10 Şubat 2023 14:43

Doç. Dr. Murat Sevinç: O “kader planı” neden Japonya’da değil de Türkiye’de can alıyor?

Öyle bir rejim ki, AKP öncesinde de var olan dizginsiz kâr hırsı, hukuk dışılık eğilimi, rant tutkusu, denetimsizlik ve tabii AKP’nin alametlerinden cezasızlık parti-devlet döneminde uç noktaya vardı.

Fotoğraf, Murat Sevinç'in kişisel arşivinden alınmıştır.

Paylaş

Serpil İLGÜN

Maraş merkezli iki büyük depremin yıkıcılığı saat saat katlanırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bakanlarının, iktidar yanlısı gazetecilerinin eleştirilere dönük öfkesi de büyüyor. Muhalefet siyasetçilerinden yardım için çırpınan sanatçılara, herkes bu öfkeden payını alıyor. Sosyal medyayı susturma, 36. saatte ilan edilen OHAL, “kader planı” ve üçüncü günün ardından daha güvenle söylenen “her yere yetiştik” söylemi…

İktidarın deprem karşısındaki vaziyetini Doç. Dr. Murat Sevinç’e sorduk.

İktidarın ilk saatlerden başlayarak şu zamana kadarki refleksini genel olarak nasıl özetlersiniz? Deprem bölgesindeki milyonlarca insanın acısını, çaresizliğini, kimsesizliğini kat ve kat artıran ve göz yaşlarıyla, öfkeyle sorulan “devlet nerede?​” feryadının yanıtı nerede?

Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, 1980’lerin başı olmalı, ablamlar III. Selim’in hikayesinin anlatıldığı bir oyuna götürmüştü beni. Orada, ahaliden zorda kalan biri “Burada devlet yok mu?​” nevi bir çığlık atmıştı ve yanlış hatırlamıyorsam sarayın balkonunda bu feryadı çaresizlik içinde işiten Selim, “Var ama gelemez,” diyerek yanıtlamıştı. Neden bilmiyorum, bu sözler zihnimin bir yerinde kalmış. Şimdi durum nedir, yine var da gelemiyor mu, yoksa bildiğimiz devlet artık yok mu ve o bildiğimiz devlet nasıl bir devletti, karman çorman sorular.

Devletin-iktidarın refleksine değinmeden önce bir-iki şeyi hatırlatmak istiyorum. Herhalde herkes kabul ediyor, yaşadığımız felaket çok büyük. Böylesine şiddetli iki depremin arka arkaya oluşu akıl almaz talihsizlik ve bilim insanlarını da şaşırttı takip edebildiğim kadarıyla. Sonuçlarını öngörmek dahi olanaksız. Muhtemelen demografi değişecektir, milyonlarca insan evsiz yurtsuz kaldı, gerek Türkiye gerekse Suriye için hakikaten son derece sarsıcı ve kahredici bir deneyim.

Şunu söylemeliyim Serpil Hanım, iktidarı çok sert biçimde eleştirebiliriz ve doğrusu şu sıralar epey rağbet de görür; ancak herhangi bir sorunu tanımlarken ve değerlendirirken olabildiğince nesnel kalmak gerek. Türkiye’de çarpık yapılaşma, rant tutkusu, hukuk dışılığa eğilim, sermaye sahiplerinin kâr hırsı, denetimsizlik vs… hiçbiri AKP ile başlamadı. Depremlerde çöken binaların bir kısmı otuz kırk yıllık, hani şu malum müteahhidin “Deniz kumu kullanıyorduk” dediği yıllardan kalma. Buna Özalcılık mı dersiniz, neoliberalizmin parlatıldığı dönem mi dersiniz, benim memurum işini bilircilik mi dersiniz, ne dersek diyelim, AKP’li yılları aşan bir açmazımız var. Kamuculuğun terk edilmesi, kamunun çekilmemesi gereken her alandan çekilmesi ve yaşamlarımızın piyasanın acımasızlığına bırakılması, hele ki Türkiye gibi kapitalizmin en yakası açılmadık halinin geçerli olduğu bir ülkede halihazırdaki koşulların doğmasına yol açtı. Siyasal İslamcılar, bu dalganın üzerinde ve müthiş bir Batı desteğiyle yükseldi iktidara. Ne yaptı AKP? Hiç uzatmayayım, yirmi yılın sonunda, bildiğimiz devleti, onun iskeleti olan bürokrasinin geleneksel işleyişini ortadan kaldırdı.

AKP, 2017 SONRASI PARTİ DEVLETE DÖNÜŞTÜ

Bu ne sosyalizmin amacı olan devletin sönümlenmesi, ne de neoliberalizmin dilediği jandarma devlete denk düşüyor; yönetimin, özellikle 2017 sonrasında artık bir parti-devlet olduğu kanısındayım. Öyle bir rejim ki, yukarıda saydığım ve AKP öncesinin de nitelikleri olduğunu hatırlattığım ne var ne yok; dizginsiz kâr hırsı, hukuk dışılık eğilimi, rant tutkusu, denetimsizlik ve tabii AKP’nin alametlerinden cezasızlık, parti-devlet döneminde en uç noktaya vardı. 2017’den sonra ise siyasi ve hukuku bakımdan rejimin tüm bileşenleri bir kişinin iki dudağına bakar halde. Erdoğan herhangi bir konuda açıklama yaparken, çevresinde bekleşen kareli ceketli bıyıklıların davranışlarına bakın, beden dillerine, yüz ifadelerine. Her ne kadar devletsiz düşünemeyen milliyetçi kesim “Devlet ayrı hükümet ayrı” klişesine sadakatini sürdürse de, devlet artık bu. Malum, koca koca adamlar istifa dahi edemiyor, af diliyorlar, af dilekleri kabul ediliyor.

KENDİLERİNİ ÖNE ÇIKARMA İSTEĞİ SAPLANTIYA DÖNÜŞMÜŞ

Bana kalırsa sorunuzun yanıtı burada. Sanırım önce büyük bir şok yaşadılar, hepimizle birlikte bakakaldılar felakete, ardından harekete geçtiler. Herkes bir diğerinin ne söyleyeceğine bakıyor, her birinin kulağı ve gözü diğerinde ve hepsi, yalnızca tek bir makamın nihai talimat ve takdiriyle ilgileniyor. Dalkavuk yazarından, TV’lere çıkan yandaş akademisine, en yukarıdan en alt kademedeki memuruna dek tek bir yere çeviriyorlar yüzlerini ve karşısında mahcup ve tedirgin çocuk gibiler. Buna bir de iktidarda kalma tutkusunu, mecburiyetini ekleyelim. Her ne olup bitiyorsa ülkede, önce o olup bitenin seçime etkisini hesap ediyorlar. Haliyle kendilerini öne çıkarma istekleri bir saplantıya dönüşmüş durumda. Neden muhalif belediyenin yardım etmesine içerlersin, neden bir belediyenin otobüsünün önündeki yazıyı değiştirirsin… İki gün önce AKP’li bir kadının (eski milletvekiliymiş), deprem bölgesinde yolda karşılaştığı İmamoğlu’na nasıl bağırdığını görmüşsünüzdür, “İngiliz uşağı” dedi. Ben o ifadenin, şu anki yöneticilerin muhalifler hakkındaki genel kanaatini yansıttığını düşünüyorum. Nitekim ‘zillet’ filan diyerek ve her Allah’ın günü hakaret ederek bunu gösteriyorlar, vahim bir ruh hali bu. Depremle ilgili olarak da, insanların yapıcı önerilerine, eleştirilerine, sorularına da benzer tepkiler verildi. Başka türlü davranamıyorlar. O koşullarda herkes, doğal olarak vergi ödediği devletini yanında hissetmek istiyor. Bunu geç gördüğünde ya da bir şeyler aksadığında tepkisini, üzüntüsünü yansıtmasından doğal ne olabilir. Enkaz başında yakınlarını bekleyen perişan vaziyetteki kimi yurttaş, uzatılan mikrofonlara şikayet ederken ‘tutuklarlarsa tutuklasınlar’ gibi şeyler söylüyor, bir yönetim için gurur vesilesi midir bu durum?

Milyonlarca yurttaş, partiler ve sivil toplum görevlileri gibi, kamu kurumlarının görevlendirdiği kurtarma ekipleri ve çok sayıda kamu görevlisi de insan üstü bir çaba harcıyor, hiç kimsenin hakkını yememek gerek. Ancak o binaların neden gerektiği gibi denetlenmediğini, neden bilim insanlarının uyarılarının ciddiye alınmadığını, neden yeni yapılan bazı binaların da kolaylıkla çöktüğünü, neden o ‘kader planının’ Japonya’da değil de Türkiye’de can aldığını, neden müdahalede geç kalındığını sormak da yurttaşın hakkı. Bir yönetim alışkanlığı haline gelmiş olsa da, çatık kaşla, hakaret ve tehditle bir yere varmak mümkün değil. Buna mukabil, bu arkadaşlar da ne biliyorsa onu yapıyor işte, “devlet nerede” feryadına twitter yasağı ve birkaç gözaltıyla yanıt verdiler!

HERKESTE “YİNE AYNI ŞEYLER OLURSA” KAYGISI

Depremin 36. saatinde 10 ilde ilan edilen OHAL acıların, yıkımın büyüklüğü içinde konuşulamıyor. 10 il afet bölgesi ilan edilmişken üstüne OHAL ilan etmenin maksadı ne? Şu günlerde yapılıp yapılmayacağı konusunda da tartışmalar başlayan seçime üç ay kala ilan edilen OHAL en çok hangi boyutlarıyla karşımıza çıkacak?

Böyle büyük bir afette OHAL ilan edilmesi çok mu anormal bir durum derseniz, bence değil. Anayasa’da doğal afet durumunda OHAL ilan edilebileceği hükme bağlanmış. Ancak, Türkiye’de 2935 sayılı OHAL Yasası haricinde, kamu gücünün hızlı müdahalesini sağlayacak başkaca bir mevzuat da var ve şu anda yapılamazken OHAL ilan edilince yapılabilecek bir şey, alınabilecek bir önlem olmadığını söyleyebilirim. Örneğin, 7269 sayılı “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun” ile idareye pek çok yetki tanınmıştır. Yani, ilk günlerdeki verimsizliğin ve yavaşlığın nedeni mevzuat eksikliği değil. Bu nedenle gereksiz ve kararnameler düşünüldüğünde tehlikeli bir yol OHAL. Türkiye yakın zaman önce iki yıl, ülke genelinde OHAL deneyimi yaşadı ve iyi hatıralar bıraktığı söylenemez. Tedirginliğin nedeni, doğal afet nedeniyle olağanüstü hal ilan edilmesinden çok memleketin özgül deneyimi bence. Öyle işler yapıldı ki, herkeste ‘Ya yine aynı şeyler olursa’ kaygısı var ve boş bir kaygı da değil. Ayrıca, hadi OHAL ilan ediyorsunuz, neden üç ay? O üç ayın seçim süreci olduğu unutulmamalı.  

OHAL’E İHTİYAÇ OLMADIĞININ ONLAR DA FARKINDA

“OHAL ilanı, Türkiye’de süreci istismar eden, ticarette yolsuzluklara giden tüm tefecilere, fitne gruplarına karşı müdahale imkanını devlete vermiş olacaktır” dedi Erdoğan. Bu sözlerden ne anlayalım? OHAL ilan edilmeden, “yağmacılar, tefeciler, fitnecilerle mücadele” edilemiyor mu?

Vallahi, bir gerekçe bulmak durumundalar. Sonuçta, size söylediklerimi onlar da biliyor, söz konusu mevzuatın ve olağanüstü hal ilanına ihtiyaç olmadığının onlar da farkında, buna rağmen OHAL ilan etmeyi tercih ettiler. Deprem ardından yağmacılık ve tefecilik mi başladı, bilmiyorum, ancak her ikisi de OHAL ilan edilmeden önlem alınabilir sorunlar. “Fitnecilik” ya da “fitne grupları” konusuna hakim değilim, Saray hukukçuları açıklayabilir belki, onların her şeyi açıklayabilme becerisi var. OHAL hukuku, hukuksuzluk ya da dizginsizlik değil, olağanüstü durumlarda yine hukuksal sınırlar içinde olağanüstü bazı önlemlere başvurulabilmesi anlamına gelir. Ne yazık ki Türkiye’de, özellikle 15 Temmuz sonrasında OHAL hukukunun çizdiği sınırların dışına çıkıldı ve OHAL ilanı gerekçesi darbe girişimi olmasına karşın, konuyla ilgisiz pek çok konu o dönemin KHK’leriyle düzenlendi. Şimdi aynı risk Cumhurbaşkanı kararnameleri (md.119/6) için söz konusu. Cumhurbaşkanı, olağan dönemdeki çoğu sınırlamaya tabi olmaksızın ve ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda’ kararname çıkarabilir. Bu son derece önemli bir yetki, OHAL 10 ili kapsıyor ve seçimlere üç ay var. O kararnamelerde ‘olmadık’ bazı düzenlemeler yer alırsa ne olur? Hiçbir şey olmaz, çünkü AYM 15 Temmuz’un ardından bir içtihat değişikliği yaptı ve söz konusu kararnameleri inceleyemeyeceğine hükmetti. Hal böyleyken, seçim öncesi tedirginlik için yeteri kadar gerekçemiz var.

Muhalefetin OHAL ilanı karşısındaki pozisyonunu nasıl değerlendirirsiniz? CHP, Emek ve Özgürlük İttifakı reddederken, İYİ Parti bir ayla sınırlandırılmasını istedi. Altılı Masanın diğer bileşenleri OHAL’i destekliyor. Bu desteği üreten saik ne?

CHP ile Emek ve Özgürlük İttifakı’nın tutumunu doğru buluyorum. Yukarıda özetlediğim gibi, OHAL’in gereksiz olduğu kanısındayım. Herhalde bu partiler de gereksiz ve riskli buldular. İYİP süreye takılmış ve üç ayı uzun bulmuş, nedeninin seçim sürecine yönelik kaygılar olduğunu tahmin etmek güç değil. Keşke bütünüyle karşı olsalardı. Masa’nın diğer bileşenlerinin düşüncesini bilmiyorum. OHAL’de bizlerin kavrayamadığı bir hikmet buldular belli ki.

ÖNCEKİ HABER

Binlerce insanın yaşamını yitirdiği deprem felaketine rağmen İstanbul'daki AKP’li ilçe belediyeleri, yeşil alanları yapılaşmaya açtı

SONRAKİ HABER

Depremzede ailelerin çocuklarına yapabildiği tek açıklama: Yaşananlar bir rüyaydı…

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa