10 Ocak 2023 03:38

Yazar Raşel Meseri: Bu coğrafyada hafıza her zaman risk altındadır

Yazar Raşel Meseri yeni romanı “Meskun Zaman”ı anlattı.

Raşel Meseri (Fotoğraf: Kişisel arşiv) 

Paylaş

Handan GÖKÇEK
İzmir

Yazar Raşel Meseri, yeni romanı “Meskun Zaman” okuruyla buluştu.  Sonsuzluğun içinde sıkışıp kalmış Makbule ve Zimbul’un hikayesine odaklanan roman, bu iki kadının İzmir’in Karataş Yahudi Mahallesi’nde başlayan; göçler, sürgünler, ölümler, sevdalar ve ayrılıklarla devam eden yolculuklarını anlatıyor. Roman “Ne oldu da Madam Anita’nın radyosundaki şarkı sustu?​”, “Komşulara ne oldu?​”, “Madam Sara’nın balkonundan silkelediği kilimden, sır sır, acı acı dökülen renkler neden soldu?​”, “Dario Moreno’ya dair şehir efsaneleri ne zaman unutuldu?​” gibi soruların yanıtlarını arıyor.

Raşel Meseri ile “Meskun Zaman”ı konuştuk. MeseriBu coğrafyada hafıza her zaman risk altındadır. Kimi toplumsal dönemler, deneyimler, travmalar hasıraltı edilir. Resmi tarih anlayışının eleğinden kayarlar bunlar. Buna rağmen, tarihin prizmatik ışıkları türlü çeşit şekilde gün yüzüne çıkar, çıkartılır. Yazmak da belleklerin tazelenmesi, kolektif hafızanın yeniden canlandırılmasının bir yöntemi” diyor.

Meskun Zaman, bilindik zaman algısını bir parça kıran, zaman zaman zamansız bir mekanda kendimizi bulduğumuz bir dünya. Yakın tarihin kilit noktalarında kahramanlarınız Zimbul ve Makbule ile çıktığımız bir yolculuk. Zaman algısı ile oynamak da hikayede önemli bir mesaj veriyor, ne dersiniz?

Zamanın insanın icat ettiği, bölümlere ayırdığı bir birim olduğunu unutmamaktan yanayım. Bunu hatırlamanın özgürleştirici bir yanı var. Doğanın yılları sayma gibi bir derdi yok, onun bir döngüsü var ve aslolan odur. Oysa insanlar bölümledikleri zaman dilimlerinin içinde kaçınılmaz bir şekilde yol alıyor ve bu lineer bir şekilde ilerlendiği kabul edilen zaman birimleri yaşanılanların anlamlandırılması, deneyimlerin adlandırılmasında büyük rol oynuyor. Zaman çoğu zaman yetmiyor, istenilse de geçmişe dönülemiyor. Fakat belki de bu insan icadı zamanı kırmak, bükmek, lineer algılamaktan uzaklaşmak mümkün. Kitapta da zamanın doğrusal akışını kırmak, var olan şimdiki zamanın içine geçmişte kalan çeşitli dönemleri yerleştirmek istedim. Romanın iki ana karakteri Zimbul ile Makbule zamanın doğrusallığını reddeden, onun içinde yolculuk yapabilen karakterler ki bu da dediğiniz gibi bir şehrin ve topluluğun tarihini anlatabilmek için çok önemli bir öğe oldu benim için.

"YAZMAK BELLEKLERİN TAZELENMESİNİN BİR YÖNTEMİ"

Özellikle İzmir’in son 60 yılının önemli olaylarına değinirken bir taraftan da kavramsal bir okumayla ötekileştirilenler, ötekileştirenler, göçler, intihar, sürgün, karasevda gibi olgularla da karşılaşıyoruz. Sanki unutturmak istemediğiniz şeyler var?

Kesinlikle. Bu coğrafyada hafıza her zaman risk altındadır. Kimi toplumsal dönemler, deneyimler, travmalar hasıraltı edilir. Resmi tarih anlayışının eleğinden kayarlar bunlar. Buna rağmen, tarihin prizmatik ışıkları türlü çeşit şekilde gün yüzüne çıkar, çıkartılır. Yazmak da, belleklerin tazelenmesi, kolektif hafızanın yeniden canlandırılmasının bir yöntemi. Meskun Zaman gerçekten de bu ihtiyaçtan yola çıkıyor. İzmir’de aşağı yukarı 70’li yıllara varıncaya dek, özellikle Yahudilerin yaşadığı ve nispi olarak çok dinli, kültürlü ve dilliliğin hala hüküm sürdüğü bir bölge olan Karataş ve çevresinde geçiyor roman. O zamana ilişkin ne hatırlıyoruz, nasıl hatırlıyoruz veya unuttuysak da şehrin belleğine sinmiş olan ortak hafızanın izlerini nasıl sürüyoruz? Ortaklıkları, ayrımcılıkları, göçleri nasıl anımsıyoruz? Ayrıca tüm bunlar bu günkü ayrımcılık biçimleri ile, yerinden etmelerle nasıl konuşuyor; egemen kimliklerin dışında kalan farklı özneler benzer deneyimleri bugün nasıl yaşıyor? Bir yandan da kitap boyunca yan karakterlerin bilinç akışını takip ederek bu soruların da peşinden gitmeye çalıştım.

