Suyun kokusu
“Küçük Oğlanın” zaman ve basınç tetikleyicileri “Enola Gay”den bırakıldıktan 44,4 saniye sonra devreye girer ve Hiroşima’nın yaklaşık 600 metre üzerinde patlar. Sonra mı? Sonrası cehennem.
Enola Gay fotoğrafı: Armen Shamlian, Atom bombasının bulutunun görüldüğü Hiroşima fotoğrafı: George R. Caron
“Ah, ölümcül gün-ah, keder günü,
Ödünç alması sorun değildi;
Ama görebiliyordu,
Geleceğin mutsuzluk bulutlarını”
Bu dizeler 1834 doğumlu, Amerikalı biyografi ve roman yazarı Mary Young Ridenbaugh’un 1886 yılında yayımladığı “Enola veya Onun Ölümcül Hatası” isimli kitabın giriş cümleleridir. Ridenbaugh bu romanı yazarken tersten okununca “yalnız” anlamına gelen roman kahramanı “Enola”nın dünyanın en ölümcül mutsuzluk bulutunun sebebi olacağını elbette öngöremezdi.
Ancak süreç Amerikalı bir genç adamın Ridenbaugh’un kitabından etkilenerek 1893 yılında doğan kızının adını kitaptaki roman kahramanından etkilenerek Enola Gay koyması ile başlar. Enola Gay yirmili yaşlarının başında gönlünü konfeksiyon toptancısı Paul Warfield Tibbets’e kaptırır. Yıllar 1915’i gösterdiğinde Enola Gay ve Paul Warfield’in bir erkek çocukları olur. Adını Paul Warfield Jr. koyarlar. Her ne kadar Paul’ün anne ve babası oğullarının doktor olmasını dilese de Paul Warfield Jr. uçma tutkusunun peşinden gitmeye karar verir ve ABD Hava Kuvvetlerine girerek pilot olur.
Rütbe basamaklarını birbiri ardına çıkan Paul Warfield 5 Ağustos 1945 gününe geldiğinde omuzlarındaki gümüş kartalın himayesinde bir albaydır artık ve yaşamının en önemli görevi için Kuzey Mariana Adalarında görev onayı beklemektedir. Saatler saatleri kovalarken dünya tarihine geçecek olan uçağının yanına gider. Havalanacağı uçak bir B-29 bombardıman uçağıdır, tıpkı kendisine eşlik edecek diğer iki bombardıman uçağı gibi. Oysa kendi uçağının bir farkı olmalıdır çünkü yükü dünya tarihini değiştirecek ağırlıktadır. Uçağına bir isim koymaya karar veren Albay Paul Warfield Tibbets Jr. uçağının sol tarafına kokpitin hemen altına büyük siyah harflerle annesinin adını yazdırır; “Enola Gay”.
Beklenen görev onayı Başkan Truman tarafından 6 Ağustos 1945 günü saat 02.45’te gelir. “Enola Gay” ve eşlikçi iki B-29 bombardıman uçağı Kuzey Mariana Adalarının North Field bölgesinden havalanır. Hedef Japonya’dır. Sabah saatlerinde üç bombardıman uçağı Japon hava sahasına girer. Japon erken uyarı sistemi üç bombardıman uçağının hava sahalarını ihlal ettiğini bombalamadan bir saat önce tespit eder ancak ne bu uçakları etkisiz hale getirecek sayıda uçakları ne de pilotları vardır. Özetle Japon Hava Kuvvetlerinin 3 bombardıman uçağını bile durdurabilecek dermanı yoktur.
“Enola Gay”in kokpitinde Albay Paul Warfield Tibbets’e 11 personel, olası bir başarısızlık durumunda kullanılmak üzere 12 adet siyanür kapsülü eşlik etmektedir. Yükleri ise dünyanın ilk nükleer bombası “Little Boy” yani “Küçük Oğlan”dır.
