Devrim daha ona adını koymamışken… ANA
Nuray Sancar bu hafta Pearl S. Buck’un "Ana" romanı yazdı.
Fotoğraf: Wikimedia Commons
1920’li yıllarda Çin…
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde savaşın galipleri tarafından ülkenin bazı bölümlerinin Japonya’ya teslimine karar verilmesi büyük bir gençlik hareketini ortaya çıkarmıştı. Böylece ülke emperyalizme karşı mücadeleler ile, kaotik sınıf kavgalarının damgasını vurduğu son derece gerilimli bir zaman aralığına adımını attı. 1911 devriminden sonra kalkınma hamlesine imza atan milli burjuvazi, eski mülkiyet sistemini koruyarak ayak bağı olan kuzeyli toprak ağalarının iktidarına ve emperyalistlere karşı direnmekteydi. 1920’de Komünist Partisi kuruldu.
Milli burjuvazinin partisi Kuomintang’ın başındaki Sun Yat-sen Komünist Partinin ve devrimini yeni yapmış SSCB’nin desteği olmadan bu savaşımdan başarıyla çıkabileceğini düşünmüyordu. KP için ise bu yarı sömürge yarı feodal ülkenin sosyalist geleceğinin ilk aşaması milli burjuvaziyle ittifakı gerektirmekteydi. Bir yandan yoksul köylü kitlelerine dayanan, diğer yandan o sıralarda kentlerde yaygın grev ve direnişler yapan işçi sınıfını örgütlemeye çalışan KP için bu ittifak, milli burjuvazinin kendine güvenecek kadar güçlendiği ilk fırsatta iki parti arasındaki çelişkinin çatışmaya dönüşeceği bir kavşağa kadar sürecekti. Milli burjuvaziyi güçlendiren süreç KP’yi de bir güç odağı olarak büyütmüş, milli burjuvazinin hegemonyasını ikinci plana atacak kadar dikkat çekici mevziler kazanmıştı örgüt.
Bütün bunlar olurken küçük, az nüfuslu bir köyde kayınvalidesi, üç çocuğu ve kocasının bütün işine koşmakla kalmayan, tarla süren, hayvanlara bakan bir kadın, ailesinin asla bir araya gelemeyen iki yakası birbirinden kopmasın diye uğraşmaktadır. Onun ne devrimden ne milli burjuvaziden ne yarı sömürge-yarı feodal bir teorik açıklamadan haberi vardır. Hasat zamanı köye gelerek kapı kapı dolaşarak haraç toplayan toprak ağasının vekilinden başka sömürücüyle muhatap değildir. O işe de evin erkeği bakar zaten.
YOKSULLUĞUN VE KADINLIĞIN ACILARI
Bu köy Çin’in derinliğidir. Yoksulluğun hayal edilemez kıyılarında yarı aç, yarı tok yaşayan, mülksüz, ölesiye yoruldukları halde hiç refah yüzü görmeyen yoksul köylülüğün kırıdır burası. Ana’nın adı yoktur. Kocanın adı yoktur. Öylesine özelliksizdirler ki roman kahramanlarından; ana, kocanine, baba, çocuk, kız, komşu vb. gibi yakınlık belirten tanımlarla bahsedilir. Ananın, küçük kızının gözlerindeki, zamanla onu kör edecek enfeksiyonu tedavi ettirmek için şehirdeki doktora gidecek parası yoktur, bildiği bir yol yordam da. Lime lime giysiler içinde, bakımsız ve yorgun, yüz güldürmeyen böyle bir hayatta şikayetsiz, hiçbir şeye özenemeden sürdürülen yaşam içinde bir lokma ve bir hırkadan ötesi lükstür.
Ve günün birinde koca aileyi terk ettiğinde Ana evi çekip çevirmek zorunda kalır. Erkek taşıdığı yüke dayanamamış, içindeki özlemi, güzel bir kıyafet için beslediği arzuyu bastıramamıştır. Ana için yıllarca süren bekleyiş demektir bu. Ama giden, yuvaya asla dönmez. Konu komşunun merakını kocası adına kendine gönderdiği mektuplarla giderir kadın. Nasılsa bir gün kocası geri dönecektir. Böyle beklerken oğulları ve kızı büyür… Eve gelin gelir. Malum kuşak çatışmaları başlar. Artık kör olmuş kızın boğazı evin bütçesine yük olmaya başlar.
Ananın asıl acıları bundan sonra başlayacaktır. Kör kızını istemeye istemeye, oğlunun ve gelininin zorlamasıyla konu komşunun bulduğu uzak bir köyde yaşayan bir yoksula gelin olarak verir. Kızı, çeyizsiz, çimensiz tanımadığı bir adamın peşinde yeni evine doğru yol alırken ananın içinden bir ah kopar. Kendisinden iş bekleyen yeni ailesine görmeyen gözleriyle hizmet etmeye çalışırken yediği dayaklardan ölecektir anasının kuzusu.
DEVRİMİN SON YENİLGİSİ
Anayı makus talihiyle yüzleşmeye zorlayan olaylar, günün birinde onun eşiğine kadar gelir. Halbuki o küçük oğluna zula olduğunun farkında bile değildir. Kasabada arkadaşlarıyla kalan oğul bir komünisttir. Ana oğulcuğunu yayın ve bildiri dolu paketleri bırakmak ya da geri almak için eve geldiğinde görür sadece. Ve sonra gelen kara haberle dünya başına yıkılır. Oğul tutuklanmıştır. Evdeki paket o zaman açılır: ‘Paketin içinde ince ince kara yazılarla basılmış bir sürü kitap, bir sürü kağıt. Kağıtlardan bazılarının üzerinde son derece garip, kanlı ölümlü resimler. Küçücük adamları döven bıçakları parlayan devler çizilmişti… Bunun ne demeye geldiğini bilemediler.’ Sonra büyük oğul meselenin aslını öğrenip annesine anlattı: ‘Suçun aslını ben de bilmiyorum. Adına komünist diyorlar. Yeni çıkan bir laf bu. Galiba harami çetesi gibi bir şey. Zindan kapısındaki eli tüfekli nöbetçiye sordum, dedi ki ‘Senin tarlanı senden çalıp üstüne oturmak isteyen kişidir. Devlete hükümete fesat kuran kimselerdir bunlar. Topunu birden öldürmek gerek.’ Hiçbir şey anlamadı ana. Gözyaşları yol olup aktı…
Başında Çan Kay Şek’in olduğu Kuomintang ittifakı bozmuş, devrimcilere savaş açmıştı. KP üyelerine operasyon düzenleniyor, şehir meydanlarında toplu halde idamlar oluyordu. Çin’de kan gövdeyi götürmekteydi. Ve Çin uzunca bir süre asla huzur bulamayacaktı. Ta ki 1949’deki devrime kadar…
Pearl S. Buck kendi halinde bir köylü ailesini sarsan toplumsal ve siyasal olayları anlattığı, 1933 yılında yayımlanan Ana romanıyla 1938’de Nobel Edebiyat Ödülünü aldı. Daha önce de Sarı Esirler adlı romanıyla ABD’nin Pulitzer ödülünü kazanmıştı.
Buck Amerikalı’ydı. Babasının misyoner alması nedeniyle çocukluğunu Çin’de geçirdi. Sonra eğitim için gittiği ABD’den tekrar Çin’e döndü. Ülkenin önemli kentlerinden Nanking’de ve Şanghay’da yaşadı. Yüzyılın ilk yarısındaki Çin’in siyasal ve sosyal çalkantılarına, devrimlerine, sert sınıf mücadelelerine tanık oldu. Bütün bu çalkantıların ortasında yaşam savaşı veren yoksulların, onları içine çeken olayların, Çin gençliğinin fikirlerini şekillendiren cereyanların, siyasi birleşmelerin-bölünmelerin, kurtuluş savaşının, dünya savaşlarının fonda ya da sahnede olduğu hayatların izini sürdü.
Kahramanları ve karakterleri o kadar sahiciydi ki romanları büyük, kalabalık ve pek bilinmeyen Çin’in Batılı okur nezdindeki gizemini çözdü. Bunu hem dışarlıklı bir bakışa sahip olmasına hem de içerden yazmasına borçluydu. Ailesinin ve ilk eşinin misyoner bakışıyla kendi modern yaklaşımının çarpıştığı yerde Çin, kendi yıldızıyla parlamaktaydı.
*Pearl S. Buck’un Ana romanı Nihal Yeğinobalı çevirisiyle Cem Yayınevi baskısıdır.