‘Mış’ yaşamların sureti…
“…George Orwell, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceğini söylüyordu, Aldous Huxley ise insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır diye açıklıyordu. Orwell, kitapların yasaklanacağından korkuyordu, Huxley is
Yaşamımızın orta yerine bir bomba gibi düşüverdi o eğlence kutusu… Aslında ne kadar “eğlence kutusu” diye tanımlamak doğru bilemiyorum. Çünkü “pandoranın kutusu” misali açıldıkça içinden çıkan kötülükler sardı her yanı. İnsanı kendine bağlayan, uyutan, uyuşturan, biçimlendiren, bu mucizevi kutu! gücünün farkında ve tüm silahlarıyla üzerimize doğru geliyor, karşılığında bizim ona karşı gösterdiğimiz duygu sadece; sevgi, şefkat ve sadakat…
Radyolu günlerin hayalgücümüzle süslendiği siyah-beyazlı yıllarda, dinlediğimiz “arkası yarınlar, halk hikayeleri, çocuk saati…” seslerin ete kemiğe tarafımızdan büründüğü dönemlerdi. Komşu evlerinde görülen birbirimize hararetli anlattığımız “eğlence kutusu” ilk önce radyonun konduğu evin en güzel başköşesine göz koyacak ardından da evdeki düzeni belirleyecekti… Biz bu tuzaklardan habersiz, daha tv açılmadan çıkan bir türlü anlamlandıramadığımız geometrik şekle gözümüzü diker, ta askerlerin yürüyüp de kapandıktan sonra çıkan siyah-beyaz karıncalara kadar bakmak isterdik, düşünmeden hayallerimizin nasıl yok edildiğini, düşlerimize ket vurulduğunu, bizi biçimlendirip “mış” gibi yaşamların kucağına salıverilmelerimizi… Sohbet kültürünün yerini dizi kültürleri, düşlerimizi tüketim çılgınlıkları, kişiliklerimizi ise “seyirci” ye dönüştürüyorlardı; yaşama, kendine, dünyaya, gerçeklere “seyirci”…
PLEASENTVİLLE GİBİ YAŞAM
Eskinin siyah-beyaz televizyonu bugünün “mavi ekran”ı, renklendikçe, yaşamımız bir o kadar renksizliğe dönüştü… Tıpkı Pleasentville filmindeki gibi… (1998 yapımı, Yönetmen Gary Ross) filmde her şey iki kardeşin bir televizyon dizisinin içine girmesiyle başlar… 1950’lerdeki bir kasabayı düşünün her şey siyah-beyaz ve her şey sahte. Duygular, sevinçler, ilişkiler, yaşamın ta kendisi sahte… Filmde ne zaman gerçek duygular oluşmaya başlıyor işte o zaman yaşam kendine ait renklere bürünmeye başlıyor. Hasan Cömert ntvmsnbc’deki yazısında “Pleasantville’deki bu dünya sadece filmin görsel yönüne hizmet ettiği için siyah-beyaz değil. Siyah-beyaz çünkü buradaki insanlar dünyaya siyah-beyaz bakıyorlar. Bu siyah-beyaz bakış açısı onları sınırlandırıyor, kendilerinden olmayanı dışlamalarına sebep oluyor…” diye açıklıyor. Bizim yaşamlarımız da dizileri izledikçe renksizleşiyor, klişeleşiyor, tüketim odaklı, egemen kültür ideolojisiyle şekilleniyor…
Uzaktan kumandayla kumanda ettiğimiz kendi yaşamlarımızdı aslında, reality show’larla şiddet yanımızı kaşıdık, kahvaltı ederken izlediğimiz, sunucunun heyecanlı ve tiyatral sunuşuyla “renklendirdiği!” savaş heberleri, ekmeğimize katık oldu. Tüm bunlar, bize “günaydın” diyen apartman görevlisi kadar tanıdık ve rutin bir durumdu, “beyaz dizi, fotoroman”larla yaşamak istediği sevgileri, beyaz atlı prensleri, iki göz iki çeşme ağlayarak okuyan kadınlarımız ise bugün kızarmış burunlarıyla, bilmediği yaşamın tanığı, oyuncusu, olurken kendi yaşamına “seyirci” kalma konusunda ustalıklı bir portre çiziveriyor. Gerçekler üzerimizden geçerken bizler bize sunulan mutluluk ve acılarla sınıyoruz yaşamlarımızı… Sohbetler, diziler üzerinden tutuşurken, ihmal ettiğimiz kendimiz ve kendi yaşamımız öylece bir kenarda bizi izliyor, “mış” yaşamların gölgesinde mavi ekranın pençesinde, hoşnutsuz, mutsuz, düşsüz ve üretimsiz bir yaşamın anahtarını zorla değil bile isteye satıyorlar bize…
DİZİ DİZİ DİZİLER…
Son dönemlerde televizyonda gördüğümüz birtakım diziler de kurtuluşun yolunu “bireysel tepkiler” adresine yönlendiriyor. “İntikam”, “Kuzey-Güney”, “Kurtlar Vadisi”, “Kara Dayı ” gibi diziler toplumun ihtiyacı olan adalet duygusunun yine bireylerin kendi insiyatifiyle yerine getirebileceğini motif motif işlerken, sevginin adresini bile ne yazık ki şiddetten geçiriyorlar. Namus ve töre cinayetleri meşru kılınıp, dinmeyen bir yaraya dönüşürken, “çok seviyordum öldürdüm” sözü de kulaklara aşina kılınıyor… Hukuk ve adalet sistemi çöktükçe, silah “kutsal emanet” anlayışıyla pekiştikçe, silahlar beynimizde patlıyor. “İntikam soğuk yenen yemektir” sözünü düstur edinen diziler de bu yaranın büyümesinde belki de en önemli rolü paylaşıyor, meşrulaştırıyor. Gelelim bu söylediklerimizi pekiştiren araştırma verilerine…
Amerikan Psikiyatri Derneği, Amerikan çocuklarının haftada ortalama 28 saat televizyon izlediklerini ve 18 yaşına gelene kadar 16.000 cinayet, 200.000 fiziksel şiddet sahnesi gördüklerini bildirmiştir. Benzer şekilde ülkemiz genelinde Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından 6.614 kişi üzerinde yapılan bir araştırmada çocukların ortalama günde 3.42 saat televizyon izledikleri tespit edilmiştir. Reklam Verenler Derneği tarafında yapılan bir araştırmada 17 yaşına gelene kadar çocukların yaklaşık 60.000 cinayet, ölüm ya da yaralama sahnesi izlemiş olduklarını belirlemiştir. Amerikan Çocuk ve Ergen Psikiyatri Akademisi’ne göre televizyondaki şiddete 8-12 yaşları arasındaki çocukların en duyarlı oldukları hatta henüz 14 aylık çocukların bile televizyonda izledikleri şiddeti taklit ettiklerini bildirmektedirler. Şiddeti sorunların çözümünde etkin, cesaret gerektiren, sosyal kabulü sağlayan ve ödüllendirilen bir davranış şekli olarak TV programlarında izledikleri için çocukların, aynı şekilde davranışlar sergiledikleri bildirilmiştir. Daha fazla televizyon izleyen çocukların, daha az televizyon izleyen çocuklara göre daha fazla saldırgan davranışlar sergilediklerine ilişkin literatürde pek çok çalışma mevcuttur. Suça itilmiş hükümlü çocuk/ergenlerin üzerinde yapılan bir çalışmada şiddet içerikli program izleme oranı %51.9 iken, bu oranın suç işlememiş kontrol grubunda ancak %25.4 olduğu bildirilmiştir. Televizyondaki şiddetin çocukları, şiddeti taklit etme, şiddete karşı duyarsızlaşma, şiddet duygularını uyandırma ve şiddet duygularını bastırmada azalma şeklinde etkilediği öne sürülmüştür. RTÜK Kamuoyu ve Yayın Araştırmaları Daire Başkanlığınca Ankara’da 1.836 kişiye uygulanan bir araştırmada; ailelerin çocuklarının şiddet programı izlemelerini kontrol edemediklerini ortaya koymuştur (Uzm. Dr. Hasan Basri İzgi, Televizyon Dizilerinin Toplum Üzerine Etkisi).
Hal böyle olunca “mavi ekran”ın özellikle çocuklar üzerindeki etkisi azımsanmayacak düzeyde. Küçük yaşta televizyonla şekillenen çocuklar büyüdükçe yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça da televizyonun esiri oluyor, sarmal bir ilişki… Yine yapılan bir araştırmaya göre bir grup çocuğa sadece şiddetin olduğu video oyunları oynattırılıyor, diğer bir grup çocuğa da daha yumuşak şiddet içermeyen oyunlar oynattırılıyor… Daha sonra bu iki grupta yer alan çocuklar sırayla içeri alınıyor, araştırmayı yapan kişi (pedagog) oyunlardan konuşurken özellikle kalemliğini masadan yere düşürüyor. Yumuşak oyunlar oynayan çocukların hepsi kalemleri toplamak için yardıma koşarken diğer grupta yer alanlar oralı bile olmuyor… İşte kıssadan hisse: Şiddet + medya birlikteliği eşittir yalnızlaştırılmış, kimliksizleştirilmiş, algısızlaştırılmış yaşamlar… İsteye isteye, seve seve, eğlene eğlene!.. Bitirirken belki de bir noktanın altını çizerek bitirmek lazım Albert Einstein atom bombasını bulurken kuşkusuz insanlığın üzerinde patlamasını hedeflememişti, önemli olan güçlerin hangi ellerde, nasıl yönlendirip biçimlendirdiğiyle ilgili. Karşı durulması gereken nokta işte asıl burada…
* Yrd. Doç. Dr.