2 Şubat 2013 12:22

Adalet - intikam yanılsaması

Zeynep Gizem Şenel*

Marksist teoride çığır açan Antonio Gramsci, ‘egemenlik’in politik anlamda, kriz zamanlarında uygulanan direkt ve etkili bir baskı niteliği taşıdığını, daha normal bir çerçevede ise politik, sosyal, kültürel güçlerin kenetlenmesi olgusuna işaret ettiğini belirtmiştir. Grimsci’ye göre, hegemonya, bir sosyal süreç olarak kültürü ve bir anlam-değerler sisteminde belirli bir sınıfın çıkarlarının ifade edilmesi veya yansıtılması olarak ideolojiyi hem kapsar ve hem de bunların ötesine geçer. Hegemonyanın merkezinde, bir toplumsal sınıfın aslında birer toplumsal özne olan diğer sınıfları çıkarlarının gerçekleştirileceğine inandırması ve böylece onları sınıfsal iktidar mücadelesinden vazgeçirerek ya da bu mücadeleyi kendisinin izin vereceği sınırlar içerisinde yürütmeye ikna ederek, onları birer “toplumsal özne” olmaktan feragat edip, birer “toplumsal nesne” olmayı kabullendirmesi yatar. İdeoloji, biçimsel ve mafsallı bir anlamlar, değerler ve inançlar sistemidir. Bir nevi dünya görüşü ya da sınıfsal bakış açısı olarak da tanımlanabilir.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda medya, özellikle televizyon ve internet sıradan insanların hayatlarında büyük yer tutmaktadır. Haber alma, yayma ve değerlendirme mekanizmalarının son derece geliştiği günümüzde bir zamanlar savaşlar ve kanla elde edilen zaferler artık uydular, uzaktan kumandalı silahlar ve en çok da geleneksel deyimle kaleyi içten fethederek elde ediliyor. Hakim ulusların yöntem arayışı, kültürel ideolojinin yayılmasının son derece elverişli olduğunu keşfettiklerinde sona erdi. İletişim alanında medya örgütlenmeleri, kültürel anlamda sanat ihracı ya da ithaliyle gerçekleşen işgaller şüphesiz bir ülkeye asker çıkarmaktan, yabancı bir ulusu silahla baskı altına almaya çalışmaktan hem daha ucuza geliyor hem de daha az tepki çekiyor.

HAKİM SINIFIN HEGEMONYASI

İdeolojisini yaymak isteyen hakim sınıflar ve/veya devletler bacasız sanayiler yaratarak dünyanın en ücra köşesine kadar ulaşıyor. Film endüstrisi de bu bacasız sanayilerden biri. Hollywood, hiç şüphesiz bunların  başında geliyor.

Geçtiğimiz günlerde kolektif medyada yaşanan adalet-intikam tartışması, Hollywood menşeli senaryoların yerli piyasada yankı uyandırmasıyla başlamıştı. The Next Tree Days (Kaçış Planı), Revenge (İntikam), Sleepers (Kardeş Gibiydiler) gibi yapımların Türk dizi sektörüne kazandırılması meselesi yapımcıların ve kanalların adalet sistemine bir eleştiri getirip getirmediği polemiğini doğurdu. Temelinde konu yokluğu ve yaratıcı düşüncelerin geliştirilememesi yatan bu durum, kolektif medyanın elinde bambaşka anlamlar kazandı.

