13 Şubat 2023 04:42

Bülent Küçük: Topyekün bir akıl dışılık, topyekün bir bozulma söz konusu

Bülent Küçük: İktidarın öfke hallerini gerçeklikle bağı kopmuş kör sağır rejimin, her eleştiriyi bir gürültü gibi görmesinin işareti olarak görmek lazım. Çünkü bunları hep bir komplo olarak okuyor.

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Serpil İLGÜN
İstanbul

Maraş merkezli iki büyük depremin yıkıcılığı da, trajedisi de gün geçtikçe büyüyor. AKP iktidarıysa göz göre göre yitirilen insanların, darmadağın olan hayatların “kader planı”; can kurtarmaktan bir yudum su, bir lokma ekmek verememe haline yöneltilen her itirazı “Erdoğan düşmanlığı” olarak göstermeyi yine ilk sıraya aldı. Nitekim dayanışmayı değersizleştirmeye, sorumluluklarının konuşulmasının önüne geçmeye, “nerede bu devlet” çığlığını boğmaya doğru hamle edeceğini, daha ikinci günde OHAL ilan ederek de göstermiş oldu.

Öyle görünüyor ki enkazlar, içindeki zamanında müdahale edilse çok daha fazlası hayata tutunacaklarla birlikte alelacele toplanacak, çöken kentler, ekonomi “yüzyılın inşaat projesiyle” canlandırılacak ve enkazın altında kalan iktidar görüntüsünün izleri diyanetten cemaatlere, maddi desteklerden müteahhit operasyonlarına hızla silinecek.

Peki, bu büyük öfkeden, yıkımın sonuçlarından bu yolla kurtulabilinir mi? “Devlet, bürokrasi çok hantal, başkanlık gelirse her şey çok daha güzel olacak” propagandasına ne oldu? Devletin dönüştürülmesinin, merkezileştirilmesinin, nihayet tek adam kontrolüne bırakmanın bedeli neden giderek büyüyor?

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bülent Küçük’le konuştuk.

Depremin ilk gününden bu yana olan biteni siyaset/sosyoloji cephesinden nasıl okuyorsunuz? Devletin dönüşümünün yansımalarını başka olaylarda da görmeye başlamıştık kuşkusuz ama “Bütün yetkiyi bu kardeşinize verin, gerisini merak etmeyin” propagandasıyla kurulan tek adam rejimine deprem nasıl bir ayna tutmuş oldu?

Türkiye’de siyaset ve sosyoloji bilimi alanında çalışanlar olarak, devletin bürokratik devletten, şirket devlete dönüşmesi üzerine daha önce çok şey konuştuk. Devletin şirketleşmesi, o bürokratik yapının hantal olduğu, yavaş olduğu, pahalı olduğu, verimli olmadığı varsayımına dayanıyordu. Bunun yerine, uygulamada ve teoride kendisini verimlilik ve hız üzerinden gören bu şirket mantalitesi idareyi daha ucuz ve daha hızlı bir forma kavuşturacaktı. Belirttiğiniz gibi bütün hikaye bunun üzerinden meşrulaştırılıyordu.

Oysa deprem sürecinde de ortaya çıkan tablodan görüyoruz ki Türkiye’deki hiçbir kurum, üniversitesinden AFAD’ına, kovit yönetiminden sanatsal alana, kadar aklınıza gelen bütün alanlarda devletin kurumsuzlaşması, bir tür rasyonalite dışına çıkması, akıl dışı bir yönetimle idare edilmeye başlaması söz konusu. Kaliteyi, verimliliği nasıl düşürdüğü, hesap vermeyen, öngörülemez bir yapıya evrildiğinin bir göstergesi olarak okumak lazım. AFAD yönetimi de bunlardan bir tanesi. Dolayısıyla topyekün bir akıl dışılık, topyekün bir bozulma, topyekün bir verimlilik düşüşü, öngörülemezlik ve keyfiyet söz konusu.

Bu idari akıl, bu küresel çağda devleti sadece bir saray ve onun eşrafı olarak anlıyorlarsa, bu modern devletin rasyonalitesine tamamen aykırı olan bir şey. Neoliberal bir çağda bu kadar karmaşıklaşmış toplumsal hayatta, çok farklı bağlamların içinde atılmış insanların çeşitlenmiş ihtiyaçları söz konusu iken, bu kadar iç içe geçmiş bu kadar katmanlaşmış, gittikçe büyümüş, ahtapotlaşmış devleti merkezileştirerek tek bir insanın keyif idaresine bıraktığınız zaman, onun nasıl akıl dışı bir yapıya kavuştuğunu, nasıl verimsizleştiğine, nasıl hantallaştığına, nasıl işlemez hale geldiğini, nasıl yerel alandaki kurumların her birinin inisiyatif alamaz hale geldiğini, yani devletin topyekün olarak kamunun çeşitlenmiş ihtiyaçlarına ve itirazlarına nasıl kör ve sağır bir yapı haline geldiğini görüyoruz

İktidarın, depremin özellikle ilk iki günü ortaya çıkamamasını, çıktığında da olayı sıradanlaştırmaya çalışmasını, bu işlemez hale gelen yapının içinden mi değerlendirmeli?

Onu anlayamıyorum, her bir felakette zaten iki üç gün yok olunuyor, o ara “nasıl bir strateji geliştirelim” diye mi düşünülüyor, bilemiyorum. Bu sefer iki gün sürdü ama dediğim gibi bu şirket devlet kör ve sağır bir devlet çünkü kamudan, kamusal alandan yoksun. Kör çünkü, hayatı sadece belli bir kadrajdan izliyorlar. Sağır çünkü, kamusal alan diye sadece kendi silüetini gören, kendi sesini duyan bir yapı. O yüzden de verimsiz ve girdiği her işi eline yüzüne bulaştıran bir sistem haline dönüşüyor.

HEGEMONYA KURAMADIĞI İÇİN
BU KADAR KABA GÜCE, ZORA BAŞVURUYOR

20 yıllık AKP iktidarının alameti farikaları bu büyük olayda da değişmedi: Hiçbir şekilde sorumluluk almama, tevekkül, sabır, “kader planı” ve her şeye hakimiz! Bu pozisyon/söylem bir tür güç gösterisi, hegemonya kurabilme enstrümanı mı? Ya da oluşan zafiyeti örtmek için mi devreye sokuluyor?

Bu, yukarıdaki soruyla çok ilgili. Hayatın bu kadar karmaşıklaştığı, toplumsal ihtiyaç ve beklentilerin bu kadar çeşitlendiği bir çağda, devletin örgütlenişi de bu ihtiyaçları karşılayabilecek şekilde çeşitlenmesi gerekir. Zaten devlet, siyasal bir form olarak toplumsal yapının dışında olan bir yapı değil. Devletin örgütlenişini, toplumun yapısının bir aynası olarak görmek lazım biraz. Bunu olumlu ve olumsuz manada söylüyorum. Olumlu anlamda söylüyorum çünkü sonuçta devlet, toplumun ihtiyaçları ve toplumdaki sınıflardan bağımsız değil. Devletin demokratik olup olmayışı da toplumun örgütlenme yapısından bağımsız değil. O yüzden, güç gösterisi kaba güç anlamına geliyorsa, yani kendisini kaba güç üzerinden, yasa üzerinden ve ölüm üzerinden meşrulaştıran, yapılandıran bir devletse evet, burada kral/devlet güçlü. Ama bu ideolojik ve kültürel anlamda gerçekten güçlü olduğu anlamına gelir mi, o tartışmaya çok açık. Hegemonya, idare edilmeyi beklemeksizin insanların o toplumsal normları içselleştirmesi, bunu doğallaştırması ve bir nevi kendi kendini idare etmesi anlamına gelir. Ama burada hegemonya kurmak söz konusu değil çünkü hegemonya kurulamadığı için bu kadar kaba bir güce, yasaya, zora, olağanüstülüğe dayanıp, bu araçlara başvuruyor devlet. Kaşlarını çatarak, hakaret ederek, bağırarak konuşuyor. Bu daha çok krallığın bedeninde sirayet eden egemen devlet performasına tekabül ediyor, biopolitik- hegemonyal devlet değil.

Ya “kader planı” söylemi?

Eğer tanrı yeryüzünde kralda tecessüm etmişse, onun söylediği söz de yasanın yerine geçiyorsa, onun sözüne yasasına karşı gelenler de hapishane gibi mekanizmalar üzerinden cezalandırılacaksa, onun sözü kaderin bizzat kendisi haline gelir. Dolayısıyla şirket devletin başındaki hükümdarın sözü, tanrının yeryüzündeki tecessümü, yasası haline dönüşüyorsa o zaman evet, tanrı bunu istemiştir, onun aracısı olarak kral bunu söylüyor olur. Bu zaten modernleşmemiş, henüz kurumsallaşmamış bir nevi pre-modern bir devlet forumuna tekabül ediyor. Yani rasyonelleşmemiş devlete. Depremde gördüğümüz bu akıl dışılık, bu tekerrür eden ve öngörülebilen meseleleri sanki hiç olmamış gibi gösteriyor ve bu toplum her seferinde aynı meseleyi çok daha büyük bedeller ödeyerek yaşıyor.

REJİM, ELEŞTİRİLERİ GÜRÜLTÜ OLARAK GÖRÜYOR

İktidar ve çevresi en küçük bir eleştiriye bile tahammülsüz. İtirazlar öfkeli ve sert ifadelerle yanıtlanıyor, “defter tutuyoruz” denilerek tehdit ediliyor. Yardım için çabalayanları bile “siyasi rant peşinde koşmakla” suçlamanın gerisinde ne var? Bu tür dönemlerin toplumun olan biteni daha fazla kavramaya başlandığı dönemler olduğunu da anımsarsak, halkın öfkesi bu yolla bastırılıp, soğurtulabilir mi?

Toplumsal alanda, böylesi kriz zamanlarında yine metafor kullanırsak, “kralın çıplak olduğu” durumlar ortaya çıkabiliyor. Bu devletin bizim devletimiz olmadığı veya “yalnız bırakıldık, sahipsiz bırakıldık” üzerinden ifade edilen öfkenin yurttaşlarda bir tür “aydınlanma” yarattığı, dolayısıyla belki bir siyasal toplumsal dönüşümün bir momenti olarak görmek lazım, haklısınız. Öte yandan biraz önce söylediğim gibi, kendi dışında herkesi sorumlu tutan bir yapı söz konusu ve bunu da bir güçsüzlük ve otoriterlik göstergesi olarak görmek lazım. Karizmaya ve/veya hükümdarın gücüne, sözüne dayanan otoriter bir rejimin en büyük problemi zaten sürdürülemez ve yeniden üretilemez olması. Bu şartlar altında hükümdarın sözünün üstüne söz söylemek zaten mümkün mü? Hükümdar daha ne yapsın! Dolayısıyla, bu gerçeklikle bağı kopmuş kör sağır rejimin, hükümdarın her eleştiriyi bir gürültü gibi görmesinin işareti olarak görmek lazım bu öfke hallerini. Çünkü bunları hep bir komplo olarak okuyor. Nihai olarak siyaseti sadece kendisinin yaptığı ölçüde siyaset olarak gören, bunun dışındaki siyaseti öcüleştiren ve toplumu siyaset dışına iten, topyekün susturup siyasetsizleştirmeye çalışan bir akıl bu.

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM SAĞLAYACAK MEKANİZMALARDAN YOKSUNUZ

Siyasetsizleştirme yine en önce gösterilen refleks oldu. “Bugün siyaset konuşma zamanı değil” düsturu, olan bitenin siyasetle bağını koparma çabasının bulduğu karşılıkla ilgili gözlemleriniz neler? Zira bu kez önce CHP liderinden, arkasından da daha zayıf olsa da resmi muhalefetin diğer aktörlerine bu düsturun bozulmaya başlandığı görülüyor.

Siyaseti hem konuşabilmek, tartışabilmek hem susmak üzerinden de anlamak mümkün. Susturmak da bir siyasettir ama susmak da onay vermek anlamında bir siyasettir. Diğer yandan prensip olarak siyasetin dışı yoktur çünkü siyaset her alanda yükselen, her alanda şekillenen bir kabiliyete sahip. Siyaset ahlaki alandan da yükselir, dini alandan da yükselir, aile alanından da yükselir, her alan siyasetin alanıdır ama kendi müstakil alanı yoktur. Oysa bizde siyaset menfi bir şeyden, “ne siyaset yapıyorsun kardeşim, siyaset yapma zamanı mı” üzerinden gidiyor. Oysa tam da siyaset yapma zamanı çünkü siyaset, özellikle de demokratik siyaset, insanın kendi geleceği hakkında konuşabilmesi ve kendi geleceği ile ilgili karar mekanizmalarına katılabilmesidir. Onun dışındaki her şey de siyasettir ama demokratik değil, otoriter siyasetin bir işaretidir. Dolayısıyla dost düşman ayırımı üzerinden kutuplaşmış, kendi ve öteki üzerinden şekillenmiş, her seferinde günah keçisi bulan ve hiçbir zaman kendini sorumlu tutmayan, her durumda haklı çıkan -çünkü egemen her zaman haklıdır-, eleştiriye, hesap verebilirliğe, şeffaflığa kapalı bir hükümdar devlet. Bunu sadece hükümdar ya da onun taraftarları arasında şekillenmiş bir yapı olarak görmüyorum, muhalefette de bunun yüzlerini görmek mümkün. (Yeri değil ama muhalefet bu tek adam rejimine dayanan şirket aklına karşı bürokratik devlet aklını ve onun esasını teşkil eden liyakata dayalı iş bölümü çözüm olarak görüyor. Bunun ötesinde önerdiği yeni bir vaadi yok)

Depremin büyüttüğü toplumsal öfkenin siyasetsizleştirme çabasını zayıflattığı söylenebilir mi?

Toplumsal alanda çok büyük bir öfke birikmesi olduğunu görüyoruz ve bu biriken öfkenin, itirazın politik olduğunu, kendini ifade edebilecek kanallar aradığını da biliyoruz. Türkiye’de siyaset uzun zamandır çeşitli çevreler tarafından daraltıldığı için, bütün itirazlar, bütün öfkeler, bütün beklentiler sandıkta ifade edilmek üzere ertelenmek durumunda bırakıldı. Siyaseti sokaktan arındıran, sokağı sessizleştiren, zaten kamusal alanı topyekün tekeline almış bir şeye dönüştürmüş olan siyaset, kendisini sandığa sıkıştırmış vaziyetteydi ve bir sürü telkin de yapılıyordu, sokakta yapılmasın, provokasyon, iç savaş tehlikesi vs. denilerek. Daha düşük seviyeli bir siyaset yaparak, sabırla, sandıktan demokratik yollarla bir siyasal dönüşüm yolunda telkinler geliyordu. Fakat deprem, o sandıkla sınırlandırılan siyaseti biraz patlattı. Depremdeki beceriksizlik ve yaşanan büyük felaket bunun daha görünür olmasını sağladı. Ama yine de enflasyon, ekonomik kriz, akıl dışı hareket eden devlet, toplumsal eşitsizliğin derinleşmesiyle beraber artan ahlaki kriz gibi çoklu krizlerin üst üste bindiği bir coğrafyada ve bütün o sivil toplum alanındaki kurumların sessizleştirildiği bir alanda toplumun tekrar güçlü bir toplum olarak ortaya çıkarak ve bir dönüşüm sağlayacak güce evrilmesini beklemiyorum. Çünkü söz konusu demokratik mekanizmalardan yoksunuz.

DEPREMLE BAŞ EDEMEMENİN EN BÜYÜK
SEBEPLERİNDEN BİRİ SİVİL TOPLUMUN TASFİYESİ

Bu mekanizmalarda demokratik kitle örgütleri önemli bir yer tutuyor, ne dersiniz? Nitekim, örneğin hararetle TTB’nin kapatılmasını isteyen, kent bilimcilerini, mimarlarını ömür boyu hapisle cezalandıran bir rejim söz konusu.

Evet, bugün depremle baş edemenin en büyük sebeplerden birisi de her şeyi tek merkezden, tek kişiden ve tek yerden örgütlemeye çalışmak belirttiğim gibi. Sivil toplumun organize olabilen, gönüllük temeline dayanan yapılarını tasfiye ettikten sonra ortada AFAD gibi amorf, inanılmaz yetersiz bir kurum kaldı. Çünkü sadece demokratik katılım araçlarının ortadan kaldırılması anlamına gelmiyor sivil toplumun tasfiyesi, sivil toplum aynı zamanda böylesi felaket zamanlarında dayanışmayı örgütleyen, kendi başına karar veren ve spontan örgütlenmesini bilen başka bir hafızayı, başka bir deneyime tekabül eden örgütlerden ve kurumlardan oluşur. Mimarları, mühendisleri, doktorları, medyayı, dernekleri, vakıfları bütün bu kurumları tasfiye ettiğiniz zaman polisten, zabıta kuvvetlerinden müteşekkil bir yapı kurarsanız, hatta öyle ki zaman zaman ordudan faydalanmasını bilen bir yapıyı da tasfiye ettiğiniz zaman, ortaya başına diyanetten bir ilahiyatçının atandığı bir AFAD çıkıyor ve o da hiçbir şeyin altından kalkacak bir mantaliteye, deneyime sahip olmuyor.

AFETTEN GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI ÇIKARMAK
KADAR ÜRKÜTÜCÜ BİR SİYASET OLABİLİR Mİ?

Yaşadığımız sorunların müsebbibi olarak işaretlenen mültecilerin, özellikle de Suriyelilerin hedef haline getirilmesinin yaratacağı tehlikelere işaret etmiş sosyal bilimcilerden biri olarak, depremin ilk günlerinde “Suriyelilere battaniye veriyorlar, bize yok”larla başlayan, giderek “Suriyeliler yağma yapıyor, evlerimizi soyuyor”a varan tabloya okumanız ne olur? Bu konuda hangi aktörler, nasıl hareket etmeli?

Mülteci karşıtlığı bir süredir kaşınan bir şeydi ve maalesef toplumsal alanda oldukça geniş bir mülteci, Suriyeli göçmen karşıtlığı var. Göçmen nefreti o kadar kolay ve hep işleyen bir formül ki, ne yazık ki çok geniş bir toplumsal destek buluyor.  İnsanlar kendi yaşadıkları sıkıntıların, yoksun bırakılmış olmalarının vs. sorumlusu olarak Suriyeli mültecileri görüyorlardı zaten ve bu çok evrensel bir durum.

Provokatör Ümit Özdağ ve onun gibi göçmen karşıtı olan aktörlerde de gördüğümüz üzere, toplumsal öfke asıl sorumlulardan manipüle edilerek bambaşka bir yere kanalize ediliyor. Afetten göçmen düşmanlığı çıkarmak, afetin bunca yıkıcı sonuçlarından göçmen nefreti devşirmek kadar becerikli bir siyaset olabilir mi? Aynı zamanda bundan daha ürkütücü ve iğrenç bir siyaset olabilir mi? O açıdan çok problematize edilmesi gereken bir mesele. Bu kadar değersizleştirilmiş, dışlanmış, haktan yoksun bırakılmış, kriminalize edilmiş mültecileri böyle bir felakette bile hedef göstermek kadar ahlak dışı bir şey olabilir mi? “Göçmenleri göndereceğiz” siyasetini reddetmek, bu kesimin hak ve hukukunu sağlayacak ve Türkiye’nin artık ve belki de “çok şükür” diyecek bir şekilde bir göçmen toplumu olduğunu idrak edecek bir yapıya bir an önce evrilmemiz lazım.

ÖNCEKİ HABER

Deprem gönüllüleri anlatıyor: Devletin organizasyon sorunu devam ediyor 

SONRAKİ HABER

Deprem, Adıyaman'daki tarihi tümülüsteki sütunu da devirdi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa