Deprem, bilim ve Şengörgillerin “cehaleti”
Basit önerilerinin neden dikkate alınmadığını bir türlü anlamayarak kendini paralayan bilim insanlarının naif duyguları kapitalist gerçekliğin katı duvarlarına çarpıp dönüyor.
Celal Şengör | Fotoğraf: TigerRiver/Wikimedia Commons (CC BY-SA 4.0)
Burak BAĞÇECİ
İstanbul
Maraş depremlerinin ardından kaybettiğimiz on binlerce yurttaşımızın acısını, depremzedelere yardım için ülkenin dört bir yanındaki gençlerin bin bir fedakarlıkla örgütlediği dayanışmanın, birlikte olma duygusunun getirdiği umutla birlikte yaşıyoruz. Üniversitelerde, liselerde, mahallelerde örgütlenen dayanışmada yaşananların sorumlularına, alınmayan önlemlere ve afet yönetimindeki başarısızlığa duyulan öfkeyi de görüyoruz, hissediyoruz. Öfkemiz, bizlere bu organizasyonumuzu korumak, örgütlülüğümüzü ve dayanışmamızı güçlendirerek hem sorumlulardan hesap sorma hem de bundan sonrası için gerekli önlemlerin alınması talebini büyütmek gerekliliğini her an hatırlatıyor.
Ülkemizin bir deprem kuşağında olduğunu bilmeyen yok artık. Depremlerin hangi bölgelerde beklendiği, bunların olası etkileri, ne türden önlemlerin alınması gerektiği bilim insanlarından mühendislere kadar anlatılıyor, acilen harekete geçilmesi gerektiği dün olduğu gibi bugün de vurgulanıyor. Öyleyse sorumlular gözümüzün önünde: Geçmişten bugüne bu önlemleri almayan siyasetçiler. Peki gözümüzün önünde olmayan sorumlular?
HAKİM BİLİM PARADİGMASI SUÇLULARI GİZLİYOR!
Aslına bakarsak, belki ilk bakışta görünmeyen sorumlulardan bahsedebilmek için öncelikle bunun görünmez kılınmasına hizmet eden hâkim paradigmayı tartışmak gerek. Nitekim depremden sonra kendi alanlarındaki başarılarıyla anılan bilim insanlarının açıklamalarına bakarsak, her şey bilime yeteri kadar değer verilmediği için oluyor. Açık ya da örtük, kimi bunu doğrudan karar alıcı devlet mekanizmalarına dair bir eleştiri olarak ortaya atarken kimi bu söylemi halka kadar genişletiyor. Ortada “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış” bir “millet” ve dolayısıyla tarih ötesi bir kültür varsa, “Bizim millet şöyle, bizim millet böyle” tespitlerinin sonu gelmez oluyor. Milletin bütün unsurları aynı kategori oluveriyor. Yaşanan bütün siyasal ve sosyal gelişmeler gibi, böylesi felaketler de milletin kendisine ait olduğu düşünülen özelliklere havale edilebiliyor. Biz unutkan bir millet olduğumuz için oluyor her şey.
Örneğin Celal Şengör’e göre yaşanan yıkımın sebebi ülkeyi cehaletin yönetmesi. Hatta daha ileri gidiyor Şengör, “Tabiatın dili bilimdir. Coğrafya dersini kaldırıp yerine din dersi koyarsanız netice bu olur” diyor. Coğrafya dersini kaldırıp din dersi koymanın elbette bilimsel bir eğitim alma hakkını ihlal ettiği açık, ama sorunun temelini buradan kurmanın Şengör gibi meseleyi yalnızca eğitimsizliğe indirgeyerek yanlış bir sonuca ulaştırdığı da. Elbette Şengör sadece bir, ama herhalde, en ünlü örnek. “Bilime kulak verin, her şey bilimin sözünü dinlemediğiniz için oluyor” söylemi kendisi gibi televizyona çıkan neredeyse her bilim insanının temel kabulü oluyor.
Burada tartışılması gereken şey elbette bilim ve teknolojinin toplumsal yaşamın örgütlenmesi için önemi değil. Ancak bilimin toplumsal bir etkinlik olduğu, her toplumsal etkinlik gibi belirli tarihsel koşullarda ve belirli toplumsal ilişkiler içinde gerçekleştiği gerçeğinin üzerinden atlanması, bilim hakikati anlamanın bir aracı değil ama adeta ilahi bir şekilde hakikatin kendisi ve biricik biçimi haline getiriyor. Bilimsel etkinliğin, kendi içsel mantığı olduğunu, bu temelde ve insandan bağımsız ilerlediğini ve bilimsel bilgiye epistemolojik statüsünü bunun verdiğini öne süren pozitivist bilim anlayışı, dolayısıyla bizi, bilim ve teknolojinin toplumsal tarihi dışarıdan etkileyen ve toplumun bu etkilere müdahale edemediği bir tür determinizme götürüyor. Yani bunu söyleyen herkes ben pozitivistim demese de, bu egemen söylemin bir parçası olarak düşünüyor, üretiyor, halk kesimlerini ilgilendiren bilimsel konulara dair politik olarak bu tutumu alıyor.
Bu türden bilim ve teknoloji anlayışlarının sınırlılık ve zaafları veya toplum için zararları çok daha geniş tartışmaların konusu. Ancak bu genel çerçevenin bizim tartışmamız için önemi, adını doğrudan koyalım, yaşamı savunma ve onun için mücadele etme göreviyle karşı karşıya olanlar için gerçek düşmanın görünmez kılınmasına, bilimsel bilginin günümüz kapitalist toplumundaki üretim ve uygulanma biçiminin toplumsal koşullarını gizleyen bir işlev görmesine hizmet etmesi. Kapitalist toplum sınıflara bölünmüş olduğundan, bir diğer ifadeyle, bu biçimlerin sınıfsal içeriğinin görünmez kılınmasına hizmet etmesi
FELAKET CEHALET VE UNUTKANLIKTAN DEĞİL SİSTEMDEN
Böyle olduğunda başımıza gelen her türden felaket cehalete, cahillerin yönetimine, bilimden uzaklaşmaya yorulabilir elbette. Ancak durum tam olarak böyle değil. Öncelikle, tek adam iktidarının bilim ve teknolojiye tümüyle düşman olduğu fikri bir yanılgıdır. AKP’nin bilim ve teknolojiyi, sermayenin güncel ihtiyaçlarına göre desteklediği, bu ihtiyaçlara karşılık gelen belirli araştırma ve geliştirme alanlarına büyük bütçelerle doğrudan devlet teşviği verdiği bir gerçek. Sorun tam da bilim ve teknoloji politikalarının bu sınıfsal tercihlere göre şekillenmesi hatta.
AKP’nin dinci-gerici ideolojik ve politik platformu, böylesi bir politik düzen inşa etmede attığı adımlar, elbette onu bilim ve teknolojiye karşı pragmatist diyebileceğimiz bir pozisyonda durmaya zorluyor. Genel olarak bilimsel bilginin ve insanlığın ileri birikiminin karşısında okul müfredatlarından başlayarak toplumsal yaşamın her alanında dinci-gerici düşünceyi örgütleyen iktidar, bir yandan da temsil ettiği sınıfın çıkarları bunu gerektirdiği ölçüde teknolojiyi geliştirmek zorunda olduğundan bilimi de oyuna dahil etmek zorunda kalıyor. Bu din-bilim ikiliği AKP’nin kendi çelişkisi olarak ortaya çıkıyor ki bu çelişki kimi zaman dalga konusu olan abukluklar biçiminde kendini gösteriyor.
Öyleyse kimse cahil olduğundan, bilimin önemini kavramadığından alınması gereken önlemleri almamazlık etmiyor. Öncelenen bir sınıfın çıkarları olduğunda, ne bilim ve teknolojiye ayrılan bütçeler toplum yararına olacak alanlara ayrılıyor ne de bütçeler kentlerin depreme hazırlıklı hale getirilmesine ve buna uygun bir şehir ve bölge planlanmasına ayrılıyor. İmar aflarını getirenler, depremin ne olduğunu bilmiyor mu? “Depreme dayanıklı” diye sattıkları projeleri depremde yerle bir olan müteahhitler bilim yerine safsatalara mı inanıyor? Bu inşaatları denetleyen ve onay veren kurumların mühendisleri temel statik ve mukavemet bilgisine sahip olmadıkları için mi bu kararlara imza atıyor?
Hayır, bütün bunlar, inşaat şirketlerinden siyasetçilere kadar uzanan bir çıkar ortaklığının gayet sınıfsal tercihlerine göre şekillendiği için gerçekleşiyor. Daha fazla kar ve rant motivasyonu, sürekli büyümek zorunda olan sermayenin varlık koşulu olduğu sürece de gerçekleşmeye devam edecek. Basit bir talep: “Sanayiyi Marmara’dan İç Anadolu’ya taşıyın.” Halbuki bu ülkenin sanayileşmesinin fay hatlarının üstündeki kentler temel alınarak ilerlemesi bilime kulak verilmediği için değil lojistik olanaklar daha önemli görüldüğü için böyle şekillendi. Bu düzende sanayinin başka bölgelere kaydırılması, eğer gerçekleşirse, bu da olası bir depremden üretimin ve şirketlerin görebileceği zararın boyutları düşünülerek alınır ancak.
Bu basit önerilerinin neden dikkate alınmadığını bir türlü anlamayarak kendini paralayan bilim insanlarının naif duyguları kapitalist gerçekliğin katı duvarlarına böyle çarpıp dönüyor. “Tabiatın dili bilimdir” gibi absürt bir bilim anlayışı hangi bilim felsefesini yansıtıyor bilmiyoruz ama, bu ülkede din derslerinin yerine coğrafya dersleri verilirken de durumun bugünden farksız olduğunu herkes biliyor. Öyleyse sorunun kökten çözümü ne halkın “eğitilmesiyle” ne de bilimi dinleyen liyakatlilerin devlet yönetimine gelmesiyle gerçekleşebilir. Daha doğrusu, bütün bunlar gerekli olabilir ama yeterli değildir. Topluma karşı sorumluluk hisseden bilim insanlarının da çalışmalarının, önerilerinin ve çağrılarının dikkate alınması, bilimin özgürce ve toplum yararına gelişebileceği bir toplumsal düzenin kurulmasıyla mümkün olabilir ancak. Öyleyse en başta siyasi sorumlulardan hesap sorma görevimiz, yaşam hakkımızı bile üretim ve sanayinin güvence altında olmasına emanet eden kapitalist sistemin kendisine ve kapitalistlere yönelmek zorunda.