Bu hikayeleri birer Monte Cristo Kontu, Odesseus, Dorian Grey masalı gibi düşünmek, her biri modacı elinden çıkmış kıyafetlerin, lüks yaşamın, bireysel intikam hırsının, komplo kurbanı figürlerin uçuşup durduğu bu senaryoların herhangi birinde bizim adalet sistemimize ya da herhangi bir adalet sistemine eleştiri olduğunu düşünmekten daha gerçekçi olacaktır. Kaldı ki, sermayedar medyanın bu tür ithalat operasyonlarını kendilerinin de dahil oldukları çıkar gruplarını yaralamak üzere gerçekleştirdiğini varsaymak da oldukça naif bir düşüncedir. Burada sorulacak soru: “Kim kimin hegemonyası altında?​” olmalıdır ki, bu noktada işler karışmaktadır. İthalatın yapıldığı bacasız Hollywood sanayisi ve bu bireysel intikam hikayelerini kendi kültürü içinde değerlendirirsek; “Fırsatlar ülkesi Amerika’da her şeye imkan var. Orta sınıf mısınız? Fakir misiniz? Buyurun girişimci olun. Zenginleşip size şimdiye kadar yapılan haksızlıkların hesabını sorun. Ya da İşgal Hareketi’nin ‘yüzde 1’ diye bahsettiği hakim sınıfın pahalı oyuncaklarıyla gelip sizi kurtarmasını bekleyin. Ne yaparsanız yapın, neyi seçerseniz seçin bu topraklar üzerinde her zaman adalet var” anlamı çıkmaktadır.

Tabii ki örneklere baktığımızda durum aslında çok farklıdır. Kahramanlık senaryoları, dünyayı kurtaran figürler, yönetilen sınıfların zihninde bir adalet illüzyonu yaratmak için idealdir. Batman, Arrow ve Zorro gibi kalbur üstü sınıfa dahil kahramanların yanı sıra, Superman ve Spiderman gibi çalışan sınıf örnekler de vardır. Ancak Clark Kent başka bir gezegenden gelen aristokrat bir uzaylıdır; Örümcek Adam hikayesi de ‘radyoaktif ısırık’ meselesi yüzünden Kurt Adam atıfı ve Karıncalar İmparatorluğu (1977) arasında bir çizgide durmaktadır.

Louis Althusser’a göre, bir insanın tutkuları, seçimleri, amaçları, tercihleri, yargıları ve diğer birçok şey sosyal deneyimlerin ürünüdür. Toplumlar, bireyleri kendi yansımalarına göre şekillendirirler. Değerlerimiz, arzularımız ve tercihlerimiz ideolojik deneyimlerle zihinlerimize aşılanır. İdeolojik deneyim, ideolojik devlet aygıtları denilen kurumlardan meydana gelir. Bunlar, aile, medya, dini organizasyonlar ve eğitim sistemidir. Kendimizi ideolojinin dışında tanıyamayız, gerçek eylemlerimiz bu kapsayıcı yapıya uzanır. Kimliklerimizi kendimizi ideolojilerin akislerinde görerek elde ederiz. Süreç, bu bakımdan Lacan’ın ‘Ayna Evresi’ ile bağdaştırılabilir. İdeoloji, bireylerin hayali ilişkilerini, gerçek varoluş şartlarında sunar. İdeoloji de, baskıcı devlet aygıtları (hükümet, polis, mahkemeler, kanun, ordu) gibi hakim sınıfın yararına çalışır.

Batman, Arrow (2012), Revenge (2012), Double Jeopardy (1999), Karadayı ya da Ezel’deki başkahramanlar düşmanları ya da en yakınları tarafından (bu durumda bir farkı kalmıyor) ihanete ve/veya komploya uğramış bahtsız kişilerdir. Kendilerine acımayı bıraktıklarında soğuk yenen bir yemek de olsa intikamı tatmayı amaç edinirler. Bu kahramanlardan hiçbiri doğrudan adalet sisteminin kurbanı olmamıştır. Kötü niyetli kişilerin bir polis teşkilatını, mevkilerini ya da maddi imkanlarını konuşturması sonucu haksız yere cezalandırılmışlardır.

Birer yalnız kovboy ve Robin Hood hikayesi olan Batman ve Arrow gibi hikayelerde her ne kadar amaç iyilik gibi dursa da adaleti elde etme/sağlama hakkının kalbur üstü sınıfa bırakıldığını görmek mümkündür. Maddi güç, sosyal konum -miras ya da sonradan edinilmiş- intikam için gereklidir. İntikam maliyeti yüksek bir eylemdir. İntikam için sermaye gerekir.