Albay Tibbets’in hedefi Hiroşima’dır. Aslında Hiroşima dışında Kyoto ve Kokura’da bombalanması olası alternatif şehirler olarak belirlenmiştir. Bu şehirlerin belirlenmesindeki temel etmen yakınlarında Japon askeri birliklerinin bulunmasıdır. Ayrıca bu şehirlerin tepelerle çevrili olmasının da bombanın etkisini daha şiddetlendireceği öngörülmesiymiş. Rivayet odur ki, zamanın savaş bakanı Henry Stimson 1920’lerde Filipinler’de görevliyken defalarca Kyoto’ya gidip hayran kalmış. Hatta balayını bile Kyoto’da geçirmiş. Bu nedenle şehrin yok olmasına “gönlü elvermeyen” bakan, Kyoto’nun ismini bombalanacak şehirler listesinden silmiş. Kokura’nın adı da bombalamanın yapılacağı gün bulutlu olması nedeniyle listeden silinince Hiroşima makûs talihi ile baş başa kalır. “Enola Gay” Hiroşima saati ile saat sabah 8.15’te hedefine ulaşır ve “Küçük Oğlanı” Hiroşima’nın üzerinde bırakır.
“Küçük Oğlan” Kıdemli Yüzbaşı Francis Birch liderliğindeki bir ekip tarafından II. Dünya Savaşı sırasında geliştirilmiştir. Aslında geliştirilen ilk nükleer bomba değildir. Çünkü “Küçük Oğlandan” önce başarısızlıkla sonuçlanan bir atası vardır. Adını Dashiell Hammett’in 1933 yılında yayımladığı polisiye romanı “The Thin Man”den alan “İnce Adam”. “İnce Adamın” başarısız olması “Küçük Oğlan”ın doğumuna neden olur.
“Küçük Oğlan” 3 metre boyunda, 71 cm çapında ve 4400 kg ağırlığında nükleer bir bombadır. Bombanın patlayıcı gücü 18 kiloton TNT eşdeğeri olarak hesaplanmış olsa da ABD Başkanı Truman konuşmalarında bombanın patlayıcı gücünü 20 kilotona yuvarlayıvermiştir. Altı üstü 2 kilotoncuk bir yuvarlama; ha on bin Japon ölü ha on bin Japon sağ ne önemi var ki…
“Küçük Oğlanın” zaman ve basınç tetikleyicileri “Enola Gay”den bırakıldıktan 44,4 saniye sonra devreye girer ve Hiroşima’nın yaklaşık 600 metre üzerinde patlar. Sonra mı? Sonrası cehennem.
Patlamanın ilk görülen etkisi, ateş topundan yayılan ısının eşlik ettiği kör edici sessiz bir ışıktır. Bombanın oluşturduğu ateş topu yaklaşık 370 metre çapına ulaşır ve yüzey sıcaklığı da 6.000 °C’dir. Bu sıcaklığın yaklaşık olarak güneş yüzeyiyle aynı derecede olduğunu belirtmek sanırım cehennem kelimesi sadece bir metafor olarak kullanmadığımı ortaya koyar.
Ateş topu çapının yettiği her şeyi saniyeler içerisinde yok eder. Hatta bu yok ediş öylesine güçlüdür ki patlamanın merkez üssünden 260 metre uzakta taş basamaklarda oturan bir insanı yok ederken gölgesini kalıcı olarak taşa işler. Ateş topunun ardından şehirde çok sayıda yangın tetiklenir ve ateş topu yerini bir ateş fırtınasına bırakır. Ateş fırtınası cehennemini beslenmek için yüzey havasını çekerek yanıcı her şeyi yok eder. Hiroşima’da ortaya çıkan yangın fırtınasının yaklaşık 3,2 kilometre çapında olduğu saptanmıştır.
Hiroşima nüfusunun bombalama öncesi 345 bin olduğu bilinmektedir. Patlamanın ilk andaki etkisiyle 345 bin insanın yaklaşık 70 bini saniyeler içerisinde ölür, 69 bini de yaralanır. Günler, aylar ve yıllar geçtikçe ölü sayısı artar ve 1950 yılına gelindiğinde “Küçük Oğlanın” etkisine bağlı ölen insan sayısı 200 bin kişiye ulaşır.
Kanmuri Dağından doğarak 103 kilometre salına salına gelen Öta Nehri Hiroşima’ya ulaşıp Seto İçdenizine dökülmeden önce oluşturduğu delta adeta uzun saçlı bir kadının beliklerini andırır. İşte bu belikler Hiroşima cehenneminde sağ kalanların ya etlerindeki yanıkların acısı soğutmak için ya da burunlarındaki yanık et kokusunu dindirmek için serin bir sığınak olur. Öta Nehrinin belikleri sadece insanlar için bir sığınak olmakla kalmayıp yaşamın yeniden filizlenmesi için de bir can suyu olmuştur. Bu can suyu ile ilk filizlenen bitki de zakkum olmuştur. Ne ilginçtir ki zakkumla ilişkili olarak Kuran’ın Saffat Suresinde cehennemin dibinde yetiştiği ve zalimlerin sınanması için bir araç olduğu belirtilmektedir. Evet, zakkum Hiroşima cehenneminin dibinden yetişmiştir, hatta nükleer bomba sonrası ilk filizlenen bitki olması nedeniyle Hiroşima’nın simgesi olarak da kabul edilmiştir. Ancak zakkumla zalimler sınanmış mıdır sorusuna sanırım henüz evet yanıtını veremeyiz.
Hiroşima’ya atılan nükleer bombadan sağ kurtulanlardan biri 7 yaşında bir çocuktur. Bisikletiyle okuluna giderken atılır bomba. Gözleriyle görür bombanın patlayışını ancak gördüklerini uzun yıllar ne anlamlandırabilir ne de anlatabilir. O gün yaşadıklarına 64 yıl lal kalır o çocuk. Ta ki 2009 yılında Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya arasında gerçekleştirilen nükleer silahsızlanma anlaşmasına kadar.
Anlaşma sonrası New York Times’a yazdığı mektupta “Asla geçmişimle tanımlanmak istemedim. ‘Atom bombasından kurtulan tasarımcı’ olarak damgalanmaktan kaçındığım için Hiroşima ile ilgili sorulara yanıt vermek istemedim. Ama şimdi, dünyayı nükleer silahlardan kurtarmak istiyorsak, bunun tartışılması gereken bir konu olduğunun farkındayım.” der. Ayrıca 71 yaşına kadar lal kaldığı 6 Ağustos 1945 sabahını şu cümlelerle anlatır: “Gözlerimi kapadığımda, hala kimsenin yaşamasını istemeyeceğim o anları yaşayabiliyorum. Çok parlak kırmızı bir ışık, hemen sonrasında dev bir kara bulut ve umutsuzca kaçma çabası içinde her yöne koşan insanlar. Hepsini hatırlıyorum. O andan üç yıl sonra, radyasyon yanıkları yüzünden annemi kaybettim.”
İşte Hiroşima’lı o çocuk dünya moda ve parfüm tarihinde önemli iz bırakan Issey Miyake’dir. Miyake 22 Nisan 1938 günü Hiroşima’da doğar. Tokyo’daki Tama Üniversitesi’nde grafik tasarım okur ve 1964 yılında mezun olur. Grafik tasarım okusa da gönlü moda tasarımındadır. Ancak Japonya’da moda tasarımı eğitimi alacağı bir okul yoktur. Böylece soluğu modanın başkenti Paris’te alır. Miyake 1968 yılının Paris’inde bir yandan moda tasarımcılarının yanında çıraklık yapar bir yandan da sokakların isyankâr havasını solur. Ardından New York’a geçen Miyake moda tasarımı alanındaki çıraklık dönemini bitirdiğine kanaat getirerek Tokyo’ya döner. Tokyo’da Miyake Tasarım Stüdyosunu kurarak çalışmalarına başlar. Japon geleneklerini çalışmalarına taşıyan usta, otantik Japon kumaşları ile Japon kâğıt katlama sanatı olan origamiyi harmanlayarak moda dünyasına özgün bir imza atar. Miyake sadece bildik materyallerden kıyafet üretmez; lastik, kâğıt, deri, madeni ağlar ve hatta poliüretan bile onun elinde bir tasarıma dönüşür. Yine diktiği kıyafetlerde seramik sanatçısı Lucie Rie’nin ürettiği seramik düğmeleri kullanması da moda dünyasına kattığı özgün dokunuşlarından biridir.
Issey Miyake artık dünya ölçeğinde tanınmış bir moda tasarımcısıdır. Adından Paris ve New York gibi dünya moda başkentlerinde saygı ve hayranlıkla anılmaktadır. Bu tanınırlığından yararlanmak isteyen parfüm endüstrisi Miyake’nin peşine düşer.
Yoshiharu Fukuhara, Shiseido Kozmetik Şirketinin başkanı ve aynı zamanda da Miyake’nin dostudur. Fukuhara tasarlayacakları bir parfümün Miyake’nin adıyla piyasaya sunulması konusunda ustayı ikna eder.
İkna oluyor olmasına da ortada önemli bir sorun vardır. Çünkü Miyake’nin kokuyla arası hiç iyi değildir ve hatta parfümleri gereksiz bulur. Fukuhara bu engeli aşmak amacıyla ilk iş olarak Yves Saint Laurent için Opium parfüm projesini yürüten ünlü parfümör Chantal Roos’u şirketine transfer eder. Chantal Roos da ilk iş olarak Miyake San’dan bir randevu alarak onu parfüm konusunda ikna etmeye ve nasıl bir parfüm arzuladığını öğrenmeye çalışır. Bayan Roos Miyake’nin ağzından girip burnundan çıkar ancak ne parfüme bakışı konusunda yol kat edebilir ne de nasıl bir koku sevdiği konusunda ağzından laf alabilir. Artık Roos’un sabrı tükenmeye başlamışken, Miyake San “Ben su kokusu severim” der. Roos ustanın su kokusu sevdiğini duyduğuna şaşırır şaşırmasına ama en azından Miyake’nin ağzından “brief” niteliğinde bir cümle almış olmanın başarısı ile çalışmalarına başlar. Roos Miyake’ye hazırladığı otuz kadar parfüm örneği koklatır, ancak nafile. Miyake San “En güzel koku kadının vücuduna çarpan suyun kokusudur.” der başka da bir şey demez.
Roos çaresizlik içerisinde kıvranırken bir davette yirmili yaşlarında olan bir parfümör çırağı ile tanışır. Bu parfümörün adı Jacques Cavallier’dir. Cavallier parfümörlük tutkusunun yanı sıra büyük bir Miyake hayranıdır. Miyake’nin hem giysi tasarımlarına hem de yaşam felsefesine hâkimdir. Böylece Cavallier de Miyakenin parfüm projesine dâhil olur.
Cavallier, Miyake’nin arzuladığı su kokusunun ez azından şeffaflığını ve saflığını uzun uğraşlar sonunda yakalar. Üst notalarda lotus, siklamen ve gül gibi hafif çiçek kokularını; kalp notalarda müge ve şakayık gibi şeffaf çiçek kokularını; dip notalarda ise sedir ağacı, sandal ağacı ve misk gibi kokuları kullanır. Calone, iyonon, helional ve İso E Süper gibi yapay moleküller ile de parfümünün kokusunu zenginleştiren Cavallier böylece koku dünyasına ilk imzasını atar.
Koku tamamdır. Peki, parfüm ne renk olacaktır? Bir pazarlama stratejisinin gerekliliği olarak Miyake San’a farklı renkler ve önerilerle giderler. Ancak Miyake Nuh der, peygamber demez. Çünkü bu parfüm su gibi kokmasının yanında su gibi de görünmelidir. Böylece parfümün renksiz olmasına karar verilir. Şişe konusu hızlıca halledilir. İnce uzun, hafif bombeli, Japon kaligrafisinde dikine bir fırça darbesini çağrıştıran bir şişe tasarlanır ve parşömen rengi bir kutuya konarak 1992 yılında piyasaya sürülür. Parfüm inanılmaz bir satış rakamı yakalayarak kült parfümler sıralamasında yerini alır.
Parfümümün tasarımcılarından, kokusundan, renginden, hatta şişesinden ve kutusunun renginden bile bahsettim. Ancak parfümün adından bahsetmedim. Çünkü parfümün adı hiç tartışılmaz, parfümün adı ilk andan itibaren Miyake San’ın zihnine kazılıdır. Böylece parfüm şişesinin üzerine tereddütsüz L’Eau D’Issey yazılır, yani İssey’in Suyu.
Kim bilir belki de İssey’in Suyu’nun rengi Miyake’nin Kanmuri Dağından doğan Öta Nehrinin çocukluğundaki berraklığını ve saflığını yakalama çabasıyken; kokusu da bu nehrin annesinin tenine çarptığında hissettiği kokuyu yeniden bulma arzusudur.
İssey Miyake 5 Ağustos 2022 günü yani Hiroşima’nın bombalanmasının 77. yıldönümünün arifesinde yaşama gözlerini yumar. Belki de yüreği bir yıldönümünü daha kaldıramaz. Yattığın yer serin olsun Miyake San…
Meraklısına not: İssey Miyake’nin L’Eau D’Issey adlı parfümüyle ilgili daha fazla bilgiye ulaşmak isterseniz Vedat Ozan’ın Everest Yayınlarından çıkan “Kokular Kitabı II. Parfümler” kitabının 409. Sayfasında yer alan “İssey’in Suyu” bölümünü okuyabilirsiniz.
Bu yazı daha önce 2022 yılının son düzlüğünde yayın hayatına başlayan “Karşılaşmalar” dergisinin ilk sayısında yayımlanmıştır.
- Vadedilmiş harfler 10 Ekim 2024 10:21
- Umut ayracı 26 Eylül 2024 10:24
- Fenike’den Marsilya’ya, uzodan rakıya… 12 Eylül 2024 12:41
- Bütün yollar Rom’a çıkar 29 Ağustos 2024 10:33
- Bitiş çizgisi 15 Ağustos 2024 04:54
- Çayın yolculuğu 01 Ağustos 2024 08:30
- Kafatası çağı 18 Temmuz 2024 10:00
- Çok kapılı oda 08 Temmuz 2024 10:44
- Yoldan sonra 28 Haziran 2024 09:23
- Bir “Yol” Hikayesi II 13 Haziran 2024 13:49
- Bir “Yol” Hikayesi 30 Mayıs 2024 13:20
- İçimizdeki İrlandalı 16 Mayıs 2024 12:53
- İşçiler marş söyleyerek sahneye girerler… 01 Mayıs 2024 10:10
- Emek bizim, söz bizim… 26 Nisan 2024 04:30
- Sol açık 18 Nisan 2024 11:30
- Kader kapıyı çalınca… 04 Nisan 2024 12:45
- Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin 21 Mart 2024 04:30
- İkiyüzlü ahlak kumkumalığı 07 Mart 2024 13:48
- Elde kaldı hüzün… 22 Şubat 2024 13:32
- Tüfenk üçlemesi: Mavzer 01 Şubat 2024 10:47
- Tüfenk üçlemesi: Aynalı Martin 18 Ocak 2024 11:50
- Tüfenk üçlemesi: Filinta 04 Ocak 2024 13:45
- Gayrı döner oldum 21 Aralık 2023 14:58
- Kayyum rejimi 07 Aralık 2023 12:54
- Kimdi giden kimdi kalan 23 Kasım 2023 11:01
- Eni vici vokke 02 Kasım 2023 13:04
- Şeytanın ışıltısından insanlığın karanlığına 19 Ekim 2023 09:52
- Dayanışma ezilenlerin inceliği midir? 28 Eylül 2023 12:20
- Amerikan İç Savaşı'ndan İngiltere'ye gariptos ağaçlarının hışırtısı 14 Eylül 2023 11:12
- Cehennemin kapısından Bakırköy’ün avlusuna… 31 Ağustos 2023 10:22
- Irgatın Türküsü 17 Ağustos 2023 11:32
- Yüksek Kaldırım’dan Leningrad’a bir şehrin faşizme karşı direniş senfonisi 03 Ağustos 2023 11:46
- Mississipi’den Feshane’ye derinlik ve güvenlik meselesi 20 Temmuz 2023 04:07
- Birimize bir şey olursa ne yaparız? 06 Temmuz 2023 11:31
- Mordan öte 22 Haziran 2023 12:22
- Hakikat bükücülüğü 08 Haziran 2023 11:11
- Umut yorgunluğu 25 Mayıs 2023 10:44
- “Winner” ceket mütevazı mutfağa karşı 11 Mayıs 2023 11:11
- Savaş naraları 27 Nisan 2023 10:10
- Bellek oyunları 13 Nisan 2023 10:50
- Maraş, bahtı gara Maraş 23 Mart 2023 10:48
- Aradığınız devlet bulunamadı 02 Mart 2023 12:22
- Deprem değil, binalar öldürürmüş (!) 16 Şubat 2023 08:42
- Katil uşak 02 Şubat 2023 11:01
- Timsah armudu 05 Ocak 2023 10:27
- Yılın sözcükleri 22 Aralık 2022 11:09
- Franco’dan bugüne Dünya Kupalarından elimizde kalanlar 08 Aralık 2022 11:45
- Şah mat 24 Kasım 2022 09:19
- “Gördük biz bu filmi” 10 Kasım 2022 10:54
- Hakikat yolcusu 30 Ekim 2022 11:20
- Anlatılamamış masallar 27 Ekim 2022 10:14
- "In vino veritas" diğer bir deyişle "Hakikat şaraptadır" 13 Ekim 2022 11:07
- Suskun notalar 29 Eylül 2022 11:12
- Güney Kutbunun yeniden keşfinin hüzünlü hikâyesi 15 Eylül 2022 11:09
- “Sen ben Lenin” Bir de Ahmet Abi. 01 Eylül 2022 10:39
- Börklüce’den günümüze Eyyamı Bahur ya da namı diğer Köpek Günleri 18 Ağustos 2022 10:59
- Dünyanın eksenini kaydıran Hindistan’ın küçük cevizi 04 Ağustos 2022 10:39
- Dünyanın tadı baharı 21 Temmuz 2022 08:40
- Menekşe kokusu 07 Temmuz 2022 04:24
- İnsan kokusu 23 Haziran 2022 04:12
- Tiryak-i 02 Haziran 2022 11:37
- Bahar karşılama 19 Mayıs 2022 06:26
- Hıdırellez ateşi 05 Mayıs 2022 01:05
- Yelkenler fora 21 Nisan 2022 05:20
- Sözün gücü 07 Nisan 2022 06:05
- Lombardiya’dan Ukrayna’ya kemanın tınısı 24 Mart 2022 05:34
- Zeytinin hükmü 10 Mart 2022 05:55
- Geççek 24 Şubat 2022 05:15
- Allasen söyle nedir aşkın aslı astarı! 09 Şubat 2022 23:45
- Erguvan kokusu 27 Ocak 2022 05:49
- (N)isyan 13 Ocak 2022 04:53
- Yaşamın ağırlığı 30 Aralık 2021 05:42
- Kuşaklar boyu insan hakları 16 Aralık 2021 05:03
- Savaşı Durduran Kadınlar: Lili ve Marlen 02 Aralık 2021 04:23
- Herkesin bir Ahmet Kaya’sı vardır 18 Kasım 2021 04:00
- Şaka mı, şeker mi, yoksa patates mi? 04 Kasım 2021 05:43
- Memeli Zeus 21 Ekim 2021 06:51
- Son Bakış 07 Ekim 2021 05:30
- Kırmızı 22 Eylül 2021 23:43
- Asuman’dan Antonis’e Ege’nin iki yakası 09 Eylül 2021 04:46
- Her ekalliyeti düşünüyorum 26 Ağustos 2021 04:04
- Dezenfektan aşkı 12 Ağustos 2021 06:12
- Nomadland’den Rosetta’ya Göçebe Ruhlar 29 Temmuz 2021 06:35
- Lavinia 14 Temmuz 2021 23:08
- Ruhumda Sızı* 01 Temmuz 2021 06:46
- “Y” 17 Haziran 2021 06:06
- Vurmayın öldüm 03 Haziran 2021 03:56
- Gözümün nuru 20 Mayıs 2021 06:11
- İmgenin suskunluğu 06 Mayıs 2021 05:56
- Ruhlar Mezbahası İyi Günler 22 Nisan 2021 03:34
- Şiirci Geldi Haaanıım… 08 Nisan 2021 00:00
- Ata Abi 25 Mart 2021 05:08
- “Yurtsama”dan “gündedün”e “nostalji”nin çağrıştırdıkları 10 Mart 2021 23:20
- Gönülçelen kelimeler atlasım 25 Şubat 2021 05:00
- Harfiyat 10 Şubat 2021 22:41
- Utanç ne yana düşer usta... 28 Ocak 2021 04:20
- “... Ve Herkes için Adalet” 13 Ocak 2021 23:15
- Yattığınız yer incitmesin… 31 Aralık 2020 04:38
- San(a)saryan’dan Su’ya Mahsus Mahaller 09 Aralık 2020 22:44
- Ölüm, adın kalleş olsun… 26 Kasım 2020 04:03
- Depremin ruhsal sarsıntısı 12 Kasım 2020 04:59
- Notaların savaşla hesaplaşması 29 Ekim 2020 05:11
- Hırsızlar mağarası 15 Ekim 2020 00:00
- İyi ki TTB var! 01 Ekim 2020 06:30
- Heybeliada Sanatoryumundaki Hayalet 17 Eylül 2020 00:02
- Otokinetik etki ve norm oluşturma 03 Eylül 2020 05:06
- Ödemişli Muzaffer’den Amerikalı Sherif’e 20 Ağustos 2020 00:51
- Uygun adım marş!… 06 Ağustos 2020 05:18
- ERK-EK 23 Temmuz 2020 04:57
- İçimdeki yangın 09 Temmuz 2020 05:18
- Dededen toruna “Barış”ın inşası 25 Haziran 2020 01:00
- Esaretten kaçan köleden hasta, kamçıdan tedavi üretmek 11 Haziran 2020 00:00
- Kerli ferli yalanlar ve sosyal uyum 28 Mayıs 2020 00:00
- Elma dersem çık… 14 Mayıs 2020 00:30
- Yaşam için ölüme yatanlar 30 Nisan 2020 02:08
- Bastırılan geri döner 16 Nisan 2020 00:00
- Miasmadan Covid-19’a sağlıkçıların salgından korunma önlemleri 02 Nisan 2020 02:49
- Şimdiki zamanda bir distopya: Covid-19 18 Mart 2020 20:30
- Şehitler tepesi 05 Mart 2020 00:30
- Özlerimize kıymayın efendiler! 20 Şubat 2020 00:30
- Acının tonu 06 Şubat 2020 00:00
- Başlarken… 29 Ocak 2020 23:20