Sağ siyasetin müptezelliği
"Sağ siyasetin bu topluma önemli bir borcu vardır ancak kasayı kendileri tuttukları için ödememektedirler. Müptezellik burada da görünür hale gelmektedir."
Fotoğraf: Gelecek Partisi
Prof. Dr. Mehmet TÜRKAY
Türkiye’de sağ siyaset bugün yaşanan hemen hemen tüm sorunlarının müsebbibidir. Demokrat Parti, kurucu misyonunu devam ettirmeye çalışan CHP’den ayrılarak kendini ‘liberal’ olarak ifade etmiş, iktidara gelmesiyle sağ siyasetin hakimiyeti, soğuk savaş koşullarında antikomünizm histerisiyle biçimlenerek Türkiye’de siyasetin yönü bu haliyle tanımlanmıştır. Esas itibarıyla Türkiye’de siyaset, kuruluşundan itibaren kapitalist bir toplumsal projenin hayata geçirilmesinin koşullarını yaratmak anlamında her zaman ‘sağ’ bir iktidar yapısına sahip olmuştur. Bu elbette sağ siyasete dair bir genellemedir. Burada sağ siyasetin vurgulanan verili kabulü dışında hayata geçmesindeki farklılıklar önem kazanacaktır.
Demokrat Partinin 1946’da kuruşu ve 1950’de iktidara gelmesiyle sağ siyaset kendini CHP’den farklılaştırarak CHP’yi bir pozisyona zorlamıştır. Ancak kurucu iradenin temsilcisi olan CHP’nin devlet içindeki karşılığı CHP’yi de aşan bir irade kullanarak 27 Mayıs 1960 askeri darbesini yapmış ve esas olarak Avrupa’da savaş sonrası yaşanmaya başlanan ‘sosyal demokrasi’ paralelinde bir toplumsal düzeni 1961 Anayasası ile toplumsal özgürlükler üzerinden tanımlamış ve hayata geçirmiştir. Yaratılan bu koşullarda bilindiği üzre, DİSK kurulmuş, takiben TİP kurulmuş ve sosyalist muhalefetin açık örgütlenmesi bu koşullarda mümkün hale gelmiştir. Bu vakadır, ancak ortada anlamamız gereken bir durum var. Soğuk Savaş koşullarında Türkiye’de solun örgütlenmesinin önünü açan dinamik nedir?
Tarih kendini besler. 1920’lerdeki cumhuriyetin kuruluş referansı Batı Avrupa’dır. Bu referansın anlamı kapitalist bir modernleşme projesinin hayata geçirilmesidir. Bu proje Osmanlının son dönemindeki imparatorluğu yeniden ihya etmek anlamındaki girişimlerden tamamen farklılaşarak cumhuriyet fikri üzerinden bir projeyi hayata geçirmektir. Bu, tarihin yavaşladığı zamanlardır. Yavaşlığı aşan ise kapitalist bir modernleşme projesidir çünkü hız kazanmıştır. Ancak bu projenin hayata geçirilmesindeki esas mesele aynı zamanda hem içeriye hem de dışarıya güven vermektir. 27 Mayıs darbesi bunu başarmıştır, korumaya dönük devlet aklı hakimdir. Bu hakimiyet çerçevesinde Türkiye Amerika’nın da desteğiyle yüzünü Avrupa’ya çevirmiş ve iktisadi ifadesiyle Keynesyen bir ‘refah devleti’ politikasına paralel bir uygulamaya geçmiştir. Avrupa merkezli bir anlayış olarak refah devleti toplumsal tarafların haklarını savunmalarının asgari zeminini oluşturmuştur. Bu elbette en genel anlamda düzen muhaliflerini sisteme içermek anlamına gelecektir.
Sosyal demokrasi böyle bir işlevi yerine getirirken ‘sağ siyaset’ ne yapmıştır? Sağ siyaset kapitalizmin her iki anlamda ‘saf’ koruyucusudur. Saftır çünkü yapmadığını sanır. Çünkü verili olana dair bir sorusu/sorunu yoktur. Bu saflık gündelik politikaya evrildiğinde ise cellat kesilir. Bunu besleyen ise muhafazakarlıktır. Çünkü esas olarak muhafazakar toplumlarda verili olana sahip çıkmak esastır. Sağ siyasetin gücünü buralardan devşirmesi tesadüf değil vakadır.
Bu anlamda muhafazakarlığın farklı tezahürlerinin tanımladığı bir sağ tarihle karşı karşıyayız. AKP dönemine dair bir değerlendirme yapmaya gerek yok. Ancak bu dönemi hazırlayanın da geçmiş sağ siyaset olduğunun hatırlanması gerek. 1960 ve 70’li yıllar esas olarak sosyalistlerin devlet ve sağ karşısında direnmesiyle tanımlandı. 1980 faşist darbesi mevcut dengeyi sağ lehine yeniden kurdu. Elbette 12 Eylül darbesi, dünya konjonktürünün sağladığı olanaklar ve ABD’nin dünya ölçeğinde hegemonya projesinin gereklilikleri çerçevesinde düşünüldüğünde yerli yerine oturacaktır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına dair belirtilerin ortaya çıkmaya başladığı bu süreçte Türkiye, bu coğrafyada siyasal İslam’ın önünün açılmasını sağlayacak bir proje olarak seçilmiş ve darbe de buna hizmet etmiştir. Siyasal İslam’ın siyasi bir figür olarak sürece dahil olması ANAP iktidarıyla şekillenmiş ve mantıki sonuçlarına AKP iktidarıyla ulaşmıştır. ANAP ile AKP arasında bir diğer bağlantı iktisadi süreçlerin serbest piyasa mantığı çerçevesinde düzenlenmesidir. Burada tartışılmaya muhtaç başka konular var elbette ama bu yazının sınırlarını zorlamamak için şimdilik bir kenara koyalım.
Esas konumuza dönersek, 1980 darbesiyle başlayan süreç bu toplumda cehaletin örgütlenmesini esas almış ve AKP iktidarı bunu taçlandırmıştır. Bir tarikatlar koalisyonu olarak AKP, her alanda önemli toplumsal tahribatlar yaratmış ve yaratmaktadır. Sağ siyasetin taşındığı son nokta AKP’dir. Bir taraftan ‘liberalizmin şiddeti’ diğer taraftan muhafazakarlığın gündelik hayata dönük baskısı ve ‘gayrimeşru’ faaliyetlerin iktidar ilişkisi içinde tarihte hiç olmadığı kadar yaygınlaşması sağ siyasetin korumasında gerçekleşmektedir. Sağ siyasetin müptezelliği burada daha net görünür hale gelir.
Türkiye siyasetinde geleneksel muhafazakarlığı esas alan sağ siyaset, 12 Eylül darbesi sonrasında dinsel muhafazakarlığı hem toplumu biçimlendirmek hem de denetlemek üzere öne çıkarmıştır. Bu sürecin sonunda Türkiye, vurgulandığı gibi, sağ siyasetin doruk noktası olarak AKP iktidarıyla karşılaşmıştır. AKP hem geleneksel muhafazakarlığı hem de dinsel muhafazakarlığı konsolide ederek iktidarını pekiştirmiştir. İktidarın olanaklarına ulaşmak kısa sürede AKP kadroları için talan edilecek bir alan açılması anlamına gelmiş ve bunun gereğini yerine getirmiş ve getirmektedirler. Yaşamımızı belirlemiş ve belirlemekte olan sağ siyaset, bu toplumun bugüne kadar yaşadığı ve yaşamakta olduğu bütün kötülük ve acıların sorumlusudur. Sorumlusudur çünkü iktidardadır ve dolayısıyla bilinçli olarak yapmıştır. Sağ siyasetin bu topluma önemli bir borcu vardır ancak kasayı kendileri tuttukları için ödememektedirler. Müptezellik burada da görünür hale gelmektedir.
Diğer taraftan CHP dışında sağ partilerden oluşan bir Millet İttifakı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu ittifak sağın ‘samimiyetle imtihanı’ anlamına gelmektedir. Yaşadığımız süreç açısından bakıldığında CHP’nin kritik bir pozisyon kazanması sağ siyasetin kendi içindeki iktidar kavgaları sonucu biçimlenmiştir. AKP karşıtlığı bu görüntüyü besleyerek süslemektedir. Diğer taraftan verilen görüntü sağ partiler açısından bir ‘karın ağrısı’ hissini de yansıtmaktadır. Daha gündelik politika üzerinden ifade etmek gerekirse, Davutoğlu’nun Erdoğan ile, Akşener’in Bahçeli ile parti içi sorunları olmasa böyle bir ittifak mümkün olur muydu? Siyaset böyle kurulur muydu, kuruldu. Peki, geçmiş politik pozisyonlarından başka toplumda pratik politik karşılığı çok az olan Davutoğlu, Babacan gibi isimlerin ittifakta yer alması, CHP’nin daha önceki dokunulmazlıklar konusundaki tavrı akılda tutularak sağ adına bunları siyaseten taşıması ve bu partiler tarafından kabul edilmesi de sağ siyasi müptezelliğin bir örneği değil midir? CHP bu müptezelliğe ortak olmamış mıdır?
Sağın müptezelliğine ortak olmamak elbette bir temennidir. Ancak mevcut şartlarda yaşanan bu tarihi zorunluluğun gelecekteki faturasını kim ödeyecektir? Bu geleceğe dair bir sorudur ve maalesef Türkiye’de geleceğe dair net bir öngörüde bulunmak fal bakmaya denk düşmektedir. AKP iktidarının sürmesinin yaratacağı koşullarda yaşanacakları öngörmek mümkün. Muhtemel Millet İttifakı iktidarında bu toplum ne yaşayacağını bilmek istiyor. Ancak, bütün çabalarına rağmen ittifak derdini tam olarak anlatamamış görünüyor.
Bu görüntüdür. Sağ partilerin kendi içinde bir mutabakat ararken sosyal demokrat bir partiye mecbur kalmaları siyasi bir ironidir. Kendini sağda tanımlayan partilerin, İYİ Parti dışında, bu ittifakta yer almaları kendilerini görünür kılmak dışında ne anlam taşır? Taşır çünkü müptezelleşmiş bir siyaset anlayışını normalleştirmişlerdir. Bu anlayış AKP iktidarıyla normalleştirilmiştir. Nihayetinde, siyasi müptezellik normalleşmiştir.