Adsız yıldızlar… Bunlar da mı İnsan?
Nuray Sancar, bu hafta Primo Levi'nin "Bunlar da mı İnsan" romanına dair yazdı.
Almanya'daki Sachsenhausen toplama kampındaki mahkumlar
Hitler’in iktidarı altında, 22’si ana kamp, on binlercesi daha küçük olmak üzere toplama kampları kuruldu. Bu kamplarda Naziler Yahudiler, komünistler, direnişçiler ve çingeneler imha edildi. Öldürülmeyenlerin emeği kölelerinkinden daha ağır koşullarda, sürekli bir tehdit altında kullanıldı. Bu kamplardan çok az insan sağ kurtulabilmiştir. Kurtulanların bir kısmı anılarını yazdılar. Primo Levi de onlardan biriydi.
Levi’nin Auschwitz kampını anlattığı Bunlar da mı İnsan adlı kitabı özel bir önem taşır. Çünkü bu kitapta Levi, kampta Nazi komandolarının tedhişi altında ayakta kalmaya çalışan; 72 milletten, birbirinin dilini ve Almancayı bilmeyen insanların gündelik hayatına odaklanır ve sonuçlar çıkarır. Koşulların insan davranışları üzerindeki etkilerine yoğunlaşır. Kitabının önsözünde şöyle yazar Levi: ‘Kitabım dehşet uyandırıcı imha kampları konusuna ilişkin, tüm dünyadaki okurlar tarafından zaten bilinen hakikatlere yeni bir bilgi katmıyor. Bu kitap insan ruhunun kimi yönlerine ilişkin gerçekleştirilecek sağduyulu bir çalışma için belge niteliği taşıyabilecektir.’
Levi 1943 yılında henüz 24 yaşında bir partizanken ele geçirildi. ‘Dağa çıkıp benden çok fazla deneyimli olmayan insanlarla işe koyulmak istiyordum’ diye başlıyor hikayesini anlatmaya. ‘Yahudi uyruklu bir İtalyan’ olarak ‘Soyut, ölçülü bir devrimci ruha sahip olduğuna inanıyordu.’ Bir süre İtalya’da tutuklu kaldı. 1944 ocak ayının sonunda Auschwitz cehennemine gönderilmek için 12 vagonlu bir trene bindirildi. Onunla birlikte bu trene binen insan sayısı 650 idi. Karanlık bir vagonda balık istifi olarak; havasız, susuz, yiyeceksiz, buz gibi havada donarak ve tuvalete götürülmeden günlerce yolculuk ettiler. ‘Günün birinde geri döneriz elbet’ diye düşünüyorlardı; Primo Levi’nin bulunduğu grup kampa geldiklerinde ‘işe yarar’ erkekler bir grup olarak ayrıldı. Diğerlerini bir daha görmemişlerdi. ‘Gece onları yutmuştu.’
KOLUNDA BİR NUMARA
Kapısında ‘Çalışmak özgürleştirir’ tabelası olan ölüm kampının kapısından girer girmez onlara yapılan ilk iş saçlarının ve sakallarının traş edilmesi, buz gibi suda yıkandıktan sonra ellerine tutuşturulan çizgili mahkum üniformalarıyla barakalara kadar kar üstünde çırılçıplak koşturulmalarıydı. Levi şöyle yazar: ‘Giysilerimizi, ayakkabılarımızı, saçlarımızı bile aldılar. Adlarımızı da alacaklar, adlarımızı korumak istiyorsak bunu yapabilecek güç ve kudreti kendi içimizde bulmalıyız.’ Her mahkumun bir benzeri karşısındakidir artık. Onlara birer numara verilir, göğüslerine de bir yıldız takılır. Filanca numaralı sarı yıldızlı bir Yahudi’dir o sadece. Bir başkası kırmızı yıldızlı komünist, yeşil yıldızlı adi mahkum…
Primo Levi her şeyleri ellerinden alınan insanların, anlamlı anlamsız yasaklar ve ölüm tehdidi altındayken girdikleri yaşama savaşını anlatır. Kabaca üç tip insan vardır kampta; bir kısmı başlarına ne gelirse gelsin her şeyi kanıksamış yaşayan ölüler. Ki onlara kampta Müslüman adı takılmıştır; aşırı tevekkül, kendinden vazgeçiş ve bomboş bakışlarla dolaşan insanlardır bunlar. En diptekiler, en iflah olmazlar. Bir kısmı ise yaşayabilmek için her türlü kurnazlığı yapabilecek, düşmanla iş birliğinden sakınmayan, güvenilmez olanlardır. Üçüncü grup ise kamptaki yokluklardan varlık yaratmaya çalışan, her olanağı değerlendiren insanlar. Sıradan, ortalama insanlar.
Levi sürekli ve kronik bir açlıktan söz eder. Mahkumlara verilen çoktan soğumuş bir çanak çorba ile bir tayın ekmek, yaptıkları ağır iş için gerekli enerjiyi sağlamaz. Kasesine çorbanın taneli kısmı gelenler şanslıdır. Ancak bu yokluktan bile varlık üretir tutuklular. Kampta buldukları çaputlar, düğmeler, iplikler, bez parçaları akla hayale gelmez ufak tefek kırıntılar, çöpler vb. hayat kurtaran malzemeler haline gelir. Tayınının dörtte birini ya da yarısını takas ederek bir parça ipliği almak, çorbasının bir kısmıyla içlik alıp, borç ödemek… derken kampın bir borsası bile olur.
DAİMA DİRENMEK
“Günlük alışkanlıklarımız içinde en önemsiz görünen bir şeyin bile aslında ne kadar değerli olduğu bilinsin yeter. Bir mendil, bir mektup, sevdiğiniz insanın fotoğrafı, bunlar bizden parçalar gibi bedenlerimizin organlarıdır. Bunlar kendisinden alındığında insan kendisini bomboş boşalmış hissedecektir. Her şeyini yitiren insan kendisini bomboş, bitik hisseder” diye yazar Levi. Çorapsız ayaklarına giydiği tahta ayakkabılar yağmur altında çalışırken yara yapmasın diye, bulduğu ince uzun çaputu sırayla bir gün bir ayağına ertesi gün diğerine saran ve onu her akşam çıkardığında yırtılmasın diye özen gösteren mahkum hayatta kalma mücadelesi veriyordur. Yaralanıp irinleşmiş ve şişmiş ayakların ölüm demek olduğunu, çalışmayan insandan kolay vazgeçilebileceğini bilen insan için bu kirli çaput hayat bağıdır. Kendisinden alınan irili ufaklı hayat parçalarının yerine ancak bu kadarını koyabilmiştir kişi. Ya da başka ne koyabilirse artık.
Bu ufak tefek, binbir zorlukla edinilmiş hayat gereçlerini SS’ten ve hırsızlardan korumak için bile bir mücadele gerekir. Her gün aralarından bazılarının imha edildiği koşullarda bir iplik parçasının mücadelesini vermek, yozlaşanlara karşı kendini korumak da direnmek anlamına gelir. Dar bir ranzada hep iki kişi yatarken boşalan bir ranzaya uzanma fırsatı, yıpranmış çizgili üniformanın yerine daha az eski bir üniforma, dağıtımda payına biraz irice kesilmiş tayının düşmesi, SS barakalarından kulağa gelen güzel bir müzik; insanlıktan çıkarılmaya çalışılan insana unuttuğu yaşama sevincini aşılar.
Hep aynı tempoya uyarak yaşamak; uyumak, yemek, hastalanmak, iyileşmek ve ölmekten ibaret. Bazıları için uzak bir gelecekle ilgili soruların hiç önemi kalmamış. Bu sorular çok daha yakın bir geleceğin tetikte bekleyen sorunları yüzünden bütün anlamını yitirmiş; onlar için sorun bugün yenecek ne var, kar yağacak mı acaba, kömür bulunabilecek mi? Levi madalyonun öteki yüzünü böyle anlatıyor.
Ama yakın bir gelecek elbette var. Nihayet Sovyet ordusu Nazileri Avrupa’ya doğru sürerek ilerlemektedir. Kampa da yansıyan bir bozgundadır düşman. Sovyet askerleri kamp bölgesine yaklaştıkça SS’ler kaçmaya başlayacak, kampı Levi ve hayatta kalmış tutuklulara bırakacaklardır.
BİTMEYEN TRAVMA
Milyonlarca insanın toplama kampında, yine milyonlarcasının savaşta öldüğü sayısız insanın yerinden yurdundan olduğu 2. Dünya Savaşı’nın en önemli simgelerinden biri olan Auschwitz’in köleleri Sovyetler tarafından kurtarılır. Primo Levi kamptan ayrıldıktan sonra karşılaştığı dış dünyayı başka bir kitabında anlatacaktır.
Ne var ki Levi’nin eşsiz gözlemleriyle ete kemiğe büründürdüğü Auschwitz’in zehri kampta değil ama Levi’nin hayatına yıllar sonra yayıldı. 1968’de evindeki merdiven boşluğuna düşerek öldü. Rivayete göre intihardı. Nazi dehşetinin iğrenç kıyıcılığı telafi edilemez travmalar bırakıyordu.
Bunlar da mı İnsan Zeyyat Selimoğlu’nun çevirisiyle Can Yayınları’ndan çıktı.