Mert Arslanalp: Kimse kurban verilemez, koalisyonun dağılma ihtimali var
Mert Arslanalp: Bütün bir politik ekonominizi inşaat üzerine kurduktan sonra, gelinen noktada ne barınma sorununu çözebilmişsiniz, ne depreme karşı dayanıklı kentler yaratabilmişsiniz.

Fotoğraf: Murat Çetinmühürdar/TCCB/AA
Serpil İLGÜN
İstanbul
On binlerce insanın hayatını kaybettiği Maraş depremlerinde, hayatta kalanları hayatta tutacak ihtiyaçlar 20. güne gelindiğinde de karşılanmış, çadır, tuvalet, su ihtiyaçlar listesinin başından inmiş değil ne yazık ki. Durum böyleyken “Her şey yolunda”, “Salon salomanje çadırlar içindeki mutlu, Erdoğan’a müteşekkir depremzedeler” haberlerini depremin ikinci haftasından itibaren sürdüren iktidar medyasının manşetlerini günlerdir tek bir haber oluşturuyor: “Kentsel dönüşüme karşı çıktılar, binlerce insanın ölümüne sebep oldular!” 21 yıllık tek adam rejiminin sorumluluğu yine yeniden rejime destek vermeyen herkese yıkma taktiğindeki bu akıl dışı suçlu icadı el yükseltilerek sürdürülüyor.
Daha insanlar enkaz altındayken müjdelenen konut inşası da, iktidar cephesinin bir diğer propaganda başlığı. Meslek örgütlerinden yer bilimcilere, uzmanların yine seslerini ulaştıramadıkları konutların bir bölümü, ürettiği tüm sorularla birlikte inşa edilmeye başlandı.
Geçtiğimiz günlerde Bülent Arınç’ın tepki yaratan “Deprem yüzünden yapılamaz” dediği seçimler başlığı da, giderek gündemin ilk sıralarına yerleşmeye başladı. Çok fazla kulis ve senaryonun dinlendirildiği “Seçimler ne zaman, nasıl yapılacak” sorularının en azından ilkine önceki gün Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’dan yanıt geldi. Genel eğilimin seçimleri 14 Mayıs’ta yapma yönünde olduğunu söyleyen Kalın, sorunun ikinci kısmı için çalışmalarının sürdüğünü belirtmekle yetinirken, iktidarın “yeniden inşa” üzerine kurulu bir kampanya yürüteceği dillendiriliyor.
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyelerinden Dr. Mert Arslanalp’le çok boyutlu deprem gündeminin bu üç başlığını konuştuk. Doktorasını kentsel dönüşüm mahallerinde toplumsal hareketler üzerine yapan ve son zamanlarda otoriterleşme ve protestolar üzerine çalışan Arslanalp, tek adam rejiminin asla sorumluluk üstlenmeyip suçlu bulma icadının arka planı, konut hamlesinin neleri içerdiği ve seçim senaryolarıyla ilgili önemli değerlendirmelerde bulundu.
Mert Arslanalp | Fotoğraf: Kişisel Arşiv
21 yıldır ülkeyi tek başına yöneten tek adam rejimi, deprem cinayetindeki sorumluluğunu bir parça da olsa kabul etmek bir yana, kendisi dışında herkesi suçlu ve sorumlu tutmaya devam ediyor. Böylesine ağır bir tablo karşısında hatalarını kabul eden, daha yumuşak bir söylem yerine neden otoriterlik daha da arttırılıp, dil sertleştiriliyor?
Daha normatif bir yerden baktığınızda dediğiniz gibi böyle bir felaketin ardından seçilmiş bir yönetimin belli bir derecede de olsa halkın karşısına hesap verir bir pozisyonda çıkmasını bekleyebiliriz. Ama AKP iktidarının çok uzun zamandır bir sorumsuzluk rejimi yürüttüğünü hatırda tutmamız gerekiyor. Evet, deprem bugüne kadar yaşanan en büyük felaket ama iktidar yaşanan başka krizler, sorunlar karşısında da benzer bir tavır alıyor. Ve bu sadece 2017’de başkanlık sistemine geçilmesiyle ortaya çıkmış bir durum da değil, ondan çok daha önceye giden bir rejimi dönüştürme süreci yaşanmıştı. Bir yandan gücün, yetkinin bir kişide yoğunlaşması, bir yandan da o gücün herhangi bir sınıra, herhangi bir sorumluluğa, bir hesap verme mekanizmasına tabi olmadan kullanılması. Otoriterlik dediğimiz tam da bu. Deprem felaketinde de bunun bir kez daha tezahürünü görüyoruz.
Evet kişilerin kendi vicdanları, ahlaki ilkeleri, etik değerlere bağlılık ölçüsünde sorumluluk almasını, hesap vermesini bekleyebiliriz ama demokratik bir düzende bunu kişilerin insafına bırakamayız. Zaten o sorumluluğun da sahiplenildiği yerlerde yöneticiler çoğu zaman çok iyi insanlar olduğu için değil, sistemin kurumsal düzenlenmesinin ve yurttaşların sahip olduğu gücün tezahürü olarak o sorumluluğu sahiplenmek zorunda kalıyorlar. Yani kurumsal düzen onları buna mecbur bırakıyor. Ama Türkiye’deki kurumların çözülüşü, aynı zamanda medyanın, yurttaşların, sivil toplumun hesap sorma kapasitesinin çoğunlukla da cebri tedbirlerle ya azaltılması ya da yok edilmesi nedeniyle zaten bunlardan azade bir yönetim ortaya çıkmıştı. Bu olmayınca da kimse hesap vermek zorunda hissetmiyor.
Yine de resmi rakamlara göre bile 50 bine yakın insanın hayatını kaybettiği, hayatta kalan milyonlara da derman olunmadığı bir tabloda istifa gelmemesinin bu kadar kabullenilmiş olması, absürt bir talep olarak görülmesi sorunlu değil mi, ne dersiniz?
Haklısınız, ne yazık ki yüz binlere varacak bir insan kaybının söz konusu olduğu şartlarda insan böyle bir şey bekliyor ama yukarıda belirttiğim faktörlere seçimler de eklendiğinde, bu yapı hesap vermemek için ne gerekiyorsa yapacaktır. Ne olursa olsun yeniden seçilmeyi ve iktidarda kalmayı ana hedef yapmış ve bu uğurda her türlü sınırı da aşmaya hazır olan ve aslında ahlaki, hukuki, siyasi, kurumsal her türlü sınırı aşarak kendisini iktidarda tutmaya çalışan bir yapıdan söz ettiğimiz göz önünde bulundurulunca, sorumluluk almanın toplumsal ve siyasal muhalefete nasıl bir alan açacağını biliyor. Dolayısıyla seçimler de yaklaşırken ne pahasına olursa olsun bu alanı tanımak istemiyor karşı tarafa. Bir de şunu biliyor, bu rejim çok hassas bir dengeye dayanıyor, bu buraya özgü değil, bu türden seçimli otoriter rejimlerin yapısında olan bir şey, meşruiyetini seçimlerden alan otoriter bir yönetim olarak hiç zafiyet göstermemeniz lazım. Her ne kadar adil, özgür olmasa, çarpık da olsa seçimler bir rekabet alanı yaratıyor ve içinde bir değişim ihtimali bulunduruyor.
Bu nedenle de bir kişi bile “kurban” edilemez?
Evet. Çünkü zayıf göründüğünüz ölçüde size destek veren koalisyonun dağılma ihtimali var. Yanınızdakilere kaybedebileceğiniz sinyalini verdiğiniz ölçüde onların daha nötr pozisyonlar alma, muhalefete geçme, dolayısıyla yenilginin sorumluluğunu sizle paylaşmama ihtimallerini arttırıyorsunuz. Yanınızdakilere de şu sinyali vermeniz lazım, “Koalisyonumuz devam edecek ve ben sizin de çıkarlarınızı korumayı sürdüreceğim!” Bu nedenle bürokrat bile harcanmıyor çünkü birileri feda edilirse o zaman herkes edilebilir duruma gelinir. Siz belli kararları uygulatabilmek, -o kararlar çoğunlukla hukuku zorlayan, onu eğip büken, bazen ihlal eden, hukukun etrafından dolanan kararlar olduğu için- bürokratik kadroya ihtiyacınız var. Bu işleri o kişiler yapıyor. Onlara bunları yaptırtabilmek için bir yandan da “Seni feda etmeyeceğim, arkanı topluyorum” mesajı vermeniz lazım. Diğer yandan gerçek o kadar can yakıcı ki, oluşturulan medya düzeninin de anlatısını yırtıp atıyor, sahadaki muhabir ne kadar mikrofonu kaçırmaya çalışırsa çalışsın, feryatlar canlı yayına giriveriyor. Dolayısıyla o gerçeğin sistemin kurulu olduğu illüzyonu yırtıp atan bir yanı var ancak bu bastırılmak, oluşan tepki, öfke kendisi dışında bir yerlere kanalize edilmek zorunda.
20 YILDA NE DEPREM, NE DE BARINMA SORUNU ÇÖZÜLDÜ
O adreslerden biri de “Kentsel dönüşüme karşı çıkanlar!” Neredeyse bir haftadır iktidar medyasının Erdoğan’ın açtığı yolu takip ederek depremde ölen on binlerce canın yitirilmesinden, yıkımdan kentsel dönüşüme itiraz edenleri sorumlu tutmasına değerlendirmeniz ne?
20 yıllık bir iktidardan bahsediyoruz. AKP iktidara gelir gelmez acil konut eylem planını ilan etmişti. ’99 depremi sonrasında, hem TOKİ üzerinden, hem de özel sektörü teşvik ederek büyük bir konut hamlesi başlatacaklarını söylediler. Bununla dar gelirlilerin, yoksulların konuta erişimini arttıracaklarını, kentlerin konut stokunu yenileyeceklerini, modern, depreme dayanıklı kentler inşa edeceklerini vadettiler. Bu sayede hem ekonomi büyüyecek, hem istihdam artacaktı. İktidar gerçekten de büyük bir konut hamlesini hem kamu, hem özel sektör üzerinden başlattı ve ülkenin her bir köşesi hızla büyük bir şantiyeye döndü. 20 yılın sonunda devasa bir kaynak inşaat sektörüne aktarıldıktan sonra elimizde ne var? Son iki yıl daha belirgin olmak üzere bir barınma krizinden ve sadece yoksullara değil neredeyse üst orta sınıfa uzanan bir kira krizinden bahsediyoruz. Ve tabii bir de, bağır bağır gelen bir deprem felaketi neticesinde yok olan on binlerce hayat, neredeyse haritadan silinen şehirler. Dolayısıyla bütün bir politik ekonominizi inşaat üzerine kurduktan sonra ve her türlü planlama yetkisini önce TOKİ, ardından Şehircilik Bakanlığı üzerinden merkezde topladıktan sonra, gelinen noktada ne barınma sorununu çözebilmişsiniz, ne depreme karşı dayanıklı kentler yaratabilmişsiniz. Bu arada belli insanların inanılmaz zenginleştiğini, o zenginlikten siyasal iktidarın farklı kademelerinden farklı kişilerin de yararlandığını da herkes biliyor. Bu gerçek orta yerde dururken bunu nasıl açıklayacaksınız? Yine diyeceksiniz ki, “Birileri yaptırmadı!” Diğer yandan ceberut bir dönüşümün de güvenli yapılar ortaya çıkarmadığını deprem kentlerinde yıkılan binalardan da ne yazık ki görüyoruz.
GÜVENSİZ YAPILARDA KALMAK İÇİN DEĞİL, GÜVENLİ YAPILARDA YERİNDE KALARAK YAŞAMAK İÇİN
Kentsel dönüşüm de çalışmış bir akademisyen olarak hatırlatır mısınız, suçlu olarak işaret edilen meslek örgütleri, kitle örgütleri, siyasi partiler kentsel dönüşüme neden itiraz ettiler?
Temel itiraz, kaynak ve yetkileri güvenli, dayanıklı, yerinde ve toplumsal eşitsizlikleri azaltan bir dönüşüm için kullanmayıp, aksine belli bir sermaye kesimine kaynak aktarımı için kullanılan bir modelin yürütülüyor olmasınaydı. Şöyle bir dönüşüm öngörüyordu iktidar; biz hem tarihi kent merkezlerindeki örneğin İstanbul için Fener, Balat, Tarlabaşı, Sulukule gibi yoksul mahalleleri, hem de yıllar içinde özellikle ’80 sonrasındaki imar afları çerçevesinde apartmanlaşmış gecekondu mahallerini yıkacağız. Orada yaşayan ve hak sahibi olarak gördüklerimizi, -ki bu muğlak bir kategori- kentin çeperinde yapılacak yeni konut bloklarına alacağız, buralara da üst sınıflara yönelik konutlar yapacağız! Yani soylulaştırma denilen, insanları yerinden eden, çoğu zaman borçlandıracak, orada yıllar içinde oluşmuş mahalle kültürünü, özellikle yoksul yerlerde gündelik dayanışmanın ve hayatı idame etmenin merkezinde duran o yapıyı ortadan kaldıracak bir model öngörülmüştü. Tabii ki bu modele oralarda yaşayan insanlar itiraz etti. Daha güvensiz yapılarda yaşamak için değil, yerinde kalarak daha güvenli yapılarda, oradaki o mahalle yapısı korunarak bir dönüşümü destekliyorlardı. Kendilerinin ve hatta çocuklarının borçlanmayacağı bir çözüm bekliyorlardı.
Kentsel dönüşümde mülkiyet neden başat bir yerde durdu?
Çünkü Türkiye gibi sosyal devletin bu kadar zayıf olduğu bir yerde herkesin en büyük güvencesi mülkiyeti. Mülkiyet size ve çocuklarınıza bir güvence, belki yukarıya doğru bir hareketlilik de sağlıyor. Türkiye’nin kapitalist kentleşme süreci uzun süredir böyle bir model üzerine kurulu olduğu için yoksullar açısından bu kolay kolay vazgeçilecek bir şey değil. Siz insanlara barınma hakkını güvence altına alan refah devletine dayalı bir yapıyı sunmadığınız zaman, kimse elindeki bir mülkiyetinden ya da mülkiyet sahibi olma imkanından vazgeçmek istemiyor. Çünkü yerine koyabileceği başka bir güvencesi yok. İktidarın sunduğu kentsel dönüşüm süreci bir yandan bunu da tehdit ediyordu. Bu yüzden de tepkiyle karşılaştı.
Şunu da ekleyelim, mesele güvenli kentlerse buradaki birinci öncelik acaba buraların afet riski miydi, yoksa oradaki rant imkanı mıydı? Örneğin afet riski ilan edilen bölgelere baktığınızda ortaya çok ciddi bir zıtlık çıkıyor. İstanbul ölçeğinde baktığımızda daha çok rant maksimizasyonu için kullanıldığını görüyoruz. Afete önlem almak isteseniz ilk yapacağınız şeylerden biri deprem toplanma alanlarını imara açmamak olur. Ama yine İstanbul için biliyoruz ki toplanma alanlarının büyük bölümü AVM’lere ya da büyük rezidans projelerine verildi.
YAŞADIĞIMIZ FELAKETE YOL AÇAN SÜREÇ TEKRARLANIYOR
Erdoğan, depremin ilk günlerinde daha çadır kent kurulamamışken, depremzedelere konutlarını bir yıl içinde yapma vaadinde bulundu ve türlü çelişkili rakamlar arasında 22 Şubat’ta 1797 konutun inşaatına başlandığı duyuruldu. Bu alelacele girişilen konut projesinin sizde yarattığı sorular neler?
Bende yarattığı ilk endişe, iktidarın şu ana kadar yaptığını devam ettirme ısrarı. Planlamanın, bütüncül ve bilimsel yaklaşımın yine hız uğruna göz ardı ediliyor olması. Ve esasında tam da yaşadığımız felakete yol açan sürecin yeniden tekrar edilme olasılığı. Şehir planlamacılarının da altını çizdiği şöyle bir durum var, siz koca bir kenti yeniden yapacaksanız o kentin sosyal donatı alanlarını, ekonomik alanlarını, nasıl bir ekonomik model üzerine kurulacağını planlamanız lazım ki uzun vadede insanların yaşayabileceği bir kentsel yaşam ortaya çıksın. Bu sadece konut üretimine endekslenemez. Evet bir yandan karşılanması gereken çok acil konut ihtiyacı var bu bölgeler için. Ama burada yine OHAL Kararnamesiyle bütün yetkiyi Şehircilik Bakanlığında toplayarak, “Bütün mevzuatları aşarım ve en hızlı şekilde konut üretirim” derseniz, bu zaten 20 yıldır yapılan şey ama bu sorunlara çözüm olmadı. O nedenle tam da şimdi uzmanları, sivil toplumu, yerel halkı, onların temsilcilerini sürece katarak, bu büyük yıkımı yaşayan halkla birlikte sürdürülecek bir model öngörülmeli. Evet vakit alacaktır, bunun için geçici barınma çözümleri de bulunmalı ve bunları işin uzmanları bilir. Ama ne yazık ki bütün sistem böyle bir katılımcılığa yer vermemek üzerine kurgulanmış durumda.
İşin bir de konutların bir seçim vaadi olarak kullanılması boyutu da var, ne dersiniz?
Doğru, seçimlere giderken halka, “bakın biz hemen konutları yapıyoruz, çözersek biz çözeriz” mesajı verilmek isteniyor. Dolayısıyla böyle bir boyutu var ancak işin bir de felaket kapitalizmi dediğimiz ekonomik politik boyutu var. Felaketler yeni sermaye birikimi imkanları verir, çünkü o zamana kadar yapamayacağınız ölçekte projeler yaparsınız, ihaleler alırsınız. Devletin başka zamanlarda aktarılamayacak kaynakları, halkın gözünde daha meşru şekilde aktarılır. Bunun üzerinden bir kez daha kamu kaynağıyla belli kesimler semirtilir, oluşacak ekonomik aktiviteyle yıllardır devam eden inşaat ekonomisine bir kez daha can verebilir. Dolayısıyla iktidarın ekonomik politik koalisyonunu besleme aracına dönüşmesi endişesini de taşıyorum.
YÜRÜTME DARBESİ İHTİMALİ ORTADAN KALKMADI
İktidar çevrelerinden son günlerde seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılabileceğine dönük açıklamalar geliyor. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da genel eğilimin bu yönde olduğunu söyledi. Bu konuda çok fazla kulis, spekülasyon var ama siz nasıl izliyorsunuz, iktidarı seçimleri zamanında yapmaya iten faktörler neler?
Arkadaki karar alma süreçlerini, ne olacağını da doğrusu bilmiyoruz. Bülent Arınç’ın seçimleri deprem nedeniyle haziranda yapmama, sonraya bırakma, böyle olması halinde benim yürütme darbesi olarak nitelendireceğim durum yaşanır mı, bunu da bilemiyoruz.
Yani bu olasılık masada olabilir?
Evet, çünkü AKP’nin siyaset yapma biçiminde kamuoyunu yoklama, belli fikirleri belli seviyelerde alıştırma, sonra geri çekilme, sonra yeniden gündeme getirme, bazen siyasi sorumluluk taşımamak için başka bir aktör üzerinden getirme gibi taktikleri var. Daha önce oldu. Dolayısıyla bu yeniden yaşanmaz diyemiyorum. Öncelikle şunu tespit etmek lazım, zaten seçimleri zamanında yapmamak çok büyük bir Anayasa ihlali. Dolayısıyla bu öyle kolay bir şey değil. Şunu da belirtmek isterim, bu durum erteleme, öteleme gibi kelimelerle normalleştirilecek bir şey de değil. O nedenle de yürütme darbesi diyorum. Çünkü seçim süresini aşarak iktidarda kalmak yetki gasbıdır, seçim meşruiyeti olmadan yürütme gücüne el koymadır, bunun adı da yürütme darbesidir. Böyle bir yapı, bir sürü başka şey denediği gibi bunu da yapmaya kalkabilir ama belirttiğim gibi demokratik kurumlar ortadan kalkmış olsa da ve seçimler de esasında özgür ve adil olmasa da öyle ya da böyle bu iktidar yönetme meşruiyetini seçimden alıyor. “Milli irade bizde” deyip durmuş bir partiden bahsediyoruz. Onun açısından da aşması kolay bir sınır değil.
SİYASİ PARTİLERLE TOPLUMSAL MUHALEFETİN İLİŞKİSİ KUVVETLENDİRİLMELİ
Kulislere dayandırılan senaryolardan biri, bu sınırın YSK üzerinden zorlanacağı, yani seçim yapılamaz kararının YSK’ye söyletileceği yönünde.
Bu olabilecek şeylerden bir tanesi. Tam da bu yüzden kurumlara güvenemeyeceğimizi, onlardan medet umamayacağımızı düşünüyorum. Bağımsız kurumlara ihtiyaç var ama onların ortadan kalktığı bir ortamda hukukun, en temel anayasa normunun uygulanabilmesi için geriye yurttaşların kolektif gücü ve o kolektif gücü temsil eden sivil toplum örgütleri ve siyasi partilerin gücü kalıyor. Dolayısıyla herhangi bir konuda rehavete kapılmamamız gerektiğini düşünüyorum. Aksine siyasi partilerle daha geniş toplumsal muhalefetin, sivil toplum örgütlerinin ve yurttaşların ilişkisinin kuvvetlendirilmesi gerekiyor. Deprem felaketine bir tepki olarak yatay dayanışma ilişkileri yeniden canlandı. Devletin yetersizliği karşısında halk, yurttaşlar, onların sivil toplum örgütleri, siyasi partileri birbiriyle eş güdüm içinde bazen de daha bağımsız, daha dağınık şekillerde kuvvetli bir dayanışma sergiliyor. Önümüzdeki seçim sürecinde, seçimlerin yaptırılmaması karşısında da bu mobilizasyonun diri tutulması gerektiğini, ancak halkla birlikte daha da otoriterleşmenin engellenebileceğini ve seçimlerin de kazanılabileceğini düşünüyorum. Bu anlamda da özellikle Millet İttifakı bugüne kadar yürüttüğü elit paktı siyasetinin ötesine geçmek zorunda. Bugüne kadar yapmadığını yaparak, yani yurttaşlarla ilişki kurarak, onların kolektif gücünden çekinmeyerek ve işi tamamen seçim gününe havale etmeyecek bir siyaset tarzını geliştirmeli. Bunun elzem olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla, “Nasıl olsa ekonomik kriz iktidarı götürür” de olduğu gibi, “Deprem iktidarı enkaz altında bırakır” düşüncesine kapılmak da riskli?
Aynen öyle. Bunun kendiliğinden olmayacağını düşünmüyorum, çünkü iktidarın agresif bir söylemle toparlanmaya çalıştığını görüyorum. Bir de tabii elinde müthiş bir icra gücü, medya gücü, polis gücü var, bunları kullanarak tekrardan bir atağa ve gündemi belirlemeye, gündem üzerindeki kontrolünü tesis etmeye doğru bir atak başlatmış gözüküyor. Her kesimden muhalefet partileri sahada çok iyi işler yapsa da, kamusal alanda söz üretme ve gündemi belirleme konusunda dağınıklık devam ediyor gibi gözlemliyorum. Dolayısıyla, “Böyle bir felaket oldu, iktidar öyle ya da böyle bunun bedelini öder” rehavetine kapılmamak gerekiyor. Demokratik bir düzende yaşıyor olsaydık evet, ama öyle bir düzende yaşamıyoruz.
Evrensel'i Takip Et