"KİMİ KARAKTERLERİ YAZARKEN YARATTIM"

Meskun Zaman’ın son sözünde özellikle anılarınızdan da yola çıktığınızı yazmışsınız. Romanı çalışırken duygusal olarak en çok etkilendiğiniz bölümler hangileriydi?

Elbette Meskun Zaman’da çocukluğunu Karataş’ta geçirmiş bir Yahudi olarak benim tanıklıklarımın kapladığı geniş bir yer var. Kimi karakterleri yaşarken tanıdım, kimi karakterleri de yazarken yarattım. Çocuksu bir neşeyle hatırladım. Bir yandan da o zamana tanıklık etmiş birçok kişi ile söyleşi yaptım, onların yazdıklarını okudum. Bir yandan sözlü tarih çalışması yapmak gibiydi bu, diğer yandan da bir bulmacanın eksik parçalarını tamamlamaya çalışma süreciydi. Kitapta kurmak istediğim dünyanın, gidip gelinen geçmişin bir nostalji tuzağına düşmeden, ele aldığım tarihi kesitin güzellemesini yapmadan anlatabilmek ise en büyük gayretimdi.

Neden çok sıkı dost ve ergenlik döneminde olan iki hayalet? Bu diğer romanlarınızda da hissettiğim o oyunbaz tarafınızla mı ilintili? Yoksa en tarafsız yanımız çocukluğumuz olduğu için mi?

Bu yorum beni mutlu etti. İster romanlarımda ister çocuk kitaplarımda hem hikayenin inşasında hem de dil kullanımında türler, biçimler arası geçişler yapmayı seviyorum. Bu yaklaşımın okuyucunun tek bir biçime alışmadan, bir oyun alanında hareket etmesine imkân vereceğini düşünüyorum. İfade ettiğiniz gibi bu bir oyunbazlık türü. Beni de eğlendiren…

Çocukluk ve çocuksuluk ile yetişkinliğin zıt kutuplar olmadığını, geçişken olduğunu düşünüyorum. Tıpkı zamanın doğrusal olmaması gibi, bu farklı fazlar da aslında hep birbirinin içine geçmiş şekilde yaşanıyor. Zamanın akışkanlığını mesken tutmuş yaş dönümleri. Böyle bakınca çocukluk zaten hiç bitmiyor.

Romanı okurken bir yandan da hiçbir şeyin değişmediğini görüyor, anlattığınız dönemlerle bu dönemi karşılaştırıyoruz. Yine her canlıya, her türlü şiddet, göç, savaşlar, ayrılmalar… Dünyayı savaşlar, göçler acılar mı şekillendiriyor? Romanı yazarken karşılaştığınız en büyük soru neydi, bir cevap buldunuz mu?

Hatırlamak sanırım tam da bunun için önemli. Utanmayı unutmamamız, başkaldırma sorumluluğumuzun olduğunu anımsamamız için. Keşke bahsettiğiniz büyük meselelere net yanıtlarımız olabilse, ama belki de soru sormaya devam etmek, cevapları çoğaltmak ve bunun bir süreç olduğunu hep akılda tutmak gerek.

"BELKİ DE KALMAK DA BİR BAŞKALDIRI ŞEKLİ"

Yaşadıkları coğrafyadan koparılan ve yeni bir yaşam dayatılan tüm insanlar bir çeşit Zimbul ve Makbule’ye dönüşmüyor mu? Geçmişin hatıralarıyla yaşamaya çalışırken yaşadıkları anı kaçırdıklarını düşünüyor musunuz?

Göç etmek zorunda kalan, bırakılan insanların kendi kültürlerini, gündelik yaşam pratiklerini, yemeklerini, müziklerini, ritüel ve mitlerini sürdürme gayretlerini biliyoruz. Bunların tümü bir anlamda hayata tutunma çabası aynı zamanda. Bildikleri, ait olduklarını hissettikleri yurtlarından, yuvalarından savaş veya başka nedenlerle gitmeye mecbur kalmaları geçmişlerine daha sıkı sarılmalarına neden oluyor. Bu, zamanla özlem ve nostaljiye dönüşüyor. Görmekte olduğu rüyadan aniden uyandırılan insanın düşüncelerini bir türlü toparlayamama hali gibi bir yandan. Geçmişe dönememek ama tam olarak bugüne de yerleşememek hali. Belki de bu nedenle Zimbul bu serüvenin sonunda her şeye inat “kalmayı” tercih ediyor. Belki de kalmak da bir başkaldırı, bir direniş şekli.

ÖNCEKİ HABER

Özgür Özel: HDP'nin aday kararı son derece anlaşılır bir durum

SONRAKİ HABER

Petrokimya işçisi: Bize reva görülen bu yaşam kader değildir

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa