29 Ocak 2023 12:50
/
Güncelleme: 12:53

Bizim için sonrasız bir hikâye: Aftersun

Bitmeye mahkûm olandan geriye bir şeyleri sürekli hale getirmeye, kendimize saklamaya yönelik beyhude çabayı anımsatıyor, biteceğini bildiğimiz bir tatili video kaydına almak gibi.

Bizim için sonrasız bir hikâye: Aftersun

Aftersun filminden bir sahne 

Bilge Su YILDIRIM

İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü

"Bazen oyun oynarken gökyüzüne bakıyorum ve…  Eğer güneşi görebiliyorsam… Bence ikimizin de güneşi görebiliyor oluşu, yani her ne kadar aynı yerde, yan yana olmasak da… Yine de bir nevi öyleymişiz gibi yani, anlıyor musun? Yani, ikimiz de aynı gökyüzünün altındayız, o halde… bir nevi birlikteyiz.”

Fethiye’de tatil yapan bir baba kızı izliyoruz Charlotte Wells’in ilk uzun metrajlı filmi Aftersun’da, çok da Türkçeleştirilememiş çevirisiyle Güneş Sonrası’nda. Bugün babasının o günkü yaşında olan Sophie, tatil boyu video kamerasıyla kaydettiği çeşitli görüntüler üzerinden geçmişe, çocukluğuna, 11 yaşına ve elbette ayrılırken bunun bir veda olduğunu bile bilmediği babasına bakıyor, inceliyor, yeniden anlamlandırmaya çalışıyor bütün bunları.

Başta edebiyat ve sinema olmak üzere pek çok sanat dalında sıradan insanın deneyimleyemeyeceği görkemli, heybetli olaylar silsilesine dayanan anlatılar, sanat sahnesindeki yerini yavaş yavaş insanın hayat kargaşası içindeki gündelik telaşelerinden filizlenen, eskinin “anlatmaya değer görülmeyen”ini işleyen “tanıdık” anlatılara bırakıyor. Nitekim 21.yüzyılın ilk çeyreğini devirmeye yaklaşırken kurmacada karmaşık ve iç içe olay örgüsüne sahip, aksiyon içinde aksiyona gebe, “büyük olaylar”ın anlatımının karşısına yavaş yavaş kişisel, özel, süssüz, sade olan konuluyor. Şaşaalı diyalogların, “büyük söz söyleme” gayretinin yerini karakterlerin parça parça düşüncelerini, anlık gelişen hatta hızlıca da değişen iç duygularını akıldan geçtiği gibi akıtarak aktaran bilinç akışı iç monologlar alıyor. 2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nün, yazarın kendi öz deneyimlerini kurmacayla harmanladığı, gerçek olanla kurgu olanın yer yer iç içe geçtiği, yer yerse birbirinin içinde eridiği “özkurmaca” türünün en önemli temsilcilerinden Fransız kadın yazar Annie Ernaux’ya verilmesi de bu değişime işaret ediyor şüphesiz. Ödülün Ernaux’ya “Kişisel hafızanın köklerini, yabancılaşmalarını ve kolektif kısıtlamalarını ortaya çıkarmadaki cesareti ve objektif duyarlılığı” gerekçesiyle verildiğini hatırlayalım.

Aftersun’ın olay örgüsünün anlatım biçimi de içinde bulunduğumuz çağın sanat tarzını nitelendirmek istediğimizde anacağımız bu akımların nüvelerini barındırıyor. Tatil boyunca yapılan video kayıtları ve kayda alınan anların arka planı, yer yer yetişkin Sophie’nin hayatından kesitlerle parçalı bir biçimde ilerliyor. Her ne kadar baba kızın yaptığı tatil kendi içinde kronolojik bir sırayla ilerlese de filmin kendisi lineer bir hatta sahip değil. Zira kurgu, yetişkin Sophie’nin bugünkü hayatında yaşadıklarının etkisiyle geçmişe dönmesi üzerinden, anlık hatırlamalarla, video kamerayla kayıt altına alınanlarla ve kişisel belleğin tuttuklarıyla bilinç akışı bir biçimde yükseliyor. Trajik, sarsıcı, hoyrat travmalar, akıl almaz olaylar değil oldukça sıradan, hatta ortada bir veya birden fazla, sorunun olduğunu yalnızca sezdirmekle yetinen sahneler çıkıyor seyircinin karşısına. Ana kaygı en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir hikâye sunmak değil, gerçek olanı, gerçekte olanı tüm çıplaklığıyla ortaya koymak. Olan biten çeşitli ipuçları ve referanslarla seyirciye mâl edilmiyor, gerçek hayattaki deneyimlerin mahremliğinde, aynı derece “kapalılık”la sinemaya dökülüyor yalnızca.

O an olan dışında fazladan bir açıklayıcı unsur içermeyen sahneler, kopuk kopuk ilerleyen ve aslında birbiriyle çok da ilintili olmayan olaylar filmin genelinde toplam bir bütün ortaya koyuyor. Seyirci, üst üste ama sırayla verilmeyen bu parçaları birleştirerek genel bir hikâyeye ulaşıyor ancak. Dolayısıyla, Wells’in manzara ve görüntüleri yer yer karakterlerin ve konuşmaların dahi önüne çıkardığı kamerası da düşünüldüğünde, filmin temel derdinin hikâyeden çok sinema olduğunu söylemek yanlış olmuyor.

BİZ İZLEYİCİDE TAMAMLANAN

Şayet insana içkinin, biricik olanın toplumsal yapının yakından bakıldığında çok da berrak görünmeyen tezahürlerinin etkisiyle hiç tanınmayan bir ötekinin biricikliğine dokunma becerisiyle öne çıkan, bu denli kişisel bir sinema eseriyse konumuz, bu değerlendirme yazısı kişisel bir izleme deneyimini de barındırmalı zannediyorum.

Aftersun, tam da yukarıda açıkladığım çeşitli sebeplerden çok da içine girebildiğim bir film olmadı neredeyse son sahnesine kadar. Bütün o biçimde yalınlığın ve “aslında bir şey anlatmama gayretsizliği”nin etkisinde bir şeylerin yaşanmasını bekledim sürekli. Karakterlerden biri bir şey yaşayacaktı da zaman mekân kırılacaktı, kesik kesik video kayıtları üzerinden dönülen hatıralarla kopuk kopuk ilerleyen film örgüsünün bütün yarım parçaları birleşecekti birden. Filme sinmiş ağır hüznün pek haklı sebebi seyirciye sunulacaktı, trajedinin iç yüzü bir tokat sertliğinde önümüze konulacaktı.

Fakat benim için herkesin tav olduğu, fonda Candan Erçetin’den Gamsız Hayat’ın çaldığı o meşhur sahnesiyle yapmadı bunu. Aftersun, Gamsız Hayat’la değil Queen’in hüzünlü olduğunu kabul etsem de hiçbir zaman üzüldüğümde dinleyeceğim bir şarkı olarak nitelendirmediğim Under Pressure’ıyla yaptı. Sahne “İşte! Anladınız mı şimdi!” gibi başa kakan bir alt tonla “biçare” seyircinin yakalamayı bir türlü beceremediği ulvi gerekçeyi bu sahneyle gözler önüne serdiğinden değil ama. Zira karşımızda o kadar mütevazı bir film var ki hayattaki en sert kopuşları bile zarafeti elden bırakmadan işliyor.

BU BİZİM SON DANSIMIZ

11 yaşındaki Sophie, 31 yaşındaki babası Calum’la olacaklardan habersiz dans ederken Freddie Mercury ve  David Bowie’nin art arda “This is our last dance” (Bu, bizim son dansımız) dizesini sayıklamasıyla ve bugün babası yaşındaki Sophie’nin doğrudan gösterilmese de sezdirilen, çok da yolunda gitmeyen hayatında bir gece kulübünde patlayan ışıkların altında tek başına dans etmesinin iç içe geçmesi,  bütün mütevaziliğiyle, yaşanan olayın kendisi harici bir çabaya hacet duymadan hepimizin içinde bir yere dokunuyor. Göğüs kafesimizde bir yeri sızlatan, hiç şüphesiz, veda etme “lüks”üne (Bir lüks mü, yoksa hak mı?) sahip olamadığımız için bir türlü uğurlayamadığımız sevdiklerimizin ardından zulamızda kalan buruk hatıra. Vedasız bitişler, beklenmedik kopuşlar, “zamansız” ölümler, yarıda kalanlar, bitmeye dahi “fırsat bulamayanlar”, sonu kabullenmeyişler, “Başka türlü olmalıydı”lar, inatçı inkârlar, yok sayışlar ve daha nicesini hatırlatıyor Aftersun. Ama en çok da elbet bitmeye mahkûm olandan geriye bir şeyleri sürekli hale getirmeye, kendimize saklamaya yönelik beyhude çabamızı anımsatıyor, yalnızca birkaç gün sonra biteceğini bildiğimiz bir tatilin pek çok anını video kaydına almak gibi. Şayet yerküre üzerinde geçirdiğimiz kısıtlı zamanda yaşadıklarımızdan kendimizde sakladıklarımız olacaksa belirleyici, bu yazının kapanışını da Nilgün Marmara’dan yapalım isterim: “Hiçbir şey kalmıyor geriye. (nereye?) Oysa bir şey artırılmalı, saklanmalı, korunmalı kara günler için.”

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yüksek voltajlı teşvik

Yüksek voltajlı teşvik

Erdoğan-Şimşek programıyla emekçilerin bir ayı daha gıdaya gelen yüksek zamlar ve eriyen ücretlerle geçti. Özelleştirmelerle ihya edilen sermaye gruplarına ise sadece bir ayda ‘üretmedikleri elektrik’ için 1 milyar lira teşvik verildi. Sanayi patronları da çalıştırdıkları her kadın işçi için devletten artık daha fazla teşvik alacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
2 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et