Baskı, özgürlük ve umut
Tarık Özyıldırım, özgülükleri elinden alınan, mahpus şairlerin bu konudaki şiirleri üzerine yazdı.

Fotoğraf: Pixabay
Tarık ÖZYILDIRIM
“Öldürenler, çalanlar bağışlanmıştır,
Düşünenler bağışlanmamıştır.”
(Fazıl Hüsnü Dağlarca)
Elimde, Refik Durbaş’ın “Cezaevi Şiirleri” adlı şiir seçkisi var. Cumhuriyet sonrası Türkiye’deki şairlerin cezaeviyle ne kadar haşır neşir olduklarını fark ediyorsunuz kitabın her bir sayfasında ve aydınlığın karanlıkla olan mücadelesine tanık oluyorsunuz. Hani şair diyor ya “Ne çok öldük yaşamak için” aslında “Ne çok cezaevlerine girdik susturulmak için” diye değiştirsek kimse garipsemez.
Kitap; Sinop, Bursa, Çankırı, Diyarbakır gibi birçok cezaevinin izleriyle dolu. Nice şairlerin ömürlerinden bir parça koparan bu cezaevleri. Ne yazık ki Dağlarca’nın dediği gibi şairler, yazarlar, düşünenler bağışlanmıyordu. Nâzım Hikmetler, Sabahattin Aliler, Yaşar Kemaller, Ahmed Arifler, Rıfat Ilgazlar… Kimisi kitap okumaktan, kimisi şiir yazmaktan, kimisi düşünmekten içerdeydi.
AYDIN OLMANIN SORUMLULUĞU
Aydın olmanın sorumluluğu ve sorunluluğu vardı: İşkenceler, yasaklar ve cezaevleri. Nâzım Hikmet’in Yaşar Kemal’e dediği gibi “Mecburum”. Ve mecbur insanlar nice işkencelere maruz kaldılar. Enver Gökçe, 1951 Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı’nda tutuklanır ve Sansaryan Hanı’nın tabutluklarında iki yıl süresince çok ağır işkence görür. “…Ümit, işkencede mahzun/ Emek, işkencede mahzun/ Tenim, ayaklarım üryan/ Ekmek, işkencede mahzun.”
Nevzat Çelik de 1980 sonrası tutuklanıp cezaevine gönderilir. İdama mahkum edilmesi, çevresindeki insanların idama gidişi ve gördüğü işkenceler üzerine “Şafak Türküsü”nü cezaevi parmaklıklarına, duvarlarına yazar: “… Kaç zamandır yüzüm tıraşlı/ Gözlerim şafak bekledim/ Uzarken ellerim/ Kulağım kirişte/ Ölümü özledim anne/ Yaşamak isterken delicesine…”
‘80 sonrası tutuklanan oğlu için cezaevlerini arşınlayan, açlık grevi yapan Şair Gülten Akın’ın 42 Gün şiirini hepimiz duymuşuzdur. Gülten Akın cezaevi önünde yaşananlar için “Soğuktu. Çoğumuzun sırtında ince giysiler. Çoğumuzun ayağında, eski, ıslağını içe geçiren pabuçlar. Her gün buralardaydık, yuvarlak, küçük parkta oturduk. Kovalıyorlardı bizi kapı önlerinden. Azarlıyor, itiyorlardı. Dövüşürdük kimileyin. Öfkeyle bağırırdık. Ama dayanamazdık, tutunamazdık fazlaca” diyordu. Ana yüreği, oğlunun haksız bir şekilde ömür boyu hapisle yargılanmasına dayanamıyordu. “Büyü de baban sana/ Büyü de/ Acılar alacak/ Büyü de baban sana/ Baskılar, işkenceler alacak/ Kelepçeler, gözaltılar, zindanlar alacak…” mısraları kaleminden dökülüyordu.
AHMED ARİF’İN ESKİTTİĞİ PRANGALAR
İşkence görme rekortmeni Ahmed Arif’e gelince, cezaevlerinde eskitir prangalarını. Polisler, onun komünist teşkilatlanmaya para topladığını söylemesini ister. Bir de özellikle bu işte Can Yücel’in parmağının olduğunu itiraf etmesini isterler o da direnir. 9 gün 9 gece hiç durmaksızın işkenceye maruz kalır. Bayıldıkça su döküp ayıltıp işkenceye devam ederler: “Akşam erken iner mahpushaneye/ Ejderha olsa kâr etmez/ Ne kavgada ustalığın/ Ne de çatal yürek civan oluşun…”
Ve yasaklar, yasaklardı onları içeride yalnız bırakan. Ne diyordu Hasan Hüseyin Korkmazgil: “Anlamak yasak değildi benim ülkemde, anlatmak yasak.”
Daha ilk şiir kitabı “Sınıf”la yasaklarla tanışan Rıfat Ilgaz; tabutluklarda, herkesten uzak işkencelere ve yasaklara göğüs germeye çalışır: “İnsanları alabildiğince sevmeyi/ Bırakmazlar yanına/ Böyle çekersin cezasını/ Üç duvar, bir kapı arasında/…/ Bir selam yasak…”
Yine ilk şiir kitabı “Tebliğ” yasaklanan A. Kadir için de cezaevi çok yabancı değildi. Ne de olsa şiirleri sakıncalıydı hele bir de Nâzım Hikmet sevdalısıydı. “… Sonra diyorlar ki hepsi yasak/ Yere bakmak/ Aya bakmak/ Suya bakmak…”
‘MECBUR’ İNSANIN UMUDU
Her ne kadar yasaklarla ve tutuklamalarla aydınlığı karanlığa boğdurmaya çalışsalar da Sevgili Erdal Alova’nın “Dalgalar Tutuklanamaz” şiiri geliyor aklıma: “Gün olur sözcükler de tutuklanır/ Kitaplar yanar, ağızlar kapanır…/ Dalgalar tutuklanamaz.” Evet, dalgalar, düşünceler, şiirler, mısralar tutuklanamaz. Çünkü “umut” her vakit yanı başındadır “mecbur” insanların. Hayatının en verimli 15 yılını hapishanelerde tüketmiş, 30’unda idamı istenmiş, şiirleri yasaklanmış Nâzım Hikmet ne diyordu hapishanede Piraye’sine: “Yaşamak: Ümitli şeydir, sevgilim/ Yaşamak…”, “…emin ol ki, sevgili/ zavallı bir çingenenin/ kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli/ geçirecekse eğer/ ipi boğazıma/ mavi gözlerimde korkuyu görmek için/ boşuna bakacaklar/ Nâzım’a!”
Ya Sabahattin Ali, “Marko Paşa” dergisinde kaleme aldığı her yazısından sonra cezaevini boylayan şair, her koşulda yine umutludur. Ailesi, eşi, kızı onun en büyük yaşama sevinciydi: “Görmesen bile denizi/ Yukarıya çevir gözü/ Deniz gibidir gökyüzü…”
Bu umut, Kemal Özer’in “Öyle bir kavganın içindesin ki/ Bir pencere bile yeter bilemeye direncini…” mısralarında saklıydı. Ve Nâzım Hikmet’in dediği gibi “Onlar, ümidin düşmanı” olsa da okulda, fabrikada, hapishanede… Her nerde olursa olsun “Kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir…”
O umut Adnan Yücel’in “Bin kez budadılar körpe dallarımızı/ bin kez kırdılar/ yine çiçekteyiz, işte yine meyvedeyiz ...” mısralarıydı.
Her ne kadar yazıyı cezaevlerine, işkencelere, yasaklara ayırsam da sevgili Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi “İnsana yaraşan özgürlüktür.” Şiirlerin ve şairlerin özgür kılındığı, hiçbir şiirin ve şairin yasaklanmadığı güzel günlere motorları sürmek dileğiyle.
Evrensel'i Takip Et