Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan: Rezerv alanla villa sitesinin ne alakası var?
Kentsel dönüşüm çok net biçimde sınıfsaldır. Şu ana kadar uygulanan dönüşüm yoksul ailelere uygulanmıştır. Hem yoksulu dışarı ittiler hem İstanbul’u yaşaması zor bir alan haline getirdiler.
Fotoğraf: Efecan Altuncu
Serpil İLGÜN
Bir yandan depremzedenin “devlet nerede” haykırışına, “hükümet istifa” talebine Erdoğan, Bahçeli, Soylu, Çakıcı ve bilumum il ilçe başkanları tehditler, yasaklar, sopalar indirirken, bir yandan da Maraş depremlerinin ikinci haftasında başlatılan “depremde hayatını kaybedenlerin, yıkımın sorumlusu kentsel dönüşüme karşı çıkanlardır” propagandası giderek yükseltiliyor. Devam eden hayat pahalılığının, derinleşen yoksulluğun sorumlusu olarak dış güçleri, muhalefeti, marketçileri, stokçuları işaret eden tek adam rejimi, “kentsel dönüşüme karşı çıkanlar” söylemiyle, on binlerce insanın hayatını kaybettiği, milyonlarcasının hayatının sıfırlandığı depremdeki sorumluluğunu gizleyeceğini düşünüyor. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hafta içindeki grup toplantısında dezenformasyon yüklü bir video ile bu konuya genişçe yer ayırması da, seçim kampanyasının önemli ayaklarından birinin “sorumlu ben değilim, onlar” argümanı olacağını gösteriyor.
Diğer yandan Maraş depremleri, İstanbul başta olmak üzere kentlerin hiçbirinin deprem hazırlığının olmadığını bir kez daha ortaya koydu. Erdoğan, bunun için de kentsel dönüşüme karşı çıkanları suçlarken, İstanbul’un kentsel dönüşümünün birkaç yılda tamamlanacağını söyledi. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un İstanbul’daki 1.5 milyon riskli yapının 300 binini rezerv alanlara taşıyacaklarını açıklamasıyla sorular daha da arttı.
Yanıtlar için Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan’a başvurduk. Kent planlama, yerel siyaset, kentsel politikalar, yerel ekonomik kalkınma konularında çalışan Yalçıntan’a deprem kentlerinde başlanan inşaatlarla “bir yılda eskisinden daha güzel kentler” kurulup kurulamayacağını da sorduk.
Önce, depremin 25. gününe girilirken hala çadır, hijyen başta olmak üzere ihtiyaçların karşılanamamasına, Kızılay skandalından “hükümet istifa” sloganlarını atan taraftarları cezalandırma, “not tutuyoruz” tehdidinin hızla gazetecilere, muhalif medyaya, sokağa çıkanlara, taraftara sopa olarak inmesine sürecin genel değerlendirmenizi alarak başlayalım.
25 günün önümüze koyduğu tabloda çok açık gözüken iktidarın beceriksizliği, bu işe hazır olmadığı, işi ehil ellere bırakmadığı, destek olmak, yardım etmek isteyenlerle iş birliğine de açık olmadığı. Çok net bir başarısızlık var iktidar açısından. Başka kimseye de yüklenemeyecek bir başarısızlık çünkü 20 senedir iktidar olan bu iktidar. Ancak kendilerini eleştiren herhangi bir argümana tahammülleri yok. Sürekli kızmaya, sopalamaya hazır, eleştiri yapanları marjinalize hatta, kriminalize eden bir iktidar yapısı var karşımızda; bu çok üzücü tabii. Daha iyinin arayışında sorgulayan, eleştiren kesimleri susturma yoluna gidiyorlar. Toplumun statlarda bile susturuluyor olması düşündürücü. Eleştirilmek zayıflık, istifa ise başarısızlığın kabulü olarak görüldüğü için hoş görülmeyen müesseseler bu siyasal görüş açısından.
Eleştiri, sorumluluk kabul edilmiyor ama ikinci haftadan bu yana “kentsel dönüşüme karşı çıkanlar” depremin can kayıplarının, yıkımının sorumlusu olarak gösteriliyor. Başka meselelerde de karşımıza çıkan bu “ben değil, onlar suçlu” söyleminin böylesine bir yıkım tablosu karşısında da sürdürülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başarısızlığa tahammülü olmayan, başarısızlığı kabul etmeyen bir oluşum ne yapıyor o başarısızlığı, taşıdığı sorumluluğu başka yerlere havale ediyor. Bunun toplumdaki karşılığına bakıyor ve toplumun pirim verdiği halleri daha çok kurcalamaya başlıyor. Kentsel dönüşüme karşı çıkanlar iddiası tam da depremin ardından gelince toplumun farklı kesimlerini etkiledi diye düşünüyorum. Bunun üzerine profesyonel bir propaganda başlatıldı, buradan yürüyebileceklerini fark ettiler ve bir süre daha devam edeceklerdir.
İktidarın “kentsel dönüşüme karşı çıkanlar” listesi içinde meslek örgütleri, mimar, mühendisler ve tabii şehir plancıları da var. Neden karşı çıktınız?
İstanbul’un riskli alanlar haritasını yıllardır biliyoruz. Hangi bölgelerin yersel açıdan ve üzerindeki inşaatlar açısından daha riskli olduğunu, deprem olduğunda kabaca hangi bölgelerin daha çok yıkılacağını biz ‘99 depreminden bu yana bilir haldeyiz. Elinizde bu bilgi varken ne yaparsınız, kentsel dönüşümde nerelerin öncelikli alanlar olması gerektiğine karar verirsiniz ve “dönüşüme buralardan başlıyoruz” dersiniz. Çünkü elinizdeki kısıtlı kaynakları dikkatli kullanmak zorundasınız. Ama bakıyoruz, örneğin İstanbul’daki en öncelikli görünen yerlerden biri olan Avcılar’a yıllardır dokunmamışsınız. Ne yapmışsınız, gitmişsiniz Derbent’le uğraşmışsınız. Derbent, kayanın üzerine oturuyor, üstelik iki katlı yapıların hakim olduğu bir gecekondu bölgesi. Kentsel dönüşüme Avcılar dururken Derbent’ten başlamaya kalkarsanız, size kimse inanmaz, güvenmez. Bu güvensizlik halini arttıran o kadar çok örnek var ki elimizde; Riskli alan ilanlarını inceleyin ve bunlarla gerçekten riskli alanlar haritasını çakıştırın, hiçbir şekilde birbiriyle örtüşmeyen iki harita çıkıyor karşınıza. O zaman sizin kentsel dönüşümde ne aradığınız belli. Derbent’in planlarını, projelerini ilk olarak nerede açıklamıştı İBB’nin o zamanki Başkanı Kadir Topbaş? Fransa’da bir gayrimenkul pazarında! Dolayısıyla, riskli olmayan yoksul mahallelerini gayri menkul geliştirme alanı olarak görüp pazarlarsanız kimse size güvenmez ve evet evlerinin ranta konu edilmesine karşı çıkar insanlar.
REZERV ALANININ ÜZERİNDE KANAL İSTANBUL VAR
Risk alanlarından bahsediyorken, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un İstanbul’da tespit edilen 1.5 milyon riskli konutun acil olan 300 binini Anadolu ve Avrupa yakasındaki rezerv alanlara taşınacağını duyurduğu açıklamasını soralım. Kurum’un bahsettiği bu rezerv alanları nerede?
Rezerv alan, mevzuattan gelen tanımıyla, riskli alanlarla ilişkin içinde ilan edilen, riskli alanlardaki insanları geçici ya da kalıcı olarak taşıyabileceğiniz yerleşim alanlarıdır. İstanbul’un en büyük rezerv alanı yeni İstanbul Havalimanının biraz daha batısında. Yani bugün Kanal İstanbul projesinin geliştirildiği yerler. Riskli konutlarda yaşayanları taşımak için belirlediğiniz rezerv alanın üzerine kanal İstanbul getiriyorsunuz ve bizim dönüşüm sürecimizi baltaladınız diyorsunuz; yapmayın!
Şu da enteresan, bugün Kemer Country isimli kapalı site ile bakanlık arasında ciddi bir mücadele var. Kemer Country’deki golf sahası, gölet alanları ve diğer yeşil alanlar Bakanlık tarafından rezerv alan olarak ilan edilmiş. Neden? Demirören, Ziraat Bankası’na borcu karşılığında üzerinde yapılaşma hakkı olmayan arazilerini Ziraat Bankasına devrediyor. Bakanlık da bu arazileri rezerv alan ilan ederek imar hakkı tanımlıyor ve o arazilerin üzerine şimdi villalar yapılıyor. Rezerv alanla villa sitelerinin ne alakası var? Dönüşümün güçlü bir aracı olarak tanımladığınız bir şeyi başka amaçlarla kullanırsanız neden güvenelim size?
İlan edilen riskli alanlara bakıyoruz riskli değiller. Rezerv alanlara bakıyoruz amacına uygun kullanılmıyor. Üstelik çıkardığınız Afet Yasası da inşaat sektörünü geliştirme yasası gibi hazırlanmış. Böyle bir tabloya nasıl karşı çıkmayalım!
Riskli alan öncelikleri ile örtüşmemesi dışında, karşı çıkılan kentsel dönüşüm projeleri sınıfsal açıdan nasıl sorunlar barındırıyor?
İsterseniz Derbent örneğinden devam edelim. Derbent’te yaşayan insanlara, sosyo ekonomik ilişkilerine bakıyorum, bir de Derbent’e getirdikleri projeye bakıyorum. Siz dönüşüme sadece yeni konut yapmak olarak bakarsanız sonuç bu olur tabii! Projenin ilk versiyonunda konut dışında hemen hiçbir şey yoktu! Bir insan yerleşmesi barınmaya ilaveten sosyal, ekonomik, tarihsel, kültürel ilişkilere sahiptir ve dönüşümün bu boyutları da değerlendirmesi gerekir. Oradaki insanların hayatlarını sürdürebilecekleri bir proje geliştirilmeli; yoksa Fikirtepe’de olan olur dedik ve karşı çıktık!
Fikirtepe’de ne oldu, hatırlatın?
Fikirtepe’de dönüşüm para kazanma, sınıf atlama aracına dönüştü. İnsanlar pazarlıkların içine sokuldu, komşu komşuyu vurdu, sonunda da oranın insanlarına hiç uygun olmayan penceresi açılamayan gökdelenlerde yaşamaya mecbur bırakıldılar, üç ay, beş ay dayandılar, taşındılar. Zaten önemli bir kısmı baştan başka yerlere gitmişlerdi.
KENTSEL DÖNÜŞÜM SINIFSALDIR
İnsanlar kendilerine vaat edilen evin içine de giremiyorlar, çünkü borçlandırılıyorlar. Bu yönüyle zaten yerlerini terk etme üzerine kurulu projelerden bahsetmiyor muyuz? Soylulaştırma uygulanarak o bölgelerin sınıfsal yapısı da değiştiriliyor.
Sulukule, Tarlabaşı gibi projelerde bu dediğiniz çok gerçekti. Ödeme planları itibariyle şöyle bir mahsuplaşma yapıyordu. Ben senin evini 10 liraya alıyorum, seninkini yıkacağım yeni bir ev yapacağım, bu evler 100 lira, dolayısıyla aradaki 90 lirayı bana öde! Yani bir kere yazıktır günahtır, orada geliştirdiğin ranttan bari bir payı insanlara ver, değil mi? Dolayısıyla borçlandırıyordu insanları, insanlar da ödeyemiyordu. Neticede yoksul topluluk, oradan sürülmüş oluyordu.
Şunun altını çizelim, kentsel dönüşüm çok net biçimde sınıfsaldır. Şu ana kadar uygulanan dönüşüm, yoksul mahallelere uygulanmıştır. Herhangi bir zengin mahallesi toplu dönüşüm görmedi şimdiye kadar. Halbuki oralarda da riskli alanlar var, örneğin Florya. Ama o bölgeler değerini bulduğu için yüksek rant oluşturma imkanı yok! Topluca girilen alanlar zenginlere pazarlanabilecek, tasfiye edilebilecek yoksul mahalleleri. 10 sene önce yaptığımız çalışmalarda İstanbul’un sınıfsal haritasının değişmekte olduğunu söylüyorduk. Bugün gelinen noktada bu durum netleşti; İstanbul’un merkezi artık sadece zenginlerin yaşayabileceği bir yer. 10 sene sonrasını öngörmeyen politikalarla tek yapı ölçeğinde dönüşüm yaptılar. Hem yoksulu dışarı doğru ittiler, hem kentin merkezini bu denli pahalı bir alan haline getirdiler, hem İstanbul’u yaşaması zor bir alan haline getirdiler.
Bugüne kadar hayata geçirilen kentsel dönüşüm projeleri içinde olumlu bir örnek olmadı mı?
İstanbul’da yok! Yenileme Kanunu ile yapılan Sulukule ve Tarlabaşı’nda durum ortada. Sulukule’de Sulukuleli kalmamıştır. Üstelik, yaptıkları konutlara hedefledikleri zenginler de yerleşmemiştir. O yönden de başarısız olmuştur projeleri. Tarlabaşı’ndaki projenin başlangıç iddialarıyla bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda başarısızdır. Maltepe Başıbüyük’teki gecekonduların yerine yıllarca gecekonducuların boş bıraktığı bir sahaya 6 yüksek blok yapıldı, meğer orası heyelan bölgesiymiş ve bloklardan birkaç tanesinde sıkıntılar olduğu söyleniyor. Zaten gecekondu insanına hiç uygun olmayan bir yaşam biçimi zorlandı mahalleye. Ayazma’yı zorla boşalttılar ve o insanları da bir toplu konut alanına taşıdılar, onların da mutsuz olduklarını yapılan saha araştırmalarından biliyoruz.
RİSKLİ BİNALARI BİRKAÇ YILDA YENİLEMEK MÜMKÜN DEĞİL
Erdoğan grup toplantısında İstanbul’u da içine katarak, “kentsel dönüşüm projelerini birkaç yıl içinde bitirme sözünü veriyoruz” dedi. Mümkün mü?
Bence hiçbir şekilde mümkün değil. Bu Türkiye’nin ekonomisine de uygun değil. Böyle bir şeyi ancak “devlet olarak ben ne dersem odur” diyerek, insanların itiraz haklarını tamamen ellerinden alarak yapabilirsiniz. Bugün insanların içine yeniden deprem korkusu girdiği için anlaşmaların hızlanmasını bekleyebiliriz ama bahsedilen iş yine de birkaç sene de yapılabilecek bir iş değil. İstanbul’da depremde yıkılacak 100 bin konut olduğu söyleniyor, buna bir de orta derece hasarlıları kattığınızda herhalde 200-250 bin konutun yenilenmesi lazım. Belki de daha çok. Bu konuda İBB’nin güvenilir çalışmaları var ancak bu kadar konutu yenileyecek bir ekonomik güce sahip olduğumuzu düşünmüyorum. İstanbul’daki bütün riskli konutları birkaç yıl içinde yenileyeceğim iddiası, ancak seçime yönelik bir iddia olarak değerlendirilebilir.
İSTANBUL’UN GELECEĞİ YOK EDİLDİ
Vurguladınız, Maraş depremleri toplumun büyük kesiminde kaygıyı arttırdı. Binaların depreme dayanıklı olup olmadığının belirlendiği testlere talebin fırladığı söyleniyor. Bunu ücretsiz yapacağını söyleyen İBB’ye başvurular 120 bini geçmiş durumda. Bir yandan da yıllardır riskli oldukları bilindiği halde hiçbir şey yapılmayan okullar, hastaneler birden kapatılmaya, tahliye edilmeye başlandı. Tabloda yanlış olan bir şeyler var, nedir onlar?
Buna deminki soruyu bağlayarak geçiş yapalım. Deprem riskini minimize etmek için kararlı bir siyasi iradeye ihtiyacımız var. Ve hem iktidarın, hem İBB’nin elinde bugüne kadar yapılmış çok değerli çalışmalar var. Öncelikli alanlar belirlenmiş, hangi durumlarda iyileştirme, güçlendirme yapılabileceği ayrıntılandırılmış. Gerekirse bunlar güncellenebilir ama nihayetinde yapılacaklar belli. O planlar içinde kamu binaları da yer alıyor. Anlaşılan kentsel dönüşümde öncelikler belirlenmediği gibi bunca zaman kamu binalarının güçlendirilmesi de tamamlanamamış! Deprem toplanma alanlarının yüzde 70’nin inşaata dönüştüğü söyleniyor. Yani depremle mücadele kararlı siyasal iradeyi henüz göremedik. Bu anlamda İBB’nin yeni açıkladığı Deprem Seferberlik Planının çok kapsamlı ve şu ana kadar gördüğüm en nitelikli kurumsal ele alış olduğunu belirtmeliyim. Belki de aradığımız o irade oluşmaya başlamıştır.
Yaşadığımız evlerin ne kadar güvenilir olduğu sorusu uzun süredir rafa kalkmış bir soruydu. Depremle yeniden gündeme geldi. İBB’nin hızlı tarama uygulamasının ücretsiz olması önemli. Tek yapı ölçeğinde yenileme de yapıyorlar; güçlendirme çalışmalarına da hızla başlayacaklarını söyledi KİPTAŞ Genel Müdürü. Bunlar çok olumlu ve vatandaş bu konuda İBB’ye güvenebilir düşüncesindeyim.
O aşamada yine ekonomi devreye giriyor, çünkü halkın büyük bölümünün bunu yapacak imkanları yok.
Bu da sınıfsal bir durum; ekstra imar hakkınız ya da paranız yoksa binanızı yenileyemezsiniz, güçlendiremezsiniz. Dolayısıyla yoksul mahallelerde devletin asli görevlerini hatırlayarak bu işlemleri sübvanse etmesini talep etmek durumundayız.
TÜRKİYE EKONOMİSİ İNŞAAT SEKTÖRÜNE BAĞLANMIŞ
Sistem nasıl değiştirilir?
Türkiye ekonomisini inşaat sektörüne bağlamışsınız. Öyle ki sanayi gruplarının hemen hepsi inşaat şirketi de kurmuş. Hatta bazıları sanayiyi bırakıp tamamen inşaat işine geçmiş. Ortada çok iştahlı bir sektör, ekonomisini buna bağlamış bir iktidar var. Kanal İstanbul, yeni havalimanı, üçüncü köprü, bütün o bağlantı yolları vs. tamamına İstanbul planlama sistematiği karşı çıkmıştır. İstanbul için Anayasa kabul ettiğimiz çevre düzeni planında bu projelerin hiçbiri yoktur. Neden yoktur, çünkü İstanbul’un kuzeyi bizim için nefes alma alanlarıdır, su havzalarıdır, İstanbul’un bir geleceği olsun istiyorsak korumamız zaruri olan doğal alanlardır. Ancak bu inşaata dayalı ekonomik büyümeyi devam ettirmek adına maalesef bu alanlar da yapılaşmaya açılmıştır. Bir kent büyüdükçe deprem sonucu oluşan zayiatı da büyüyecektir.
İnşaata bağlılığımızı ve ranta açlığımızı azaltmanın yolu reel üretimi, sanayi faaliyetini arttırmaktır. Yanı sıra bazı yaratıcı sektörleri güçlendirmek ve nihayetinde kentsel arazi üzerinden para kazanmayı refaha ulaşmanın tek alternatifi olmaktan çıkarmak gerekir. Bu da ciddi bir siyasal projedir.
İkinci bir konu, 80’lerde neoliberal politikalarla birlikte sosyal güvenlik sistemimiz giderek zayıflatıldı. Sosyal güvenceniz yoksa geleceği nasıl garanti edersiniz? Öncelikle evinizin sahibi olarak. Mümkünse bir konut daha olsun kira alabileceğiniz, mümkünse çocuklarınızın da birer konutu olsun. Gayrimenkul bir yatırım aracı olduğu kadar sosyal güvence olarak da görüldüğünden inşaattaki bu kontrolsüz büyümeyi durdurmanın ihmal edilmemesi gereken yollarından birisi de düzgün bir sosyal güvenlik sistemi, düzgün bir maaş, düzgün bir ikramiye, düzgün bir yaşlı bakım garantisidir.
Nihayet mülkiyet ve ranta kısıtlama getirmeniz gerekir Mülkiyet hakkını kısıtlamadan, ranta ciddi oranda kamu kesintisi getirmeden gelişmekte olan bir ekonomide depremle ciddi bir mücadeleye girişemezsiniz.
İMAR AFLARI KAYNAK YARATMAK İÇİN KULLANILDI
İktidarın sorumluyu “kentsel dönüşüme karşı çıkanlar” olarak işaretlerken hemen her seçim öncesi çıkardıkları imar afları yokmuş gibi davranmaları için ne söylersiniz? Mimarlar Odası’nın deprem için hazırladığı raporda şu önemli not düşülmüş: “6 Şubat depremlerinin etkilediği 10 ilde; imar affı kapsamında 290.929 yapı kayıt belgesi düzenlenmiş; yurttaşların imar kurallarına aykırı, kaçak ve deprem dayanıklılığı denetlenmemiş olan yapılarda yaşamaları teşvik edilmiştir,”
İmar aflarına hep karşı çıktık. İmar affı neticede hükümetin kaynak yaratmak üzere açtığı bir kapıydı. Hiçbir şey yapmaksızın imar affı getirmek, çarpık kentleşmeyi arttıran bir sonuç üretiyor. 2018’deki son imar affında en azından başvuruların sağlamlığının denetlenmesini yapılabilirmiş. Nihayetinde imar affı ile yıkılan binaların ilişkisini kuracak bir çalışmaya ihtiyaç var, ama şunu söyleyebiliriz, normal yapı stokuna göre daha çok yıkım olmuştur, bunun aksinin çıkması mümkün değil.
ÇADIR, PREFABRİK, GEÇİCİ KONUT, KALICI KONUT
Bir yandan da depremin yıktığı 10 ilde yeni konutların yapımına başlandı. “Bir yılda daha güzel kentler yapacağız” vaadi neleri dışarıda bırakıyor? Ya da Şehir Plancıları Odası’nın konuyla ilgili açıklamasında yöneltilen soruyu size yöneltelim, kentler bir yılda inşa edilebilir mi?
Tabii ki edilemez. Bu ciddiye alınacak bir argüman değil zaten. Bütün deprem bölgesi için geçerli ama örneğin Antakya’nın daha iyisini nasıl yapabilirsiniz? Kültürüyle, tarihiyle, sosyalliği ile bambaşka bir kentten bahsediyoruz; ekonomisi de bununla ilişkili kurulmuş, buna uygun bir de fiziksel yapı oluşmuş. Daha iyisi derken daha güçlü yapıları kastediyorsanız, evet, olabilir. Ama onun dışında daha iyisini yapmanız elbette mümkün değil. Önce anlamaları gereken bir şehrin yapılardan ibaret olmadığı!
Bu bağlamda inşaatlarda tüm yetkiyi Çevre Bakanlığına veren OHAL Kararnamesiyle ilgili sizin fikriniz ne?
İçinde mülkiyetin sınırlandırılması insanların arsalarının başka yere taşınması gibi genele yayılmasını isteyeceğim maddeler var, ama maalesef planlamayı bypass eden bir kararname.
Kent inşa etmek çok boyutlu, zaman isteyen, meşakkatli bir iştir. Biz bir kent planını yapmadan önce uzunca bir süre o kenti tanımaya çalışırız. Tarihini, kültürünü, sosyo-ekonomik ilişkilerini, yapı stokunu, yapı stokunun neden nasıl o şekilde oluştuğunu inceleriz. Bütün bunları anlamadan, o kentte yaşayanları sürece katmadan plan hazırladığınızda oraya aykırı, yabancı bir şey çıkar ortaya ve çoğu zaman kabul görmez, çalışmaz. Umarım yanılıyorumdur ama içinde birkaç ticari birim, birkaç sosyo-kültürel etkinlik alanı toplu konut adalarının tekrarından oluşan bir yer oluşturulacak. Bu korkunç bir şey.
Peki bölgedeki barınma sorunu nasıl çözülecek?
Bunun için geçici konutlar yapılmasını öneriyoruz. İnsanları önce çadıra, sonra kısa sürede geçici konutlara alırsınız, ondan sonra kalıcı kent kurmanın çalışmalarına başlarsınız. Geçici konut alanları ticari ünitelerle, sosyo-kültürel faaliyetlerle ve iş imkanı için zorunlu olan ulaşım imkanlarıyla birlikte düşünülürse insanlar da eski kentlerine benzer bir kente girme umuduyla kentin kuruluşuna kadar bir süre sabır gösterecektir. Prefabrikler konusunda teknolojiler çok gelişmiş durumda, bu kadar destek varken buna kaynak da ayırabilirsiniz. Bu işlerden nemalanmayan, aklı başında hangi uzmana sorsanız benzer bir yanıt alırsınız. Seçime yönelik olduğunu düşündüğüm hamlelerle umarım kadim kentleri bir daha kurtarılamayacak şekilde kaybetmeyiz.