Doç. Dr. Polat Alpman: Korunacak olan İBB Başkanlığı değil seçmenlerin iradesidir
Seçmenlerin sandığa gitmek dışında siyasi davranış geliştirmesini istemeyen bir tutum var. Bu, iktidarın baskı politikasını yaygınlaştırmasının dışında, partilerin siyasal etkilerini de geriletti.
Fotoğraf, Polat Alpman'ın kişisel arşivinden alınmıştır.
Serpil İLGÜN
Siyaset, İstanbul Büyükşehir Belediyesine kayyum atama hamlesini 2023’ün ilk günlerinde de tartışırken, Anayasa Mahkemesi, daha önce reddettiği HDP’ye hazine yardımının kesilmesi talebini beklendiği üzere bu kez kabul etti. 2019’da HDP’li belediyelere kayyum atanmasından bu yana genişletilen mekanizmanın bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesine dayanması, “normalleştirme” öğütücüsü içine konup, sıradaki hamlelerin ne olacağı tartışılıyor.
Diğer yandan, bir retorik olarak “millet iradesinin her şeyin üzerinde” olduğunu söyleyegelen Erdoğan yönetiminin “seçmen iradesine darbe” olarak nitelenen hamlelerine karşı geliştirilen tutumların zayıflığı, dahası yine sandığın işaret edilmesi, eleştiri konusu olmaya devam ediyor.
Gelişmeler, “seçmen iradesinin gasbı” konusunu önümüzdeki günlerde daha fazla konuşacağımızı gösteriyor. Bu nedenle Cumartesi Söyleşisi’nde bu hafta seçmenlerin sabırla seçimleri beklemesi telkinini, sandığın bütün sorunları çözeceği propagandasını, seçmeni oy kullanmayla sınırlandırma tutumunu İmamoğlu’na siyasi yasak kararı üzerinden konuşmak istedik ve siyaset sosyolojisi, emek, kimlik ve göç alanlarındaki çalışmalarını Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de sürdüren Doç. Dr. Polat Alpman’a başvurduk.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen siyasi yasak kararı, dolayısıyla belediyeye kayyum atama hamlesinin güçlenmesi “seçmen iradesi” kavramını tartışmalar içine yeniden yerleştirmiş oldu. Tartışma biçimlerine, alınan tutumlara geçmeden önce, konuyu daha iyi anlamak ve hatırlamak için soralım. Nedir siyasal irade?
Siyasal irade, genellikle her şeyi kapsayan bir kavram olarak kullanıldığı için hem anlamı biraz belirsiz hem de siyasi süreçlere ilişkin anlayışımızı derinleştirmiyor. Yine de Türkiye’de genellikle vatandaşların kendi siyasi çıkarlarını ve tercihlerini ifade etmesi ve koruması anlamında kullanılıyor. Modern demokrasilerde kişinin olabildiğince kendi siyasal çıkarlarını koruyabilmesi ve bunu ifade edebilmesi için bazı kurallar ve kurumlar geliştirilmiştir. Mesela ifade özgürlüğü, gösteri ve toplanma hakkı, basın özgürlüğü, yargının bağımsızlığı gibi. Bunlar neden önemli? Çünkü toplumun bir üyesi olarak toplumdaki yönetim ilişkilerine dahil olmayı ve benim irademin, yani tercihlerimin, çıkarlarımın, beklentilerimin, hedeflerimin siyasal alandaki ilişkilerde yer almasını ve temsil edilmesini hedefliyorum. Demokrasi bunun düzenlendiği siyasi sistemdir ve kurallarla, kurumlarla çalışır. Bu kurallar ve kurumlar yoksa ya da tanınmıyorsa siyasi iradeniz gasbedilmiş olur.
Bu kurumların oldukça sınırlandırılması, hatta ortadan kaldırılmasına rağmen İstanbul seçimlerinde ortaya konan iradenin gasbını konuşuyoruz. CHP, İmamoğlu’na siyasi yasak kararının ardından halkı “İrademize sahip çıkalım” diyerek sokağa çağırmış, iki gün altılı masanın da desteği ile protestolar düzenlenmişti. Ancak bu korunamadı. Neden?
Kemal Kılıçdaroğlu son grup toplantısında “Eğer kayyum atarsanız bunu bir diktatörün halkına uyguladığı terörizm olarak kabul edeceğiz” dedi. Bu çok da sessiz kalınan bir durum olmadığını gösteriyor. Fakat orada başka türlü bir gerilim var sanırım. İmamoğlucularla, Kılıçdaroğlu arasında bir gerilim yaşanıyor gibi görünüyor. İmamoğlu’nun bu konudaki tutumu ve beyanı açık aslında, kendi pozisyonunu netleştirmiş. İmamoğlucularda ise Ekrem Bey namına çok cansiperane ve bazen agresif bir tarafgirlik hali var. CHP’nin kamuoyunun beklediği kadar tepki vermemesinin ya da öyle düşünülmesinin başka nedenleri de var elbette. Oysa Kılıçdaroğlu’nun konuyla ilgili açıklamaları başka bir biçimde yorumlanıp, sunulabilirdi ve bunların gayet yeterli olduğuna ilişkin bir kanaat de oluşturulabilirdi. Siyaset, günün sonunda, kimin daha etkili kanaat üretebildiğine gelip dayanıyor. Eğer siz kanaati o şekilde oluşturabilirseniz seçmenlerin siyasal davranışı da o yönde gelişecektir.
Ancak gelinen yerde, İmamoğlu’nda da mücadelede yalnız bırakıldığı sitemini yaratan “sandığa havale” eğilimi söz konusu. Başka meselelerde de gördüğümüz seçmenin siyasal özne olmaktan çıkartılması, tepkilerin, taleplerin soğurtulması, sandığa/oy vermeye indirgenmesi tutumuna ne kaynaklık ediyor?
Seçmenlerin mutlaka sandığa gitmesini isteyen ama bunun dışında hiçbir siyasi davranış geliştirmesini istemeyen bir tutum var. Bunu toplantı ya da sokağa çıkıp gösteri yapmak olarak düşünmeyelim sadece. Evet, bunlar da var ama asıl, kendi çıkarlarını koruması beklenen kişilerin bunun için herhangi bir ifadede ve eylemde bulunmasını engelleyen hegemonik bir dil oluşturuldu. Seçmenler siyaset dışı varlıklarmış ya da sadece yılın belli günlerinde, belli dönemlerde siyasal davranışlar sergileme hakları varmış gibi bir yaklaşım güçlendi.
Bugün iktidar bloku, derdini ifade etmeye çalışan yurttaşları zor aygıtlarıyla bastırırken, muhalefet de seçmenleri sürekli “itidale” çağırıyor ve bunu kendisine tuzak kurulduğu gerekçesiyle yapıyor. Oysa ortada itidale konu olacak bir gösteri ya da yürüyüş olmadığı gibi ağır bir sessizlik var. Bu tutum iktidarın baskı ve zor politikasını genişletip yaygınlaştırmasının dışında, partilerin siyasal etkilerini de geriletti. Evet, bir kısmı oylarını korumaya devam ediyor olabilir ama siyaset sadece oy değil, siyasi etkiniz de çok önemli. Örneğin bu tutum CHP’nin siyasi etkisini de aşındırdı. Hatırlayalım, Kılıçdaroğlu TÜİK’in kapısından içeri alınmamıştı, bu büyük bir skandal olarak kaldı. TÜİK karşısında bile bir etki gösterilemedi, çünkü siyaseti elitler arası bir ilişkiye indirgeyip seçmenleri dışarda tutma eğilimi devam ediyor. TİP gibi bazı partileri ve bazı siyasetçileri kenara ayırarak şunu da belirtmeliyim, siyasi partiler siyaseti seçmenlerin dahil olmadığı bir elit oyunu olarak algılıyorlar ve böyle oynuyorlar. Belli ki işe de yarıyor, çünkü seçmelerin de siyasetle kurdukları ilişki pek farklı değil. Bu alışkanlıklar, yatkınlıklar elbette değişir ama kolay değil. Türkiye’de siyasal ilişkileri, partilerin iç işleyişini, seçenlerle seçilenlerin ilişkisini ve bunları değiştirmeye dönük bir siyaseti de düşünmeliyiz.
Kemal Kılıçdaroğlu, yılın son günlerinde Erdoğan’a “Sıkıysa gel İstanbul’da belediye seçimlerini yapalım” çağrısında bulundu. Bu sözler kayyum hamlesini meşrulaştırmıyor mu?
Hatta şöyle devam edelim, bu tam da siyasetten kaçmak değil mi? Neden yeniden seçim yapılsın? Hayır, haklarımızı koruyalım. Eğer korunacak bir şey varsa İstanbul Belediye Başkanlığı değil, seçmenlerin kararı ve iradesi korunmalıdır. Bunun yolu da o makamlara yönelik bir tehdit olduğunda “Hadi yine seçim yapalım” demek değildir. O zaman Diyarbakır’da yeniden seçim yapalım, bakalım kim kazanacak? HDP’nin adayı mı, kayyum mu? HDP’nin adayı kazanacak ama bu yerel seçim başarısı, siyasi koşulları ve mevcut durumu değiştirecek mi? Peki, İstanbul’a neden ayrıcalık atfediyorsunuz? Büyük ihtimalle Diyarbakır’daki seçmenlerin zor aygıtlarıyla bastırılabildiğini, İstanbul’daki seçmenlerin ise zor aygıtlarıyla bastırılamayacağını, siyasi dengeleri değiştireceğini varsayıyorlar. Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısında “Bunu terör eylemi sayarız” ifadesini biraz da bu ironiyle anlamak mümkün. Yani “Burada seçmenler var, bu seçmenlerin siyasi iradesi devletin zor aygıtlarıyla bastırılamaz” gibi bir anlam çıkartılabilir.
Malumunuz muhalefet, özellikle Kılıçdaroğlu 2023’ü kutlarken, seçimi/sandığı yaklaştırması yönünü öne çıkardı ve sosyal medyadan “loading halkım” sözünü tekrarladı. Sandığın bu kadar sorun çözücü olarak kodlanması nasıl sorunlar üretiyor?
“Bekleyin, geliyor gelmekte olan” vs. gibi ifadelerin kullanılması, siyaseti kendilerinin yaptığını, seçmenlerin ise onların yaptıklarına onay veren ya da vermeyen kişiler olarak düşünülmesinden kaynaklanıyor. Sanki seçmenler iki sandık arasında salınan siyasi canlılar. Bu iki sandık arasındaki dönemde demokratik hiçbir kurumun, işleyişin ve sürecin çalışmadığı biliniyor olmasına rağmen sandığa gidip seçmenden demokratik bir tutum almasını beklemeniz hayatın olağan akışına uygun değil. Şöyle bir örnek vereyim, çocuğunun AKP’ye ya da MHP’ye üye olduğu takdirde örneğin bekçi olma ihtimali olduğunu düşünen, diğer taraftan da iktidardan memnun olmayan, fakat AKP-MHP yerine gelecek bir başka siyasi partinin de kendisine ne sunacağını bilmeyen biri istemeyerek de olsa çocuğunun bekçi, memur, belediyede işçi olma ihtimaline oy verir. Bu o kişinin kendi çıkarını korumasının elindeki az sayıda yollarından biri ve tam da siyasal davranıştır. Bundan dolayı bu seçmeni suçlamak anlamsız, çünkü bunun nedeni o değil, iki sandık arasında onu örgütlemeyen, onun çıkarlarıyla kendi siyasetini örtüştürmeyen, bununla ilgili söz, etki, eylem üretmeyen partilerdir. Bunun kendiliğinden gelişmesini bekliyorlarsa, her şeyin kötüye gitmesini böylece bu siyasal davranışın değişeceğini düşünüyorlarsa büyük bir yanılgı içindeler.
Bu bağlamda ağır bir ekonomik kriz yaşanırken bile kimliklere seslenmenin ivme kaybetmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kimliklere sesleniliyor ve “Türkiye’de seçmenler kimliğe göre oy verir” düşüncesi hakim bir düşünce. İnsanlar sadece kimlikleri nedeniyle oy vermezler, insanlar çıkarlarını dikkate alırlar, o çıkarlara uygun siyasal tercihlerde bulunurlar. “Ben Türk’üm o zaman MHP’ye oy vereyim!” basitliğinde olmuyor. Elbette sizin bir kimliğiniz var ve bir siyasi parti gelip size “Ben senin kimliğine yatırım yapıyorum, sen de benim partime yatırım yap” diyor. Kendisinin yatırım yaptığı alan kimlikse o kimlik üzerinden hayatını organize etmeye başlıyor. Sen o yatırım alanını değiştirirsen, oraya doğru hareket ediyor. Bunun en güzel örneği Karadeniz’deki çay üreticileridir. Karadeniz kısa bir süre içinde sosyalist soldan Türk milliyetçiliğinin kalesi oldu. Orada devletle çay üreticilerinin ilişkisine baktığınızda, sola oy veren seçmenlerin neden milliyetçi muhafazakar çizgiye kaydığını görürsünüz. Sola oy verdiklerinde bir kimlikleri yok muydu, vardı. Bu tür genellemeler tartışabilir elbette ama “Türkiye’de seçmenler kimliklerine göre oy veriyorlar” demek gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Bir siyasi mekanizma var, CHP de İYİ Parti de diğer partiler de kimliklere yatıyor. En nihayetinde kimlikleri en fazla biriktirenlerin iktidar olacağı varsayılıyor ama burada siyasetten söz edilebilir mi? Bir ülke sürekli kimlik gerilimiyle siyasal alanını düzenleyebilir mi? Oldu olacak Meclisi de Lübnan gibi düzenleyelim, herkes rahat etsin.
"İKTİDAR TOPLUMUN BÜYÜK BÖLÜMÜNÜ İKNA EDEMİYOR"
Sandığın çözüm yeri olarak işaretlenmesinin karşısında, son günlerde daha fazla su yüzüne çıkmaya başlayan, “Seçimler kaybedilirse her şey biter” duygusu var. Bu ağır karamsarlık için ne söylersiniz?
Bunu ben de duyuyorum. Meslektaşlarımdan, arkadaşlarımdan ve yakın çevremden duyduğum bir ifade: “Seçimi kaybedersek her şeyin sonu olur!” Bunu söylemek bana çok ayıp geliyor. Evet, Türkiye’de 2016’dan sonra rejim değişti. Tek parti var, üniversiteler, yargı, medya, eğitim kurumları, tarikatlar, cemaatler onun elinde, tamam. Ancak bu devasa iktidar bunca gücüne rağmen toplumun büyük bir kesimini kendi siyasetine ikna edemiyor, bunu nasıl küçümsersiniz? Türkiye için bir umut beslenecekse, en çok buradan beslenmeli. Toplumlar çok kolay direnemezler, bu kolay bir şey değil. Türkiye’de toplum son üç dört senedir değil, neredeyse 10-15 yıldır direniyor ve sayıları gittikçe artıyor. Buna bakıp da nasıl “Kaybedersek her şey biter!” denebilir. Hiçbir şey bitmez. Yine birçok kötülük, baskı ve zulüm yaşanır, yine birileri haysiyetiyle imtihan edilir ama yine birileri siyasi mücadele sürdürmeye devam eder. Demokrasi mücadelesinin tarihi kırılmalarla dolu olduğunu hatırlayalım.
ERDOĞAN MUHALEFETTE OLSAYDI GREV ÖNLÜĞÜNÜ İLK O GİYERDİ!
Kriminalleştirilen, tehlikeli alan diye kodlanan sokaklar, meydanlar basın açıklamasına bile kapatılırken iktidar tarafından da muhalefet tarafından da “İhtiyaç hasıl olduğunda” önemli bir araç haline geliyor. Aynı zamanda talepler, tepkiler bu yolla soğurtulmuş da oluyor. Sokağın, meydanların bu kullanımının verdiği mesaj ne?
İktidar blokunun sokağı kullanma pratiği çok temel bir prensibe dayanıyor, egemen olan neyin istisna olduğuna karar verir. Dolayısıyla kendi kitlesini sokağa çıkartması bir istisnadır ya da şöyle diyelim, genel kural “Sokağa çıkılmayacaktır, çıkılacaksa da zamanı ben belirlerim.” Bunu egemenlik hakkı olarak görüyor. Türkiye’deki gibi rejimlerde istisnayı egemen belirler. Muhalefetin sokakla kurduğu ilişkinin çarpık bir tarafı olduğuna katılıyorum ama bunun da istisnaları var. Adalet Yürüyüşü’nü hatırlayalım, en çarpıcısı oydu sanırım. Ankara’dan İstanbul’a uzanan yol hattında belki yüz binlerce insan dahil oldu o konvoya. Bana kalırsa o yürüyüş Türkiye’de birçok şeyi değiştiren önemli bir süreçti. Fakat aynı yere döneceğim, vatandaşlardan yani işçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, engellilerden, yaşlılardan kopmuş bir siyaset pratiğine kapanmış durumdalar. Vatandaşları sadece seçmenliğe sıkıştırdılar. Oysaki, seçmenler aynı zamanda işçidir ve sorunları var, şöyle düşünün, işyerinde yasaklanmasına rağmen grev var ve ana muhalefet partisi o grevi sahiplenmiyor. Bunu anlamakta zorlanıyorum. Eğer Erdoğan muhalefette olsaydı grev önlüğünü ilk o giyerdi. Ya da KYK borçları. Öğrencilerin bastırmasıyla öğrencilerin KYK borçlarını silme kararı aldı iktidar. Kılıçdaroğlu “Ben iktidara gelince sileceğim” demişti. “Bu kabul edilemez, ne demek öğrencilere kredi verip onları borçlandırmak” değil, “Ben iktidara gelince sileceğim!” Sonra da “Ben dediğim için yaptılar!” dedi. EYT için de aynısı geçerli. Yani kamuoyu oluşturan EYT’lilerdi, KYK’li öğrencilerdi. Onların temsilcisi ve örgütleyicisi muhalefet partileri değil. Buraya sıkışmış olmayı anlamak güç.
YİNE "BAŞÖRTÜSÜ" DİYEN BİR ERDOĞAN İZLEYECEĞİZ
Siyaset, AKP-MHP’nin hazırladığı anayasa taslağının referanduma götürülme planını da tartışıyor. Bir yandan meşruiyet arayışında olunmadığını ima eden baskıcı, ayrıştırıcı politikalar izlenirken, bir yandan seçmenin önüne üçüncü sandığın konulmasındaki hesap ne? Referandum sandığının Erdoğan’a nasıl bir getirisi olacak?
Yirmi yıldır iktidardasınız ve yapmayı taahhüt ettiğiniz her şeyi yaptığınızı iddia ediyorsunuz. Ayasofya’yı da açtınız, yani ideolojik kazanımlarınız en zirve noktada. Köprüler, yollar, hastaneler, havaalanları yaptınız, kendinizi başarılı görüyorsunuz. Ancak diğer taraftan da ikna edemediğiniz büyük bir kalabalık var, bunların da ideolojik olduğunu düşünüyorsunuz. Bunun üzerine eklenen bir de ekonomik kriz belası var ki, Erdoğan’ı en çok bunun zorladığını düşünüyoruz, ki bundan pek emin değilim. Ne söyleyeceksiniz topluma? Seçim propagandasını ne üzerine inşa edeceksiniz? Erdoğan, daha doğrusu AKP siyaseti birilerini içerip birilerini dışlayarak buraya kadar geldi, şimdi de buna devam zorunda. Bu nedenle 400 milletvekili “evet” dese bile referanduma gideceğini düşünüyorum. Seçim propagandasını da bunun üzerinden yapacak. Yani yine başörtüsünü miting meydanlarında dilinden düşürmeyen bir Erdoğan izleyebiliriz, pek emin değilim. Ancak ayrımı başörtüsü üzerinden yapabilir, geri kalan bütün seçim vaatlerini geçmişteki başarılarına endekslediği bir seçim propagandası yürütmesi mümkün. Ancak seçim süreci çok dinamik ve geçişlidir, her şey değişebilir.
BİR ŞEYLERİ DEĞİŞTİRME UMUDUMUZ VAR
Uzunca süredir aday kim olacak, Erdoğan ne yapacak, muhalefet ne yapacak, altılı masada kriz çıktı vs. tartışmalarıyla yatıp kalkıyoruz ve bu durum politikleşme olarak yorumlanıyor. Bir sosyolog olarak politikanın hayatımıza bu kadar girmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu iyi bir şey mi?
Evet, aşırı dozdan mustaribiz. Kuşkusuz siyaset hayatımızın çok merkezinde duruyor. Bugün Türkiye’de bu aşırı doz siyaset merakının özünde hala bir şeyleri değiştirme umudu var diye düşünüyorum. Bu önemli bir şey. Bu tür rejimlerdeki en önemli aşamalardan biri de bu, çünkü hala siyasete inanıyoruz, siyaset yoluyla ceberut, müstebit iktidarlardan kurtulmamızın mümkün olduğunu düşünüyoruz ama eğer bir nokta gelip de kurtulmamızın mümkün olmadığına ilişkin bir kanaat oluşursa, o takdirde hiç şüpheniz olmasın, toplumun yüzde 90’nının siyasete olan ilgisi çok kısa bir sürede sönümlenecektir.
KAYBEDECEKLER AMA SONRAKİ SÜREÇ DE KOLAY OLMAYACAK
EYT, asgari ücrete, memur emekli maaşlarına zam, sosyal konut, diğer yandan parti kapatmaları da içerecek baskıların şiddetini arttırması… ne dersiniz, havuç-sopa siyaseti Erdoğan’a murat ettiği sonucu verir mi, nasıl bir 2023 projeksiyonu yaparsınız?
Türkiye’de normal bir ülkenin kaldırmasının pek mümkün olmadığı çok fazla problem var ve biz bunları konuşamıyoruz. Sürekli, çoğu da herhangi bir derde deva olmayan, bambaşka gündemler içindeyiz. Bu bir yönetim kolaylığı sağlıyor ama o sorunların arka planda giderek derinleşmesine ve köklenmesine de neden oluyor. AKP-MHP ittifakının oluşturduğu blokun, kurdukları bu vesayet rejimini daha da güçlendirmek için uğraşacaklarını, kolluk kuvvetlerini daha fazla işe dahil edeceklerini, olabilecek bütün olanaklarla aykırı sesleri bastırmaya çalışacaklarını ben de düşünüyorum. Onları engelleyebilecek bir sınır yok.
Dolayısıyla seçime kadar hiçbir şeyin demokrasi namusuna uygun olarak gerçekleşeceğini düşünmüyorum, fakat diğer yandan yoksullaşan, siyasetten ve dinden yorulmuş bir toplum var. Önemli bir seçmen grubu hala Erdoğan’ı dinliyor ve ondan medet umuyor ya da başka medet umacak siyasi hareket görmüyorlar. Fakat diğer taraftan çok ciddi bir tepki de var sanki. Dolayısıyla hem mecliste, hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kaybedeceklerini düşünüyorum.
Tabii seçimden sonra ne olup biteceğini kestirmek zor. Kaybettikten sonraki sürecin de kolay olacağını düşünmüyorum, kimse düşünmüyor. Çünkü Erdoğan’ın değiştirdiği bir devlet var, onun bürokratlarının, kurumlarının, aygıtlarının, iş yapma biçimlerinin değişmesi o kadar kolay olmayacak. Dolayısıyla, umut etmekten vazgeçmemizi gerektirecek bir şey görmüyorum ama umudu diri tutmak için herkesin üzerine çok fazla iş düşüyor.