Bu bağlamda, her biri trajik olaylar neticesinde kahramanlığa soyunan bu karakterler, üst sınıfı yönetilen sınıfın kurtarıcısı ilan ederek veya aslında ezilen sınıfa dahil karakterleri varlıklı statüsüne yükselterek Gramsci’nin sözünü ettiği kandırmacayı yaratır. Nesne haline dönüşen sınıflara sahte bir teselli sunar: “Bizden biri olmak kolaydır. Bir kere bizden oldunuz mu tüm kapılar size açılır.”

İNTİKAMIN KÖKENİ

Tabii bu kahramanların başka bir ortak yanı da adaleti çarpıtanların pençeleri kendilerine dokunmadan harekete geçmemeleridir. Yani halk için adalet sağlıyor gibi görünen kahramanların da motivasyonu bireysel intikam hırsıdır aslında. Tıpkı Law Abiding Citizen’da (2009) Gerard Butler’ın kendini temize çıkarmaktan çok ailesinin ve haksızlığa uğrayışının intikamını almaya baş koymuş olması gibi.

Bütün bu kahramanlar, tamamen kişisel nedenlerle yola çıkıp topluma mal olan işler yaparlar. Mesela Supernatural’daki Teksaslı beyaz Amerikalı kardeşler de anneleri ölünce mesleğe adım atmışlardır. Ondan önce babaları kayınpederinin öldürülmesi ve kendisinin hedef alınmasıyla avlanmaya başlamıştır. Yani olayın kökeni hep kişiseldir. Ve aranılan adalet değil, göze göz dişe diş bir intikam anıdır. Bir nevi ruhsal tatmindir. Adaletle intikamı aynı kefeye koymak çok da mümkün değildir.

Amerikan sinemasının intikamı kolektifleştirme çabası bununla da kalmaz. Dişi Şeytan (1990) ve İlk Eşler Kulübü (1996) gibi filmlerle feminist bir boyut da kazanır. Hollywood’un yarattığı bütün bireysel intikamcılar kendilerinden başlayıp tümevarma eğilimine sahiptir.

Ünlü Çinli filozof Konfüçyüs, “Bir intikam yolculuğuna çıkmadan iki mezar kazın” der. Düşmanlar kaybeder peki kahramanlara ne olur? Gramsci’nin dediği gibi mücadelenin koşullarını belirleyen hakim sınıftır. Sınırlar aşılırsa Butler’ın karakteri gibi kraldan çok kralcı bir sistem adamı tarafından yok edilirler ya da Supernatural’daki kardeşler gibi ölümlerden ölüm beğenirler. Bir şekilde belirlenen sınırları aşanlar ideolojik ve/veya baskıcı devlet aygıtlarının gazabına uğrar. Uzun lafın kısası, dizilerdeki alt metin, lanse edilmek istendiği gibi adalet sistemine bir eleştiri değildir. Verilen mesaj: “Bireysel olarak alınan intikamla ulaşılan huzur, ancak toplumsal adaletle kesiştiğinde adalet sıfatına layık olacaktır” şeklindedir. İdeolojik ya da baskıcı bütün devlet aygıtlarının hakim sınıfların egemenliğinde olduğu gerçeği bu çıkarımı daha da anlamlı kılmaktadır.

Gerçekte, bütün bu senaryolarla yaratılmak istenen yanılsama, ezilen sınıfları sisteme karşı topyekün bir mücadeleden uzaklaştırarak, bireysel ve küçük zaferler kazanmaya yöneltmektir. Ayna evresi bu noktada devreye girer. Bireyler; medya, sanat, eğitim ve diğer alanlarda yaratılan aldatmacaya ne kadar çok katılırlarsa o kadar içine dahil olurlar.

* Sinema yazarı, [email protected]