçilerin durumunu nasıl gözlüyorsunuz? Yaptığınız araştırmalar bu bakımdan nasıl veriler sunuyor?
Bizim 2002’den itibaren Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile beraber yaptığımız araştırmaların bulgularına göre Türkiye’deki en büyük seçmen bloku, yüzde 40’la hayatı boyunca kazanç karşılığı hiçbir işte çalışmamış olanlar. Yani bunların emekçi falan olduğunu gösteren bir kanıt yok. Bunların 4’te 3’ünü ev kadını olarak kabul edebilirsiniz. Geri kalan 5’te 1’i kadarı da erkek. Kadınlar ortalama 50’li, 60’lı yaşlarda. Erkekler ise 20’li yaşlarda. Okul bitirmiş, bir işe girmek için çabalıyor ama girememiş olanlar. Köylü ve çiftçi zaten çok küçük bir hale geldi şu anda. En fazla yüzde 15 gibi. Esnaf yönünden ciddi bir kayba uğradı Adalet ve Kalkınma Partisi. Esnaf ciddi bir destekçisiydi çünkü. Bu kitle de yüzde 20 civarında. Bunların üzerine işportacılık yapan yüzde 10 da eklenirse çok küçük bir profesyonel sınıf kalıyor geriye. 4 milyon kadar devlet memuru var, özel sektör çalışanı var, okumuş yazmış, üniversite mezunu profesyonel işi var, mesleği var. Ancak bu kitle görece olarak küçük ve dolayısıyla zayıf kalıyor. Aristo’dan Seymour Martin Lipset’e kadar 2500 yıldır siyaset sosyologlarının iddiası, toplumda yaygın bir orta sınıf olmadığı sürece demokrasinin çalışmayacağı yönünde. Türkiye’de bunu ispat eden örneklerden bir tanesi. 80 senedir demokrasiyi oturtamıyor, çünkü böyle bir kitle yok. Yine Türkiye’de çok yaygın komplo teorisi inancı var. Bu da bir başka gösterge eğitim düzeyi vs. açısından. Dolayısıyla seçmen kolay manipüle edilebilir. Bu nedenle “Enflasyon, hayat pahalılığı yok, bunu BİM ve onun gibi marketler yapıyor. Dolayısıyla gidip onları baskı altına alırsanız fiyatlar iner” propagandası kolayca yapılabiliyor. Denesinler, görelim bakalım!
“Kirayı ödeyebilecek miyim”, hatta “ekmek alabilecek miyim” soruları son derece yakıcı hale gelmişken milliyetçilik, kutuplaştırma, güvenlikçi siyaset, neo-emperyal anlatı da gücünü koruyor mu?
Bunlar da aynı değer sistemine eklendiği ölçüde güçlü. Onlardan türüyor zaten, temel itibariyle onlarla yakından ilişkili. Dolayısıyla değişik ideolojik bir eksen oluşturmuyorlar, aynısının uzantısı mahiyetindeler. Dini söyleme girdiğiniz zaman Sünnilik- Alevilik iki temel rol oynayan unsur olarak beliriyor. Milliyetçilik söyleminin altında böyle bir özellikle de yatıyor. Bu da büyük ölçüde var. Mesela Türkçe konuşan Sünniler önemli bir kitle olarak ayrışıyorlar. Dolayısıyla oradan büyük bir felsefi atılım yapılmadan, Türk-İslam sentezi gibi bir ideolojik temel kurup geliştirebiliyorsunuz. Bunun karşıtını da hedef göstererek, çatıştırıyorsunuz, böl – yönet taktiği uygulanabiliyor. Bunların bağdaştırılması kolay değil zaten. Kan bağına dayalı milliyetçilik anlayışından, vatandaşlık esaslı bir milliyetçilik anlayışına geçebilirseniz, mezhebine, seküler mi, mütedeyyin mi bakmadan herkesi eşit bir vatandaş olarak kabul edip, ona göre yaklaşımda bulunursanız o zaman mesele yok. Aynı şey etnik ayırımlar için de geçerli.
KÜLTÜR KONUSUNDAKİ SÖYLEMLER ŞU AŞAMADA ÖN PLANA ÇIKMAMALI
CHP ve altılı masa bu konuda eleştiri konusu olan hamleler geliştiriyor. Zira milliyetçilerle milliyetçilik yarışına, İslamcılarla İslamcılık yarışına girince iktidar tarafından çok kolay manipüle ediliyor başörtüsü çıkışında olduğu gibi. Bu da kazandıran değil, kaybettiren bir strateji, haline geliyor, ne dersiniz?
Doğru. Ben olsam kültür tartışmalarına hiç bulaşmam. Bu partilerin kökenlerinin çok farklı olması, onların demokrasiye olan vurgusunu daha değerli hale getiriyor ama onun dışında örneğin kültür konusunda, kültürün çeşitli boyutlarındaki ayrışma konularındaki söylemlerinin şu aşamada ön plana çıkması için bir neden yok. Bugünkü güncel sorunlarımızın en başında liberal bir demokrasi oluşturmak geliyor. Liberal demokrasiden bahsederken hukuk devletiyle bağdaşık, onunla uyum içinde çalışan bir demokrasiden bahsediyorum. Bizim demokrasimizin hukuk devletiyle her zaman sorunu oldu, hiçbir zaman çözemedi bu sorunu. Bu muhtemelen sosyo kültürel yapımızdan kaynaklanıyor çünkü çok geniş sayıda, çok uzun süre kuşaklar boyunca yoksul kalmış bir seçmen kitlesi var ve bu kitlenin gereksinimlerini halletmek hukuk devleti içinde kalarak kolay olmadı. Onun için hukuk devletinin orasını burasını devamlı eğip büktük. Eğer bu süreci hukuk devleti talebiyle bağdaşık olarak yapabilseydik, o zaman hem demokrasi, hem hukuk devleti isteyen bir seçmen çoğunluğu ortaya çıkabilecekti. İfade özgürlüğü, dernekleşme özgürlüğü, medya ve basın özgürlüğü filan bunlar geniş bir kısım seçmenin gözüne biraz uzak kavramlar maalesef. Onun için liberal demokrasi kurmak için odaklanılacak temel husus, hukuk devletiyle bağdaşık bir demokrasi oluşturmak, ki onun içinde iktisadi sorunlarımızı, sosyal adalete dayalı olarak sosyal devlet uygulamaları içinde çözebilelim.
BUGÜNKÜ TERCİHLERE BAKARAK KARAR VERMEK SEÇMEN İÇİN YANLIŞ OLACAKTIR
Malumunuz Taksim saldırısının ardından Irak ve Suriye’nin kuzeyine hava harekatı başlatıldı, kara harekatı da gündemde tutuluyor. Daha önce iktidarın oylarını arttırmak için bu tür sınır ötesi operasyonlara girebileceği uyarılarını yapan altılı masa aktörleri, harekata tam destek sundular. Bu bir çelişki oluşturmuyor mu?
Çok değil, çünkü bu temel itibariyle Cumhur İttifakı tarafından kolay sömürülecek bir konu. Buna fırsat vermek istemedikleri için bu şekilde davranıyorlarmış gibi görünüyor. Ama tabi bu konu üzerinde altılı masanın bir pozisyonu var mı, onu da bilmiyoruz. Bilmek durumunda da değiliz, bu daha sonranın meselesi çünkü. Yani Türkiye demokratikleşmeye başladıktan sonra düşünülmesi gereken önemli konulardan bir tanesi. Şu anın konusu değil.
Özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürt seçmenin oynadığı kritik rol düşünüldüğünde altılı masanın aleyhinde olacak bu destek neden veriliyor? Altılı masa bu desteği almaya dönük bir pozisyon, bir yaklaşım neden geliştirmiyor?
Bu basit bir yaklaşım ya da adım şeklinde tanımlanacak bir şey değil. Burada çoklu bir denge var. Bunların hepsini gözeterek hareket etmek zorundalar. Dolayısıyla birtakım adımları atarken, başka yerlerden kayıplara uğramak istememek kadar doğal bir şey yok. Bir de şöyle bir sorunla karşı karşıyayız, seçmen ikiye bölünmüş durumda; demokrasi yanlısı olanlar, bir de sultanizm yanlısı olanlar. Kürtler de dahil çünkü onların da içinde aynı ayrışma var. Burada demokrasi yanlısı olanların sultanizme sultan seçtirmemek konusunda duyarlılıkla davranması zorunluluğu var. Aksi takdirde demokratikleşmeye doğru gitme şansımız yok. Evet yarın hemen demokrasi olmayacağız ama demokrasiye gidecek bir yola gireceğiz. Umut da, tercih de budur. Onun için bugünkü politikalara ve bugünkü birtakım tercihlere bakarak karar vermek seçmen açısından da yanlış olacaktır. İleriye doğru bakarak karar vermek gerekiyor. Biraz geçmişi unutacağız, bugünü de bir kenara koyacağız, ileriye doğru adım atacağız, eğer becerebilirsek.
Ancak Kürt seçmenler de toplumun diğer kesimleri gibi bu gelecek yürüyüşünde en azından belli başlı taleplerine yer açılmasını istiyorlar. Örneğin “evinde hastasına, yaşlısına bakan tüm kadınlara emeklilik hakkı vereceğiz” denirken, Kürt sorunun çözümüne ilişkin de somut bir söylem beklenmesi doğal değil mi?
Doğru. O vaatlerde bulunacak siyasi partiler yahut ittifaklar olacaktır. Ama bugünkü durumda bunların makul bir şekilde, herhangi bir tehdit altında olmadan tartışılması mümkün mü? Bugün kesin olarak değil. Yarın bunların imkan haline gelmesini sağlayacak bir açılım ancak oyunuzu değiştirmek suretiyle olacak. Başka türlü mümkün değil.
Hiçbirimizin her isteği oluşmuyor, bizim en çok istediklerimiz doğrultusunda herkesin davranması söz konusu olamaz. Hepimiz birçok konuda beklentilerimizin çok gerisinde olan bir performansla karşılaşıyoruz ama esas mesele bu beklentilerin gerçekleşmesini sağlayabilecek bir ortamın yaratılmasıyla ilgili. Beklentilerimizin gerçekleşmesi sultanizm altında mümkün değil, onu biliyoruz. Dolayısıyla diğer seçeneğe doğru yürümek benim açımdan daha makul bir yaklaşım. Hiç olmazsa istek, dilek, talep ve beklentilerimizin demokratik bir ortamda seslendirilebilmesi, korkusuz bir şekilde ifade edilmesi, tartışılabilmesi için yasakların azaldığı bir konuma ulaşmamızın söz konusu olabilmesi. Bugün sorunumuz bu imkanı verecek adımı atabilmek.
Evrensel'i Takip Et