Emekçinin Kitaplığı | Eski dünya yıkılır yenisi kurulurken şehir ve insan: Üç İstanbul
Üç İstanbul, dünya hızla yeni kaderine doğru yol alırken hâlâ ayakta kalmış birkaç imparatorluğun içten içe eriyerek çöktüğü uzunca bir zaman kesitinin Osmanlı topraklarındaki yaşanış biçimini anlatır

Fotoğraf: Flickr
Rumi takvimde 1293 yılına denk gelen 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı, imparatorluğun geri sayımının başladığı yıldır. Bu savaşta Osmanlı, Kafkasya ve Rumeli’deki hatırı sayılır büyüklükte topraklarını yitirdi. On binlerce insan kaybedilen yurtluklardan, başta İstanbul’a olmak üzere Anadolu’ya göç etmeye başladılar.
Mithat Cemal Kuntay’ın kahramanı Adnan, romana muhacirlerin arasında henüz bir çocukken girer. Babası bu uğursuz savaşta şehit olmuştur. Annesi, kız kardeşi ve veremli teyzesiyle birlikte sığındığı Sacit Paşa’nın yalısında diğer göçmenlerin yaşadığı sıkıntıları yaşamadan büyüyen ve başlayıp bir türlü bitiremediği romanına ’93 Harbi’nden sonrasını anlatmaya niyetlenen Adnan 600 yıllık imparatorluğun son günlerinin hem şahidi hem aktörlerinden biridir.
Onun romanının bitememesinin sebebi, bu çalkantılı dönemin içinden korlar üzerinden yürüyüp geçerken herkes gibi Adnan’ın da durmadan değerlerinin, ahlakının ve statüsünün değişmesi ve her seferinde tarihe ve hayata başka gözlerle bakıyor olmasındandır. O yüzden romanı yazıp yazıp siler. Cümlelerinin üstünü çizer; karalar.
Roman esasen dönemin belli başlı ileri gelenlerini lüks ve değerli eşyalarla süslenmiş konağında ağırlayan Hidayet’in iftar masasında açılır. Bu birbirini seven ya da sevmeyen insanların yakın veya uzak çevreleri aracılığıyla kesişen ilişkileri; ayrılıklar veya yakınlaşmaları tarihin akışındaki değişimlere göre şekillenir. Hem muhbir olan hem de çökmekte olan imparatorluktan sonra hükmedecek iktidar güçlerine de yaranmaya çalışan Hidayet gibi, bu masa etrafındaki insanların çoğu da ikilem içindedir. Osmanlı kadroları da bir uçtan bir uca savrulup dururlar, çağın ikilemlerini kendi çelişkileriyle harmanlayıp bünyelerinde taşırlar.
HERKES DİĞERİNİN KURDU
Bu hantal feodalizmi yöneten paşalar, nazırlar, müşirler vb. çeşitli devlet görevlileri hizmetinde oldukları padişahı kulaktan kulağa yererken birbirlerini de satmaya hazırdırlar. Her kesin bir diğerine başka bir misafiri kötülediği iftar masasında kimsenin kimseye güvenmediği ama herkesin birbirine sosyal sermaye olduğu ikiyüzlü bir çağın fırsat hesapları dökülür.
Palazlanmaya başlamış burjuvazinin Osmanlı kadrolarını bile içine çeken Avrupai dünyası ortaya hazımsız, aç gözlü, görgüsüz bir kırma tip çıkarmıştır. Öte yandan kendi ikballerine rezervasyon yapmak zorunda kalan eski düzenin demirbaşları, dalkavukça yaltaklanmayı öğrendikleri imparatorluktan miras, bir ruh hali içinde yeni zamanların pazarlıklarına da başlamışlardır. Fransız İhtilali’ni de etüt eden bu seçkin sınıf için ‘Bırakınız yapsınlar’ın Türkçe tercümesi safahatta ve gösterişte yarış, kolay yoldan kazanmaktır. Yaltaklanarak yükselme gibi eski bir alışkanlıkla birlikte bu insan ilişkilerindeki dejenerasyonu paha biçilmez hale getirir.
Avukatlık yapmasa da hukuk mezunu olan Adnan bu tuhaf topluluğun içine romancı, gazeteci kimliği, yenilikçiliği, arkadaşlıkları ve Hidayetle tanışıklığı nedeniyle dahildir. Göğsünün cebinde Namık Kemal’in fotoğrafını taşır, bununla kendisini Jeanne Jacques Rousseau’nun fotoğrafını taşıyan Tolstoy’a benzeterek övünür. Abdülhamit’in muhbiri olan Hidayet’in masasında yer almasının bir nedeni de ev sahibinin Meşveret gazetesi, Namık Kemal okuyan, Mithat Paşa’yı izleyen yenilikçilerin gücünden kendisine alan açmak istemesidir.
Adnan kızlarının eğitim almasını önemseyen iki aristokratın konağında ders vermeye başlar. Bu işleri ona bulan Hidayet’tir. Zaten karakteri ikiye ayrılmış olan ‘muallim’ biri evli diğeri bekar bu iki kadının aşkıyla da bölünür. Süheyla ile Belkıs iki farklı kadındır; biri Namık Kemal’in ‘vatan’ına meftun, donanımlı, alçakgönüllü ve aşık; ikincisi bildiğini sırtındaki süslü ve pahalı bir elbise gibi taşıyan, muhteris. Hem soylu değil hem de zengin olmayan Adnan için bu aşklar çok taraflı imkansızdır.
İSTİBDATTAN DEVRİME
Nihayet 1908’in 10 Temmuz’unda devrim olur ve İttihat-Terakki iktidara gelir. İstanbul’un bu yeni dönemi bir yandan; zengin olanların bir kısmının daha da zengin olduğu, ama kimileri için servetin el değiştirdiği, yuvaların yıkıldığı, değerlerin altüst olduğu, eskiden tapılanların şimdi taşlandığı, imkansız aşkların mümkün olduğu bir geçiş halidir. Adnan avukatlığa döner, partiye üye olur, eski mevkisini yitiren velinimetinin çöküşüyle birlikte, artık kocası da düşmüş bir aristokrata dönüşen Belkıs’a duyduğu aşk karşılık bulur. Çünkü artık o zengin ve gözde bir salon adamı, kendisine selam vereni ihya eden kıymete binmiş bir düzen insanıdır.
Bazılarının uyurken para kazandığı, kimilerinin diğerini kazıklayarak üste çıktığı ama dibe düşenlerin bir daha çıkamadığı o çağda kocalarının ve babalarının zenginliğini üstündeki Paris-Londra yapımı kıyafetler, inciler ve elmaslarla taşıyan romanın kadın taifesi gösterişin ve sonradan görmeliğin cisimleşmiş hali gibi dolaşırlar. İttihat Terakki dönemi eski dönemden çok farklı değildir esasen. Ne de olsa geç kapitalistleşen bir memleketin Avrupa görmüş, tercüme kitaplardan eğitim almış veya bizzat oralarda okumuş, kültürlü soyluların geçiş halkalarıdır bunlar da. Yabancı dilde konuşup, görgü kurallarına uymak, Avrupa’dan getirilmiş mobilyalar ve giysilerle yaşamak ve hatta ‘İngilizler gibi’ giydirdikleri uşaklarından hizmet almakla birbirleriyle yarışırlar. Kuntay bu soylu ama soysuz burjuvaziyi, gösteriş yapmayan İngiliz püritenleriyle karşılaştırır.
Bu tablonun fonunda Balkan Savaşları, Ermeni Katliamı, Harbi Umumi, Sarıkamış Katliamı geçer sırasıyla. İttihat Terakki’nin üç paşasından, Sarıkamış katliamının sorumlusu Enver Paşa Almanya’ya sığınır. Bütün bu altüst oluşlar yaşanır ve imparatorluk toprakları giderek küçülürken soyunda en az üç dört kuşak paşa bulunmayana kız vermeyen aristokrasiden bozma burjuvazi, küpünü doldurmakla meşguldür. Ve elbette içlerinde zamana uyum sağlayamadıkları için düşmüş olanlar tarihin kaybedenleri olacaktır.
KURULUŞ VE SONRASI
Üç İstanbul, dünya hızla yeni kaderine doğru yol alırken hâlâ ayakta kalmış birkaç imparatorluğun içten içe eriyerek çöktüğü uzunca bir zaman kesitinin Osmanlı topraklarındaki yaşanış biçimini anlatır. Romanın karakterleri çoktur. Ama Kuntay bunların hiçbirini sahneye çıktığı yerde unutmaz, her birinin sonrasını, diğer karakterlerle kesişen yollarını, başlarına neyin geldiğini, çalkantının ortasında yüzen tekneden nasıl çıktıklarını gösterir.
İstanbul bu romanın karakterlerinden hatta başlıca kahramanlarından biridir ayrıca. Bir kadın mücevherinden bir sokak lambasına, bir ağaç yaprağından, kravata, festen kunduraya ve bunların biçim biçim, madde madde değişen hallerine kadar her nesnenin aynı değerde ve aynı entelektüel bir ilgiyle ele alındığı; İstanbul’un hallerinin bunlara kattığı yeni manayla özü değişen temel matristir.
İstanbul; istibdattan, İttihat Terakki döneminden ve İngiliz işgalinden geçen yorgun şehir, Kurtuluş Savaşı dönemiyle üçüncü dönemine daha doğrusu üçüncü hale geçer. Adnan kuruluşa yetişebilecek midir? İlk kez 1938’de yayımlanan Üç İstanbul yazarının tek romanı. Türkçe edebiyatın ise başyapıtlarından biri. İstanbul’un dördüncü hali, emeğin kenti ise başka yazarlar tarafından yazıldı, yazılıyor.
* Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u Oğlak Yayınlarından çıktı.
Evrensel'i Takip Et