24 Aralık 2022 04:09

Prof. Dr. Nilgün Toker: "Saçma"nın arttırıldığı faşizan bir rejimle karşı karşıyayız

İktidar belirsizlik yaratma gücüyle ayakta duruyor. Belirsizlik yaratma kapasitenizden biraz geri durduğunuz anda belirlenim alanları doğar ve bu gücünüzü ittirmeye başlar.

Fotoğraf: MA

Paylaş

Serpil İLGÜN

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na geçtiğimiz hafta verilen hapis cezasının adaylık meselesinden “altılı masada kriz”e uzanan tartışmaları sürüyor. Hapis kararının verildiği gün ve ertesinde altılı masa liderlerince Saraçhane’de verilen birlik beraberlik fotoğrafının etkisinin daha üçüncü günde zayıflamasının, dolayısıyla altılı masanın iktidar hamleleri karşısındaki dayanıksızlığının kaynağı yerine, “Kılıçdaroğlu rahatsız”, “Akşener ondan daha rahatsız” gibi polemikler üzerinden tartışmalar yürütülürken, İçişleri Bakanlığının “terör” soruşturması raporunun savcılığa sunulması, İstanbul Belediyesine kayyum atama olasılığını daha da güçlendirmiş oldu.

Siyaset gündemi İmamoğlu kararına kilitlenirken, HDP’ye yönelik kuşatma yoğunlaştırıldı. Memurlardan tutuklu yakınlarına, hak mücadelesi için sokağa çıkanlar yine polis şiddetiyle karşılaştı, muhalif medyaya cezalar yağdırılırken milyonları ilgilendiren asgari ücret de tek adam tarafından belirlendi.

Cumartesi Söyleşisi’nde bu hafta, uzunca zamandır doz arttırılarak sürdürülen bu olağanüstülük halinin ne olduğuna, nasıl yürütüldüğüne, dayanaklarına ve ortak bir gelecek tasavvurunun nasıl güçleneceğini konuşmak için, alanın önemli isimlerinden Barış Akademisyenlerinden Siyaset Felsefecisi, aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yönetim Kurulu Üyelerinden Prof. Dr. Nilgün Toker’e danıştık.

Seçim senaryoları, söz düelloları, komplo teorileri İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen hapis cezası sonrası daha da hararetlendi. Eş zamanlı olarak HDP’ye yönelik yargı ve polis baskısı yoğunlaştı, Sibel Tekin yaz saati uygulamasıyla ilgili belgesel çekerken tutuklandı, sokağa çıkanlar yine polis şiddetiyle karşılaştı. Uzun zamandır Türkiye’nin normali haline gelen tabloyu siyaset felsefecisi olarak nasıl okuyor ve tanımlıyorsunuz?

Türkiye’de her gün olan, her gün birkaç tane olan olayları felsefi olarak hangi kavramla düşünürüm diye düşündüğümde bulduğum kelime, “saçma!”

Nedir saçma?

Saçma, gündelik dilde “anlamsız” anlamına geliyor ama felsefi olarak saçma, “Tersi mümkün olan şey”dir. Yani bir şeyin başka türlü olması da aynı şekilde mümkün. Orta Çağ felsefesinde saçma şu demektir, tanrının eylemleri saçmadır çünkü istediği gibi yapar. Yani bugün suları yukarıdan aşağıya akıtır, yarın aşağıdan yukarı akıtır. Bu, kuramsal açıdan yanlışlık ve doğruluk denen kavramların ortadan kalkması demek. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyemeyeceğiniz bir irade vardır çünkü.

Mümkünlük ise şudur; onun öyle olmasını isteyen ve o isteğini gerçekleştirecek araç ve güce sahip bir iradeyi talep eder mümkünlük. Yani mümkünün gerçek olması için bir iradenin onu gerçekleştirmek istemesi ve gerçekleştirme gücüne sahip olması lazım. Tanrısal düzlemde buna, “Her şeye kadir mutlak irade” diyoruz. Bunu yeryüzüne, kendi ülkemize çevirirsek, ortada saçma bir dünya yaratmış olan ve her türlü zıddı gerçekleştirme gücüne sahip, yargıyı, polisi, kurumları kontrol altına almış bir irade var demektir. Bu irade tek midir, çoğul mudur, o tartışmayı yapmam ama şunu söyleyebilirim, tüm bu saçmalığın yasayla, hukukla, şununla bununla açıklanacak bir yanı yok.

Bu kadar güç referansıyla yönetilen bir ülkede “saçma”nın sürekli yürürlükte olması ne işe yarar?

Birincisi, mantıksal analizler yapabileceğiniz bir akılsallığın kaybolmasına yarar. Akılsallığın kaybolması sizin düşünme-taşınma kapasitenizi ortadan kaldırır. Bilme yetiniz kaybolur. İkincisi, karar veremezsiniz. Yargıda bulunamazsınız çünkü. Yarın ne olacağını ya da neyin neye göre ölçüldüğünü bilmediğimiz bir dünyada yargıda bulunamaz ve karar veremezsiniz. Bu insanı sürekli kuşku içinde bırakır. Kendi eylemlerinizden de emin değilsinizdir doğru mu yanlış mı diye, başkalarının eylemlerini de değerlendiremezsiniz. Yanı sıra senin eyleminin doğru olup olmadığının karar vericisi başka bir yer. Onun da neye göre karar verdiğini bilmiyorsunuz. Bu düşünmenin iğdiş edilme hali. Bunun yarattığı vatandaşlık tipini düşünebiliyor musunuz? Bütün bu saçma olaylara maruz kalanlar, onu izleyenler, ona müdahil olmak isteyenler hiçbir belirlenime sahip değillerse eğer, kendi eylemlerini belirleme gücünden de yoksun olurlar. Saçmanın hakim olduğu bir dünya, insanların olayları bir nedensellik, bir akılsal açıklama modeli içinde düşünmesini engeller.

Epey önce bu rejim için “belirsizlik rejimi” demiştim, tam da bu nedenle. Yoksa belirsizlik rejimiyle kastettiğim sadece bir öngörülmezlik değil. Onu da içeriyor tabii ama esas olarak kastettiğim daimi bir kuşku ve olaylar, kararlar arasında bir nedensellik bağı kuramadığımız, akılsal açıklamalar yapamadığımız, neyin neden olduğunu bilemediğimiz bir durum.

Dolayısıyla, düşünme kapasitemizin daha da zayıflaması, felç olması için saçmanın arttırılması gerekiyor?

Evet. Alman Filozof Habermas’ın benim tarif için çok önemsediğim bir cümlesi var, “Faşizm her şeyin mümkün olduğu bir rejimdir!” Faşizmi analiz etmeyeceğim ama burada ortada olan şeyin faşizan bir şey olduğu kesin. Yani saçmanın giderek arttırıldığı, dolayısıyla her şeyin mümkün olduğu bir faşizan rejimle karşı karşıya olduğumuz açık. Bunu sürekli devam ettirirsiniz çünkü aksi halde irade kaybına yol açarsınız. Yani herhangi bir yerde bir akılsallık kalırsa o mutlak iradenin iradesi zayıflamış demektir. O nedenle her yerde aynı belirsizliği sürekli hayata geçirmeniz, belirsizlik yaratma gücünüzü sürekli açığa çıkarmanız lazım. Çünkü bu irade belirsizlik yaratma gücüyle ayakta duruyor. Belirsizlik yaratma kapasitesi, faşizmin karakteridir. Belirsizlik yaratma kapasitenizden biraz geri durduğunuz anda belirlenim alanları doğar ve bu gücünüzü ittirmeye başlar. O nedenle her gün her gün, “Benden başka kimse karar veremez ve sen kendi eylemini yönetemezsin” mesajının verilmesi lazım. Bunu topraklarına el konulan köylüye de veriyor, işçiye de veriyor, 6 yaşında evlendirilen çocuğun haberini yapan gazeteciye da veriyor. Dolayısıyla evet, bunu sürekli arttırmak ve mümkünse kesintisiz yapmak. Kesintisizlik, üzerinizdeki şiddeti ağırlaştırır. Şiddetin, zorun ve baskının sistematikleşmesi aynı baskıyı görseniz dahi giderek daha dayanılmaz hale getirir. Çünkü sürekli üstünüze basılıyordur. Biz şu an bunu yaşıyoruz, sürekli üstümüze basılıyor.

SİYASETİN ÖNÜNDEKİ EN ÖNEMLİ GÖREV, ORTAKLIĞIN İNŞASI

Malumunuz, hak ihlalleri, baskılar, hukuki dayanağı olmayan cezalar “mağduriyet” kavramıyla da ele alınıyor. Nitekim, İmamoğlu’na verilen hapis kararının İmamoğlu lehine bir mağduriyet yarattığı, halk nasıl daha önce hapis cezası alan Erdoğan’a destek verdiyse ve Erdoğan 20 yılda mağduriyet söyleminden nasıl yararlandıysa, bugün de İmamoğlu’na yarayacağı yorumları yapıldı. Mağduriyetin kazanmanın şartlarından biri haline gelmesiyle ilgili ne düşünürsünüz? Ve bugün hâlâ çalışır mı?

Bir kere Erdoğan o dönem haksızlığa uğramıştır ama iktidara gelmesi o haksızlık nedeniyle değil, ağır ekonomik kriz nedeniyledir. Uğradığı haksızlık Erdoğan’ın karizmasına yazılmıştır, haksızlığa uğrayan olarak insanların onu koruma duygusuna seslenmesi, lidere bağlılıkta arttırıcı bir faktör olmuş olabilir. İmamoğlu İstanbul belediye seçimleri iptal edildiğinde o akşam “Beni mağdur edemeyeceksiniz, ben özneyim” demişti. Mağduriyete sıkışmayacağının ilanıyla ve siyasal bir öznelik göstermesiyle kendisini siyasal bir aktör olarak var etti. Mağduriyet pozisyonu, İmamoğlu’nun ortaya koyduğu siyasal figürde aşınma yaratıyor. O nedenle, İmamoğlu’nun mağduriyete sıkışması çok riskli, çok tehlikeli, siyaseten de yanlış olur. Seçimi de kazandırmaz diye düşünüyorum. Halkın iktidarı hedefleyen bir ittifaktan beklentisi şudur, olaylara müdahale edecek gücünü görmek ister. Mağduriyete sıkıştığın anda o güçten vazgeçtiğin anlamına gelir.

Bu bağlamda, genel olarak muhalefetin özel olarak da altılı masanın halkın beklentilerini karşılayamadığı, güven vermediği tartışmalarını nasıl izliyorsunuz? İmamoğlu kararı üzerine Saraçhane’de birlik beraberlik fotoğrafı veren altılı masa için, üçüncü gün “kriz var” haberleri yapıldı. Güven oluşturmada iktidar hamleleri karşısındaki bu dayanıksızlık görüntüsü de kuşkusuz pay sahibi ancak “Ortak bir gelecek kurma” vaadine halkı ikna edememenin esasında ne var?

Öncelikle, Kılıçdaroğlu ve CHP’lilerin bir kısmının dilinden duyduğumuz yeni bir ortaklık kurma çağrısı ve çabasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Siyasetin önündeki en acil görev Türkiye’de ortaklığın inşasıdır. Ama hangi ilkelerle kurulacak bu ortaklık? Ortaklık kurmanız için bir gelecek tahayyülünüzün ve tasavvurunuzun olması, o tasavvuru dayandırdığınız ilkelerinizin olması lazım. Demokratik bir ortaklık inşa etmek isteyen ve rejimi demokratikleştirmek isteyen bir parti, demokrasinin ilkelerine referans edecektir. Demokrasi ilkeleri de insan haklarının rezervsiz kabulünü gerektirir. Yani, herkesin özgür eşitliği, herkesin haklara sahip olduğunun tanınması ve herkesin haklarını neyse o olarak hayata geçirmesi için elinden gelinenin yapılması, yani korunması. Bunun içinden konuşursunuz. “Şunların daha az hakkı vardır”, ya da “şunlara ama” diye başladığınızda, olmaz. Göçmenlerden konuşurken faşizmin öjenik arınma dilini konuşursanız olmaz mesela. Altılı masa seçimi kazandıklarında şimdikiler ne kadar güce sahipse onlar da olacak. Bunda bir beis yok, ama nasıl müdahale edeceklerini bilmiyoruz. İlkelerini bilmiyoruz, bir şeyler söylüyorlar ama o söylediklerinin kapsayıcılığı çok tartışmalı. Herkese konuşmuyorlar bir kere. Yeni bir demokratik inşa çağrısı yapan bir hareketin herkese konuşuyor olması, müzakere edebilir olması lazım.

“Herkese konuşmuyorlar”ın içinde seçimi kazanma konusunda oynayacakları role rağmen Kürtler de var.

Bir kere daimi dışarıda olanlar var ve Kürtler başında geliyor. Bazen bir parça Aleviler, LGBTİ’ler, Müslüman ve Türk olmayanlar falan. Ancak Kürt meselesi, özellikle de barış sürecinin bitirilme biçimiyle de beraber bir “Yurttaşlık alanına dahil olma”yı aşarak, düşmanlaştırmaya dönüştü, artık düşmanlar var. Sen düşman olmayanlar için bile bir saçma yaratmış ve onlar için bile her şeyi mümkün ve belirsiz hale getirmişken, düşman olanlar zaten akılsallığın tümüyle dışındalar. O nedenle buradaki zulüm artarken, düşman olanların zaten bir nesne olarak görüldüğü bir dünyada orada o zulmün katmer katmer olacağı açıktır. Buradakine hapse atmadan siyasi yasak verirken, oradakine hem siyasi yasak verirsin, hem hapse atarsın. Buradakine mahkemeye çıkararak siyasi yasak verirsin, oradakini mahkemeye bile çıkarmazsın “Kayyum atadım, her şeyi iptal ettim, hem de hapse attım” dersin. Bunu yaratan yapı onun ne diyeceği ile de ilgilenmiyor. İmamoğlu’nun ne diyeceği ile ilgileniyor çünkü sosyolojik rıza üretmek için ona ihtiyacı var. Altılı masanın belirlenim yaratamamasına da ihtiyacı var. O nedenle, “İmamoğlu’na ceza verilmesi onu aday yapar” tartışmasına girmen değil, böyle bir dünyaya sokulmuş olmaya itiraz etmen lazım.

Ancak bu itirazlar öne çıkamıyor. İktidar minderinden tutum alınan bazı meselelerin de ya kenarından dolaşılıyor ya da yokmuş gibi davranılıyor. Düşmanlaştırılan LGBTİ konusunda olduğu gibi. 

Öncelikle altılı masanın tümünün düşmanlaştırılanları dışarıda bırakma amacında olduğu kanaatinde değilim. Bekir Ağırdır’ın bir analizine tamamen katılıyorum, buradaki esas mesele şu; altılı masa siyasete devletten bakan bir oluşum. Devlete zaten tarihsel olarak içkin olan tüm ayırımcılık hallerinin, kimi zaman ırkçılığa varan öteleme hallerinin yani devletin tümlük idesi altına girenler ve girmeyenler ya da “Hangi koşullarda girersiniz”e dair tasavvurları içlerinde taşıyorlar tabii. Buraya şunu ekleyeyim, altılı masanın esas fark etmediği şeyin şu olduğunu düşünüyorum, sürekli devletle iktidarı ayırt etme dilindeler. Örneğin sıklıkla kullandıkları sivil darbe nitelendirmesinden bakalım. Darbe, hükümetle devlet arasındaki mesafenin kalkması ve kim hükmedecekse hükümetin devlete oturması demektir. Devlet-hükümet ayrımının ortadan kaldırıldığı andır darbe. 2015’te cemaatin darbe girişimi sonraki sivil darbe denilen şey, hükümetin devlete yerleşmesidir. Hükümetle devlet şu anda ayrılabilir bir şey değil. Dolayısıyla karşımızda bir iktidar değil, bir devlet var. Altılı masanın böyle bir krizi var. Erdoğan’ı ve kurduğu rejimi çekerlerse hâlâ koruyacakları eski devletin orada olduğunu zannediyorlar. Eski devlet yok. Bu yeni devlette eski devletten taşınan ayırımcı, ırkçılığa varan dışlayıcı bir tümlük zihniyeti var, ama ona başka şeyler eklendi. Mesela yeni rejimde konuştuğumuz LGBTİ’lere ve aileye yönelik politikalarda literatürde öjenizim dediğimiz şey eklendi. Aynı şey göçmenler için de geçerli. Göçmenlerin toplumu bozduğunu söylüyor. Bu da öjenik bir söylem. Bu mesela CHP’de böyleyken, İYİ Partide Kürtler için yankılanıyor. O nedenle bu dili değiştirmeden ortak bir gelecek tasavvuru kuramazsın. Toplumun geleceğine yönelik umut taşıyacak, bir değişim yönelimini topluma anlatmıyorsanız eğer, en fazla iktidar değişikliği kavgası verirsiniz, buradan da bir şey çıkmaz.

Seçmenin sandığa, seçime indirgenmesiyle o umudun oluşturulması arasında nasıl bir ilişki var?

Siyasete devletten bakan ve her şeyi sosyolojik rıza, seçim olarak gören bir hareketin toplumun iradesi derken anladığı tek şey, o iradenin gösterileceği tek anı, oy verme anını anlıyor. Yurttaş seçmene, seçmen de oy vermeye indirgenmiş. Bu, yurttaşlar arası müzakere alanını demokrasinin temeli olarak görmeme halidir. Önce yurttaşın inşası gerektiğini anlamama halidir. Yurttaş, hak sahibi olan ve taşıdığı hakları kullanma gücüne sahip olandır. Bu hakların devlet ve hükümetler tarafından korunması gereken varlıktır. Bu tarif olarak ortadan kalktı ama iyi bir şey de söyleyeyim, hâlâ yurttaş olmakta ısrar edenlerin olduğu bir ülke burası. Şansı da o. Sokak kapatılmışken, o olmuşken, bu olmuşken hâlâ birileri çıkıp yurttaş olmakta ısrar ediyor. Senin o yurttaş kalmakta ısrar edenlerle konuşman, onlarla beraber yurttaşlık alanını genişletmen ve müzakere alanını, toplumsal itirazı yükseltmen gerekirken, “Sen öncelikle seçmensin, ben bir seçimi alayım sonra her şey güzel olacak gibi” dünyanın en romantik sloganını attığında, siyasetsizleşmeye varırsın. Siyaset, birlikte yaşayanların nasıl birlikte yaşayacakların, birlikte nasıl yaşayacaklarına karar verme tartışmasıdır. Bunun çoktan devreden çıktığı, siyasetin tamamen bir yönetme mekanizması haline geldiği bir çağda yaşıyoruz zaten. Bir gelecek ufkunun olmaması derken bunu kastediyorum, demokratik bir toplum, yeni bir inşa derken siyaseti ortak meselelerimizi ortaklaşa tartışma olarak anlayacak bir zemine geri dönmek lazım.

SİYASAL ALANA GELECEK TASAVVURUNDAN KONUŞMAYI SÜRDÜRECEĞİZ

Peki bu nasıl olacak?

Bunun için de her türlü mekanizmayı yaratmanız lazım. Konuşma alanlarını açmak için mücadele etmemiz lazım. Bunlardan biri sokak. Yurttaşın yurttaşla konuşma alanı olarak sokak kapalı. Kaftancıoğlu ya da İmamoğlu kararından sonra sokağa çıkıldı diye sokak açık zannetmeyelim. Sokak bize kapalı, köylü yürüyor kapalı, işçiler grev yapmak istiyor kapalı, biz insan hakları savunucuları olarak basın açıklaması yapmak istiyoruz, kapalı. Toplumun birbiriyle konuşarak, farklı yönlendirilmemiş ve yönetilmemiş bir sonucu kimse istemiyor, altılı masanın da bunu istediğini zannetmiyorum. Yani yönetilebilir bir sonuç hesabındalar bence ve o sonuç için de yurttaşların birbirleriyle müzakere alanının serbest bırakılmamasını şimdilik faydalı görüyor olduklarını düşünüyorum. Bunu ilelebet de faydalı görebilirler tabi, bunu bilemiyoruz.

Türkiye’de örneğin TTB’nin, baroların, sendikaların bir kısmının, kadın hareketinin, LGBTİ’lerin yani demokrasi mücadelesi veren herkesin bir gelecek tasavvuru var. Ve biz bu siyasal alana bu gelecek tasavvurundan konuşmayı sürdüreceğiz, bundan vazgeçemeyiz. O nedenle müzakere alanının açılması için ne yapılması, ne söylenmesi gerekiyorsa o fikri daha güçlü bir şekilde taşımamız ve bir gelecek tasavvuruna zorlamamız lazım.

KOPUŞU İSTEMİYORSAK SORUMLULUK HEPİMİZE DÜŞÜYOR

Altılı masada AKP sonrası yeni devlet mimarisinde Kürtlere yer açılmaması, askeri operasyonlara verilen destek, diğer yanda HDP’nin kapatılma olasılığının artması, Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri olan Kürt sorununa ve Kürt halkının gelecek tasavvuruna nasıl yansır?

Ben bir insan hakları savunucusu olarak Kürt seçmenle kendimi aynı pozisyonda hissediyorum. Aynı yerdeyiz derken pozisyon olarak aynı durumdayız, yoksa “ben o eziyeti aynı biçimde çektim” gibi dünyanın en adil olmayan cümlesini kuramam tabii ki. Dolayısıyla bana nasıl yansırla, ona nasıl yansır arasında bir ortaklık olduğunu düşünüyorum.

Kendi gelecek yönelimimizi şu ilkeler, şu değerler ve şu mekanizmalar diyerek ısrarla dillendirmemiz lazım. Kürt seçmenin de kendi derdini anlatmaya devam etmede ısrar edeceğinden eminim. Başka da yolumuz yok. Evet sürekli baskı altındayız, sürekli bir güç kaybımız var bunu kabul ediyorum ama vazgeçmemek güçlenmenin esasıdır. İkinci bir şey de dayanışma bizim umudumuzun dayanağıdır. Gücümüzü haklılığımızdan alıyoruz evet, umudumuzu da dayanışmadan alıyoruz. Birlikte ortak bir hedefimiz var, demokratik bir toplum, demokratik bir ülke, herkesin özgür olmak bakımından eşit olduğu bir ülke istiyoruz. Kürt seçmenin de aynı yargı zemininde olduğu kanaatindeyim.

Ama bu tutumun riskli bir sonucu var, kopuş. Gençlerin yurt dışına gitmesi gibi kendisinin burada bir değiştirme umudunu tümüyle kaybetme halini istemediğimiz için, biz Kürt olmayanların da bir sorumluluğu var. Burası Kürt olmayan bir yurttaş olarak sorumluluğumu arttıran bir şey. Yani o kopuşu istemiyorsak orada sorumluluk bize düşüyor. Kürt seçmeninin hem değersizleştirilip, hem araçsallaştırmasına itiraz etmemiz ve birlikte ortak bir gelecek kurma konusunda ısrar eden mekanizmaları savunmamız, benim Kürt olmayan bir yurttaş olarak da, hak savunucusu olarak da sorumluluğum.

ÖNCEKİ HABER

Sendikalıyız, kök ücretimiz asgari ücret

SONRAKİ HABER

Münevver Karabulut'un babası: O mezar boş ya da başkası var

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa