12 Şubat 2023 12:00

Doç. Dr. Banu Yılmaz: Süreğen bir travma yaşıyoruz

“Dayanışmanın iyileştirici, birleştirici etkisini biliyoruz. Ancak dayanışma, zaman içinde depremi yaşayanları da yeniden yapılanma sürecine dahil edecek şekilde örgütlenmeli.”

Maraş Hayrullah Mahallesinde yıkılan binalarda arama kurtarma çalışmaları devam ederken yakınları enkaz altında kalan vatandaşların bekleyişleri sürüyor | Fotoğraf: Serhat Zafer/AA

Paylaş

Serpil İLGÜN

Göz göre göre selde, yangında, depremde ölen bir ülkenin fertleri olarak, pandemi, ekonomik sorunlar, kötü yönetim içinde zaten ruh sağlığımızı korumakta zorlanıyorduk ki, üzerine deprem felaketi geldi. 9 saat arayla yaşanan Maraş merkezli iki büyük deprem, elbette en başta ve en çok bölgedeki 10 ili, sonra tüm toplumu etkiledi. Üzüntü, korku, kaygı, öfke duyguları ayaklandı.  

Yakınlarını yitirenler, yaralananlar bir yandan da barınmadan beslenmeye onlarca sorunla boğuşmaya devam ederken, iktidarın öfkeli, tevekküle çağıran söylemiyle, toplumsal dayanışma iç içe yaşanıyor.

Deprem felaketinin belli başlı psikolojik yansımalarını Klinik Psikolog, Psikoterapist Doç. Dr. Banu Yılmaz’a sorduk.

…….

Bölgedeki milyonlarca insan depremin söze sığmaz yıkıcı sonuçlarıyla boğuşuyor. Biliyoruz ki, fiziki yaralanmalarda olduğu gibi psikolojik yaralanmalara da ilk yardım gerekiyor. O yardım ne olmalı? 

Tarihin en yıkıcı afetlerinden birini yaşıyoruz. Tek bir afetin, yüzlerce, binlerce insanın yaşamını yitirmesine; hayatta kalanların uzun süre yetersiz koşullarda yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmasına neden olabildiği gerçeğini göz önünde bulundurunca, bu ölçekte, aynı bölgeyi etkileyen art arda iki depremin sonuçları, işlemleyebileceğimiz bir bilgi olmaktan çıkıyor. Bu kadar büyük ölçekli ve geniş yayılımlı bir afetin yol açtığı can kaybı, yaralanma, sağlığın kötüye gitmesi, fiziksel yıkım, yaşamsal hizmetlerin kesilmesi gibi sonuçların aynı zamanda psikolojik yaralanmalar da yaratacağını biliyoruz.

Yaşamı tehdit eden olayların ardından öncelik yaşamsal ve tıbbi ihtiyaçların karşılanması elbette. Tıbbi müdahale gereksinimi olan, enkaz başında yakınını bekleyen, yiyeceğe erişemediği için aç olan, soğukta barınacak yeri olmayan, gidecek tuvalet bulamayan ve bu ihtiyaçlarının ne zaman karşılanacağına dair bilgi alamayan birine psikolojik destek vermeyi düşünemeyiz. Psikolojik ilk yardım ise, afete maruz kalan kişilerin, akut dönemde bu ihtiyaçlara erişimini kolaylaştırmayı, bu kişileri uygun kaynaklarla buluşturmayı, bilgi sağlamayı içeren bir psikososyal yaklaşımdır. Olayın ardından akut dönemde travmadan etkilenen kişilerin hızla güvende hissetmelerini sağlamak ve yaşadıklarını anlamlandırarak tepkilerini olağanlaştırabilmek amacıyla uygulanır. Yıkılan güven duygusunu onarmak, acil ihtiyaçlarının sağlanmasına yardımcı olmak, sosyal destek sistemlerine erişimi kolaylaştırmak, yaşanan olayın anlamlandırılmasına yardımcı olmak, ileri düzeyde destek gereksinimi olan kişileri belirlemek ve yönlendirmek gibi işlevleri olan psikolojik ilk yardımın en önemli avantajlarından biri, kısa bir bilgilendirme ile ruh sağlığı uzmanı olmayan kişiler tarafından da uygulanabilir olmasıdır.

PSİKOSOSYAL DESTEK HİZMETİ BAŞLAYACAK

Yakınlarını kaybedenler ayrı, yaralananlar ayrı, sokakta kalanlar ayrı, üçünü birlikte yaşayanlar ayrı etkilendiler kuşkusuz. Ancak yara bandı bile bulamayanlar, ruhlarına bantları nasıl yapıştıracaklar, bu açıdan nasıl bir tablo söz konusu, ne yapmalı?

Afetlerin psikososyal etkileri Türkiye’de uzun zamandır göz önünde bulundurulan bir gerçek. Marmara depreminin ardından Türk Psikologlar Derneği’nin alanda yürüttüğü psikososyal destek hizmeti, bu konuda bir kültürün oluşmasını sağladı. Ruh sağlığı alanında çalışan meslek örgütleri, başta Türk Psikologlar Derneği ve Türkiye Psikiyatri Derneği, sonrasında işbirliği protokolleri çerçevesinde sürdürülen ortak çalışmalar ve Suruç’un ardından kurulan Psikososyal Destek Ağı (PSDA), 1999’dan bu yana ülkede meydana gelen bütün afetlerde sorumluluk üstlendi. Dolayısıyla, ruh sağlığı müdahaleleri açısından kısmi de olsa bir hazırlıktan söz edebiliriz. Aynı meslek örgütleri ve oluşumlar şu anda gönüllülerini afetten etkilenen kişilerle buluşturmaya yönelik hazırlıklarını sürdürüyor. Çok sayıda meslektaşımız afet bölgesinde ve farklı şehirlere giden afetzedelerle çalışmak üzere gönüllü oldu. Etik çerçevede, bilimsel kanıta dayalı yöntemleri kullanma konusunda yetkinliği olan meslektaşlarımız kısa sürede psikososyal destek hizmetlerini sunmaya başlayacak.

“KADER PLANI” KAYGIYA VE ATALETE ARACILIK EDER

Siyasi iktidar binlerce insanın ölümünden sorumluluk duymuyor, benzerlerinde olduğu gibi “kader planı” ve hayatını kaybedenlerin şehit sayılacağı söylemini tekrarlıyor. Bu söylem psikolojik olarak nasıl yansıyor?

Deprem gibi bir afetin ne zaman olacağını bilmiyoruz, ama deprem kuşağında yer alan bölgelerde deprem olacağını biliyoruz. Dolayısıyla, doğa olayının gerçekleşmesini engellemek kontrolümüzde değil, ama bu olaydan etkilenmeyi minimuma indirmek elimizde. Depremin içinde yaşadığımız evi üzerimize yıkmasını bir kader planı olarak tanımlamak, yaşadıklarımız üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığımız algısına, bu da çaresizliğe ve hayatımızın geri kalanında başka felaketlere dair yapabileceğimiz hiçbir şey olmadığı duygusuna neden olarak atalete ve kaygıya aracılık eder. Tabi bir de kimseyi suçlamamaya, öfkelenmemeye.

DAYANIŞMA SÜREKLİLEŞTİRİLMELİ

İktidarın ve medyasının öfkeli dili, hedef göstermeler, kutuplaştırma aparatını depreme de taşımış oldu. Diğer yandan bunu parçalayan olağanüstü bir dayanışma da söz konusu. Tablo bize ne söylüyor?

Pinochet döneminde Şili’de psikolog olarak çalışan David Becker, travmanın ortaya çıktığı ortama ilişkin olarak, “politik şiddet durumlarında travmatik yaşantılar, insanların politik davranışlarını düzenlemek ve kontrol etmek amacıyla yaratılan mağduriyetin bir sonucudur” der. Bu gibi durumlarda, travma sosyal ve politik kontrolün bir ifadesi; yanlış bir ideolojiyi savunanlara karşı kullanılan terör anlamına gelmektedir. Bunu deprem gibi bir doğa olayı sonucu ortaya çıkan travmaya da uyarlamak mümkün. Kutuplaştırıcı dili böyle bir bağlamda kullanmaya devam etmek de benzer bir kontrol amacına hizmet eder. Bu durumun yarattığı riskleri yaşıyoruz bir yandan. Başka örneklere gitmeye gerek yok.  Depremin ardından beşinci günde enkazdan hala canlı kurtarılabilen insanlar var, bu çok mutluluk verici ama aynı anda dayanılmaz bir acı çökerten soruya da neden olmuyor mu? Peki ya hemen ulaşabilseydi arama kurtarma ekipleri?

Bir yandan da dediğiniz gibi olağanüstü bir dayanışma doğdu. Bunun da iyileştirici, birleştirici etkisini biliyoruz. Böyle dayanışma süreçlerinde yer almanın bireysel ve toplumsal iyi oluşu ruhsal, psikososyal açıdan da desteklediğini ortaya koyan araştırmalar var. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir konu bu aşamadaki dayanışma çabasının, afet alanı dışında yaşam normale dönmeye başladığında, depremi yaşayan kişiler için hayal kırıklığı, yalnız bırakılmışlık, terk edilmişlik gibi duygulara yol açma olasılığıdır. Bununla kastım, afet bölgesinin sürekli yardımlarla ayakta kalmasını sağlamak gerekliliği değil, dayanışmanın zaman içinde depremi yaşayanları da yeniden yapılanma sürecine dahil edecek şekilde örgütlenmesi. Bunları konuşmak için çok erken elbette, ama bu konunun bu aşamada göz önünde bulundurulması gereken karşılıklarından biri, örneğin, insanlara şehir değiştirme önerisi getirilmemesi ya da bunun zorunlu olduğu durumlarda, bu değişikliğin ne kadar süreyle sınırlı olacağının belirtilmesi gerekliliği.

KONTROL KAYBI, YETERSİZLİK, İLİŞKİLERİMİZİ
VE TOPLUMSAL İKLİMİ YÖNETMEYE BAŞLAR

Toplum olarak uzun zamandır pandemi, ekonomik kriz, derin yoksullaşma, geleceksizlik gibi dertlerle boğuşurken, bundan ruh sağlığımız da etkileniyordu. Deprem bunun üzerine gelmiş oldu. Elbette önce ve en çok deprem bölgesindeki yurttaşlar ancak gencinden yaşlısına tüm toplum sarsıldı. Bu tür büyük felaketlerin psikolojik yansımaları nasıl oluyor? Ne yaşıyoruz?

Aynı türden olaylara bağlı olarak ortaya çıkmasa da saydığınız, hatta pandemi öncesini de kapsayan art arda çok sayıda olumsuzluk, bir tür ‘süreğen travma’ ya da ‘süreğen travmatik koşullar’ olarak tanımlanabilir. Bu tür koşullarda tehlike ve tehdit öngörülemez, yaygın ve dayanıklıdır. Bu şekilde de kırılganlık, aşırı uyarılmışlık, yaşamı üzerinde kontrol kaybı, yetersizlik, deneyim ve bilgisinin geçerliğini nesnel olarak değerlendirmeyi olanaksız hale getiren değişmiş gerçeklik duygusu, önyargılara sarılmak, kuşkuculuk, nefret gibi tepkilerin ve duyguların hayatımızı, kişilerarası ilişkilerimizi, toplumsal iklimi yönetmeye başlaması kaçınılmaz hale gelebilir.

BAŞA ÇIKMAYI KONUŞMAK İÇİN KOŞULLARIN DEĞİŞMESİ GEREKİYOR

Bu tür büyük bir travmayla başa çıkmak için neler yapılmalı?

Yapılabilecek çok şey var, ama bu aşamaya geçmek için de çok zamana ihtiyaç var gibi görünüyor ne yazık ki. Kurtarma çalışmaları devam ediyor; insanlar vedalaşamadan, inançlarına uygun ritüelleri gerçekleştiremeden sevdiklerinin ölü bedenlerini defnediyor; bir yandan da yaşamda kalmak için ihtiyaç duyulan en temel gereksinimleri karşılayacak koşullardan mahrumlar. Başa çıkmayı konuşmaya başlamak için bile bu koşulların değişmesi gerekiyor. Yaşamsal gereksinimler karşılandığında ve güvenlik sağlandığında atılmasına destek olunacak adımlar, yaşananlara ilişkin duyguların paylaşılması, tepkilerle ilgili bilgilenme ve normalizasyon, deprem öncesi yaşama yeni fiziksel koşulların elverdiği ölçüde dönmek, afetin neden olduğu ancak kontrol edilebilir olumsuzlukların azaltılması, kayıplarla yüzleşme olarak sayılabilir.

 

ÖNCEKİ HABER

Rusya'dan "Ukrayna ile ön koşulsuz müzakereye hazırız" açıklaması

SONRAKİ HABER

ÇYDD'den yurt açıklaması: Yaralarımızı sarmaya çalışırken yeni yaralar açmamalıyız

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa