19 Ocak 2023 13:45

Suyun kokusu

“Küçük Oğlanın” zaman ve basınç tetikleyicileri “Enola Gay”den bırakıldıktan 44,4 saniye sonra devreye girer ve Hiroşima’nın yaklaşık 600 metre üzerinde patlar. Sonra mı? Sonrası cehennem.

Enola Gay fotoğrafı: Armen Shamlian, Atom bombasının bulutunun görüldüğü Hiroşima fotoğrafı: George R. Caron

Halis Ulaş
Halis Ulaş

“Ah, ölümcül gün-ah, keder günü,
Ödünç alması sorun değildi;
Ama görebiliyordu,
Geleceğin mutsuzluk bulutlarını”

Bu dizeler 1834 doğumlu, Amerikalı biyografi ve roman yazarı Mary Young Ridenbaugh’un 1886 yılında yayımladığı “Enola veya Onun Ölümcül Hatası” isimli kitabın giriş cümleleridir. Ridenbaugh bu romanı yazarken tersten okununca “yalnız” anlamına gelen roman kahramanı “Enola”nın dünyanın en ölümcül mutsuzluk bulutunun sebebi olacağını elbette öngöremezdi.   

Ancak süreç Amerikalı bir genç adamın Ridenbaugh’un kitabından etkilenerek 1893 yılında doğan kızının adını kitaptaki roman kahramanından etkilenerek Enola Gay koyması ile başlar. Enola Gay yirmili yaşlarının başında gönlünü konfeksiyon toptancısı Paul Warfield Tibbets’e kaptırır. Yıllar 1915’i gösterdiğinde Enola Gay ve Paul Warfield’in bir erkek çocukları olur. Adını Paul Warfield Jr. koyarlar. Her ne kadar Paul’ün anne ve babası oğullarının doktor olmasını dilese de Paul Warfield Jr. uçma tutkusunun peşinden gitmeye karar verir ve ABD Hava Kuvvetlerine girerek pilot olur.

Rütbe basamaklarını birbiri ardına çıkan Paul Warfield 5 Ağustos 1945 gününe geldiğinde omuzlarındaki gümüş kartalın himayesinde bir albaydır artık ve yaşamının en önemli görevi için Kuzey Mariana Adalarında görev onayı beklemektedir.  Saatler saatleri kovalarken dünya tarihine geçecek olan uçağının yanına gider. Havalanacağı uçak bir B-29 bombardıman uçağıdır, tıpkı kendisine eşlik edecek diğer iki bombardıman uçağı gibi. Oysa kendi uçağının bir farkı olmalıdır çünkü yükü dünya tarihini değiştirecek ağırlıktadır. Uçağına bir isim koymaya karar veren Albay Paul Warfield Tibbets Jr. uçağının sol tarafına kokpitin hemen altına büyük siyah harflerle annesinin adını yazdırır; “Enola Gay”.

Beklenen görev onayı Başkan Truman tarafından 6 Ağustos 1945 günü saat 02.45’te gelir. “Enola Gay” ve eşlikçi iki B-29 bombardıman uçağı Kuzey Mariana Adalarının North Field bölgesinden havalanır. Hedef Japonya’dır. Sabah saatlerinde üç bombardıman uçağı Japon hava sahasına girer. Japon erken uyarı sistemi üç bombardıman uçağının hava sahalarını ihlal ettiğini bombalamadan bir saat önce tespit eder ancak ne bu uçakları etkisiz hale getirecek sayıda uçakları ne de pilotları vardır. Özetle Japon Hava Kuvvetlerinin 3 bombardıman uçağını bile durdurabilecek dermanı yoktur. 

“Enola Gay”in kokpitinde Albay Paul Warfield Tibbets’e 11 personel, olası bir başarısızlık durumunda kullanılmak üzere 12 adet siyanür kapsülü eşlik etmektedir. Yükleri ise dünyanın ilk nükleer bombası “Little Boy” yani “Küçük Oğlan”dır.  

Albay Tibbets’in hedefi Hiroşima’dır. Aslında Hiroşima dışında Kyoto ve Kokura’da bombalanması olası alternatif şehirler olarak belirlenmiştir.  Bu şehirlerin belirlenmesindeki temel etmen yakınlarında Japon askeri birliklerinin bulunmasıdır. Ayrıca bu şehirlerin tepelerle çevrili olmasının da bombanın etkisini daha şiddetlendireceği öngörülmesiymiş. Rivayet odur ki, zamanın savaş bakanı Henry Stimson 1920’lerde Filipinler’de görevliyken defalarca Kyoto’ya gidip hayran kalmış. Hatta balayını bile Kyoto’da geçirmiş. Bu nedenle şehrin yok olmasına “gönlü elvermeyen” bakan, Kyoto’nun ismini bombalanacak şehirler listesinden silmiş. Kokura’nın adı da bombalamanın yapılacağı gün bulutlu olması nedeniyle listeden silinince Hiroşima makûs talihi ile baş başa kalır. “Enola Gay” Hiroşima saati ile saat sabah 8.15’te hedefine ulaşır ve “Küçük Oğlanı” Hiroşima’nın üzerinde bırakır.

“Küçük Oğlan” Kıdemli Yüzbaşı Francis Birch liderliğindeki bir ekip tarafından II. Dünya Savaşı sırasında geliştirilmiştir. Aslında geliştirilen ilk nükleer bomba değildir. Çünkü “Küçük Oğlandan” önce başarısızlıkla sonuçlanan bir atası vardır. Adını Dashiell Hammett’in 1933 yılında yayımladığı polisiye romanı “The Thin Man”den alan “İnce Adam”. “İnce Adamın” başarısız olması “Küçük Oğlan”ın doğumuna neden olur.

“Küçük Oğlan” 3 metre boyunda, 71 cm çapında ve 4400 kg ağırlığında nükleer bir bombadır. Bombanın patlayıcı gücü 18 kiloton TNT eşdeğeri olarak hesaplanmış olsa da ABD Başkanı Truman konuşmalarında bombanın patlayıcı gücünü 20 kilotona yuvarlayıvermiştir. Altı üstü 2 kilotoncuk bir yuvarlama; ha on bin Japon ölü ha on bin Japon sağ ne önemi var ki…

“Küçük Oğlanın” zaman ve basınç tetikleyicileri “Enola Gay”den bırakıldıktan 44,4 saniye sonra devreye girer ve Hiroşima’nın yaklaşık 600 metre üzerinde patlar. Sonra mı? Sonrası cehennem.   

Patlamanın ilk görülen etkisi, ateş topundan yayılan ısının eşlik ettiği kör edici sessiz bir ışıktır.  Bombanın oluşturduğu ateş topu yaklaşık 370 metre çapına ulaşır ve yüzey sıcaklığı da 6.000 °C’dir. Bu sıcaklığın yaklaşık olarak güneş yüzeyiyle aynı derecede olduğunu belirtmek sanırım cehennem kelimesi sadece bir metafor olarak kullanmadığımı ortaya koyar.

Ateş topu çapının yettiği her şeyi saniyeler içerisinde yok eder. Hatta bu yok ediş öylesine güçlüdür ki patlamanın merkez üssünden 260 metre uzakta taş basamaklarda oturan bir insanı yok ederken gölgesini kalıcı olarak taşa işler. Ateş topunun ardından şehirde çok sayıda yangın tetiklenir ve ateş topu yerini bir ateş fırtınasına bırakır. Ateş fırtınası cehennemini beslenmek için yüzey havasını çekerek yanıcı her şeyi yok eder. Hiroşima’da ortaya çıkan yangın fırtınasının yaklaşık 3,2 kilometre çapında olduğu saptanmıştır.

Hiroşima nüfusunun bombalama öncesi 345 bin olduğu bilinmektedir.   Patlamanın ilk andaki etkisiyle 345 bin insanın yaklaşık 70 bini saniyeler içerisinde ölür, 69 bini de yaralanır. Günler, aylar ve yıllar geçtikçe ölü sayısı artar ve 1950 yılına gelindiğinde “Küçük Oğlanın” etkisine bağlı ölen insan sayısı 200 bin kişiye ulaşır.

Kanmuri Dağından doğarak 103 kilometre salına salına gelen Öta Nehri Hiroşima’ya ulaşıp Seto İçdenizine dökülmeden önce oluşturduğu delta adeta uzun saçlı bir kadının beliklerini andırır. İşte bu belikler Hiroşima cehenneminde sağ kalanların ya etlerindeki yanıkların acısı soğutmak için ya da burunlarındaki yanık et kokusunu dindirmek için serin bir sığınak olur. Öta Nehrinin belikleri sadece insanlar için bir sığınak olmakla kalmayıp yaşamın yeniden filizlenmesi için de bir can suyu olmuştur. Bu can suyu ile ilk filizlenen bitki de zakkum olmuştur. Ne ilginçtir ki zakkumla ilişkili olarak Kuran’ın Saffat Suresinde cehennemin dibinde yetiştiği ve zalimlerin sınanması için bir araç olduğu belirtilmektedir. Evet, zakkum Hiroşima cehenneminin dibinden yetişmiştir, hatta nükleer bomba sonrası ilk filizlenen bitki olması nedeniyle Hiroşima’nın simgesi olarak da kabul edilmiştir. Ancak zakkumla zalimler sınanmış mıdır sorusuna sanırım henüz evet yanıtını veremeyiz.

Hiroşima’ya atılan nükleer bombadan sağ kurtulanlardan biri 7 yaşında bir çocuktur. Bisikletiyle okuluna giderken atılır bomba. Gözleriyle görür bombanın patlayışını ancak gördüklerini uzun yıllar ne anlamlandırabilir ne de anlatabilir. O gün yaşadıklarına 64 yıl lal kalır o çocuk. Ta ki 2009 yılında Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya arasında gerçekleştirilen nükleer silahsızlanma anlaşmasına kadar.

Anlaşma sonrası New York Times’a yazdığı mektupta “Asla geçmişimle tanımlanmak istemedim. ‘Atom bombasından kurtulan tasarımcı’ olarak damgalanmaktan kaçındığım için Hiroşima ile ilgili sorulara yanıt vermek istemedim. Ama şimdi, dünyayı nükleer silahlardan kurtarmak istiyorsak, bunun tartışılması gereken bir konu olduğunun farkındayım.” der. Ayrıca 71 yaşına kadar lal kaldığı 6 Ağustos 1945 sabahını şu cümlelerle anlatır: “Gözlerimi kapadığımda, hala kimsenin yaşamasını istemeyeceğim o anları yaşayabiliyorum. Çok parlak kırmızı bir ışık, hemen sonrasında dev bir kara bulut ve umutsuzca kaçma çabası içinde her yöne koşan insanlar. Hepsini hatırlıyorum. O andan üç yıl sonra, radyasyon yanıkları yüzünden annemi kaybettim.”  

İşte Hiroşima’lı o çocuk dünya moda ve parfüm tarihinde önemli iz bırakan Issey Miyake’dir. Miyake 22 Nisan 1938 günü Hiroşima’da doğar. Tokyo’daki Tama Üniversitesi’nde grafik tasarım okur ve 1964 yılında mezun olur. Grafik tasarım okusa da gönlü moda tasarımındadır. Ancak Japonya’da moda tasarımı eğitimi alacağı bir okul yoktur. Böylece soluğu modanın başkenti Paris’te alır. Miyake 1968 yılının Paris’inde bir yandan moda tasarımcılarının yanında çıraklık yapar bir yandan da sokakların isyankâr havasını solur. Ardından New York’a geçen Miyake moda tasarımı alanındaki çıraklık dönemini bitirdiğine kanaat getirerek Tokyo’ya döner. Tokyo’da Miyake Tasarım Stüdyosunu kurarak çalışmalarına başlar. Japon geleneklerini çalışmalarına taşıyan usta, otantik Japon kumaşları ile Japon kâğıt katlama sanatı olan origamiyi harmanlayarak moda dünyasına özgün bir imza atar. Miyake sadece bildik materyallerden kıyafet üretmez; lastik, kâğıt, deri, madeni ağlar ve hatta poliüretan bile onun elinde bir tasarıma dönüşür. Yine diktiği kıyafetlerde seramik sanatçısı Lucie Rie’nin ürettiği seramik düğmeleri kullanması da moda dünyasına kattığı özgün dokunuşlarından biridir.

Issey Miyake artık dünya ölçeğinde tanınmış bir moda tasarımcısıdır. Adından Paris ve New York gibi dünya moda başkentlerinde saygı ve hayranlıkla anılmaktadır. Bu tanınırlığından yararlanmak isteyen parfüm endüstrisi Miyake’nin peşine düşer.

Yoshiharu Fukuhara, Shiseido Kozmetik Şirketinin başkanı ve aynı zamanda da Miyake’nin dostudur. Fukuhara tasarlayacakları bir parfümün Miyake’nin adıyla piyasaya sunulması konusunda ustayı ikna eder.

İkna oluyor olmasına da ortada önemli bir sorun vardır. Çünkü Miyake’nin kokuyla arası hiç iyi değildir ve hatta parfümleri gereksiz bulur. Fukuhara bu engeli aşmak amacıyla ilk iş olarak Yves Saint Laurent için Opium parfüm projesini yürüten ünlü parfümör Chantal Roos’u şirketine transfer eder. Chantal Roos da ilk iş olarak Miyake San’dan bir randevu alarak onu parfüm konusunda ikna etmeye ve nasıl bir parfüm arzuladığını öğrenmeye çalışır.  Bayan Roos Miyake’nin ağzından girip burnundan çıkar ancak ne parfüme bakışı konusunda yol kat edebilir ne de nasıl bir koku sevdiği konusunda ağzından laf alabilir. Artık Roos’un sabrı tükenmeye başlamışken, Miyake San “Ben su kokusu severim” der. Roos ustanın su kokusu sevdiğini duyduğuna şaşırır şaşırmasına ama en azından Miyake’nin ağzından “brief” niteliğinde bir cümle almış olmanın başarısı ile çalışmalarına başlar. Roos Miyake’ye hazırladığı otuz kadar parfüm örneği koklatır, ancak nafile. Miyake San “En güzel koku kadının vücuduna çarpan suyun kokusudur.” der başka da bir şey demez.

Roos çaresizlik içerisinde kıvranırken bir davette yirmili yaşlarında olan bir parfümör çırağı ile tanışır. Bu parfümörün adı Jacques Cavallier’dir. Cavallier parfümörlük tutkusunun yanı sıra büyük bir Miyake hayranıdır. Miyake’nin hem giysi tasarımlarına hem de yaşam felsefesine hâkimdir. Böylece Cavallier de Miyakenin parfüm projesine dâhil olur.

Cavallier, Miyake’nin arzuladığı su kokusunun ez azından şeffaflığını ve saflığını uzun uğraşlar sonunda yakalar.  Üst notalarda lotus, siklamen ve gül gibi hafif çiçek kokularını; kalp notalarda müge ve şakayık gibi şeffaf çiçek kokularını; dip notalarda ise sedir ağacı, sandal ağacı ve misk gibi kokuları kullanır. Calone, iyonon, helional ve İso E Süper gibi yapay moleküller ile de parfümünün kokusunu zenginleştiren Cavallier böylece koku dünyasına ilk imzasını atar.   

Koku tamamdır. Peki, parfüm ne renk olacaktır? Bir pazarlama stratejisinin gerekliliği olarak Miyake San’a farklı renkler ve önerilerle giderler. Ancak Miyake Nuh der, peygamber demez. Çünkü bu parfüm su gibi kokmasının yanında su gibi de görünmelidir. Böylece parfümün renksiz olmasına karar verilir. Şişe konusu hızlıca halledilir. İnce uzun, hafif bombeli, Japon kaligrafisinde dikine bir fırça darbesini çağrıştıran bir şişe tasarlanır ve parşömen rengi bir kutuya konarak 1992 yılında piyasaya sürülür. Parfüm inanılmaz bir satış rakamı yakalayarak kült parfümler sıralamasında yerini alır.

Parfümümün tasarımcılarından, kokusundan, renginden, hatta şişesinden ve kutusunun renginden bile bahsettim. Ancak parfümün adından bahsetmedim. Çünkü parfümün adı hiç tartışılmaz, parfümün adı ilk andan itibaren Miyake San’ın zihnine kazılıdır. Böylece parfüm şişesinin üzerine tereddütsüz L’Eau D’Issey yazılır, yani İssey’in Suyu.

Kim bilir belki de İssey’in Suyu’nun rengi Miyake’nin Kanmuri Dağından doğan Öta Nehrinin çocukluğundaki berraklığını ve saflığını yakalama çabasıyken; kokusu da bu nehrin annesinin tenine çarptığında hissettiği kokuyu yeniden bulma arzusudur.

İssey Miyake 5 Ağustos 2022 günü yani Hiroşima’nın bombalanmasının 77. yıldönümünün arifesinde yaşama gözlerini yumar. Belki de yüreği bir yıldönümünü daha kaldıramaz. Yattığın yer serin olsun Miyake San…

Meraklısına not: İssey Miyake’nin L’Eau D’Issey adlı parfümüyle ilgili daha fazla bilgiye ulaşmak isterseniz Vedat Ozan’ın Everest Yayınlarından çıkan “Kokular Kitabı II. Parfümler” kitabının 409. Sayfasında yer alan “İssey’in Suyu” bölümünü okuyabilirsiniz. 

Bu yazı daha önce 2022 yılının son düzlüğünde yayın hayatına başlayan “Karşılaşmalar” dergisinin ilk sayısında yayımlanmıştır.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI