15 Mart 2023 06:00

Yabancılaşma ve bilimci sorumluluğu*

Eğer etik değerlerin korunacağı ortam aynı zamanda bu değerlerin sürekli aşınması üzerine kurulmuşsa bilimin kendi başına yapabileceği bir şey yoktur.

Yabancılaşma ve bilimci sorumluluğu*

Kaynak:Unsplash

[…] Yeni buluşlar, sürekli gelişen teknolojinin sağladığı üstünlük duygusu, sonunda büyük bir sermaye birikimiyle birlikte ilerlediğinden, bilimsel ilerleme ile sermaye birikimi ve merkezileşmesi aynı sürecin ayrılmaz yanları olarak görünmeye başladı. Birinde ne kadar aç gözlü, ne kadar hırslı, ne kadar kural tanımazsanız, ötekinde de öyle olacaktınız! Bilimsel ahlak, yalnızca bilgi edinme sürecinde, yalnızca laboratuvarda, yalnızca tez yazımında geçerli kalacak, ama toplumu ilgilendirmeyen, toplumca yargılanamayan bir konumda bulunacak... Kendisi “değerler üstü” ya da “değerler dışı” bir konumda bulunurken, toplumun yeni değerler edinmesi, ilerlemesi, arınması hakkında da hiçbir öneride bulunamayacak, yol gösteremeyecek!

“Hakları var mı bunu söylemeye? ... Dinlerle felsefelerin toplulukları ve ruhları canlandırabileceğini, biliminse böyle bir şey yapamayacağını ileri sürmek için sağlam bir neden var mı ellerinde?​”

Albert Bayet, artık 2. Savaşın bütün acısını görmüş, Nazizm’i, atom bombasını tanımış bilim dünyasının içinden birisi olarak soruyordu.

“Evrenin akılla kavranır yanını gözlerimiz önünde durmadan değiştiren o güzelim, o inanılmaz buluşların iç hayatımızın derin gerçekleri üzerinde, dünyayı yöneten büyük güçler üzerinde etkisiz kalacağını söylemeye yetkili midirler? Ben kendi adıma, bilgi alanında ilerleme yollarını açıp ahlak alanında kapayan böylesine umutsuz bir çözümü kabul edemem.”

Savaşlar ve devrimler çağını yaşayan bir dünyada, artık birey olarak bilimcinin ahlakını tartışmak yerine, dolaysızca bilim ve ahlak ilişkisini tartışmak gerekiyordu.

[…] 1945 yılı, tartışmanın böylesine keskin ve sert özellikler kazanmasında bir dönüm noktası oldu. İki Japon kenti, Hiroşima ve Nagazaki, üzerlerindeki koyu kül gölgesiyle, yüz binlerce cesetle, bu tartışmaların yargıcı haline geldi. Bilim üzerine konuşmak, onun toplumsal ve siyasal sonuçları hakkında konuşmak anlamına geliyordu. İlginç olan şu ki, bilimciler bu sonuçları gerçekten yaratan koşulları, bu koşullardan yararlanan sınıfları ve politikaları sorgulamak yerine, genellikle gözlerini kendilerine çevirmişler, kendi edimlerini sorgulamaya yönelmişlerdi.

BİLİM ETİĞİ TARTIŞMASI YALNIZCA ONUN SONUÇLARINI KAPSAMAMALI

Basitçe, bilim ve teknik arasında bir ayrım yaparak bu çatışmadan bilimi kurtarmak olanaklı gibi görünüyordu. Yalnızca nesneler ve olaylar arasındaki ilişkileri araştırmakla sınırlı bilim, işi bunun sonuçlarını uygulamak olan tekniğin eylemlerinden sorumlu olamazdı!

Öyle görünüyordu ki teknoloji devreye girdikten sonra, hiç amaçlanmamış, öngörülmemiş etkiler ortaya çıkıyordu ve bunun sorumlusu, işini bitirmiş olan bilim olamazdı. Bilimci defterini kapadıktan sonra ürünü kendisinden bağımsız olarak hareket etmeye başlıyor, inançlarına ve ülkülerine karşı düşmanca bir yerde duruyordu. Buluşlarından, teorilerinden nereye kadar sorumluydular? Bir kez söyleyip bitirdikleri söz, kurup çalışsın diye bıraktıkları bir araç, dönüp dolaşıp kendilerini rahatsız etmeye ne kadar devam edebilirdi? “Sizi tanımıyorum, artık benim değilsiniz!” deme hakları var mıydı?

[…] Bilginin sonuçları ile bilimci arasındaki ilişkinin yabancılaşmaya dönüştüğü bir ortamı ilk duyumsayabilenlerin fizikçiler ve kimyacılar olmasının nedenini, en acı bedeli ödeme payının onlara düşmesine bağlayabiliriz. Savaş, doğrudan sorumlu olmadıkları sonuçlarıyla belki de haksız bir suçlamayla dikilmişti önlerine. Ama savaşın sorumlusu kimdi? Başka ülkeleri yağmalamak, başka toprakları ilhak etmek, arıların düşüncesi değildi. Bu kez de nasıl kendi sorumluluklarını bireysel düzlemde sorguladılarsa, suçlamak için de “diktatörleri ve politikacıları”, “kötü bireyleri” öne çıkardılar.

Belki de adı geçen bilimciler, bilim üzerine düşünen toplum önderleri, şairler, bilimi sorgularken, bilimin kendi başlıca tanım öğelerinden ayrılıyorlar, dünyayı anlayabiliyorlar, ama bilimin varlık koşullarıyla, başına gelenler arasında doğru bir bağ kuramıyorlardı. Hindistan’ın işgalinden, sömürüden, atom bombasının Japonların üzerine atılmasından bireyleri aşan bir sonuç çıkarabilmek için asıl bakmaları gereken yere, ekonomi ve siyaset alanına bakmıyorlardı.

Kolayca tıbbi etikten, çevre etiğinden, mühendislik etiğinden söz edilebiliyor. Ama fizikçinin, kimyacının, matematikçinin etiğini tartışmak oldukça güç. İkinci gruptakiler için, “araştırma etiği”, “yayın etiği” gibi yan dallar söz konusu olabiliyor. Bunun nedeni, tıp, ekoloji, mühendislik gibi bilimlerin dolaysızca insan hayatına bağlanabilmesi, diğerlerinin ise ancak sonuçları bakımından, teknik uygulama alanına girdikten sonra sorunlarla karşılaşmasıdır. Bilim, ancak insanla yüz yüze gelince etik tartışma konusu olabiliyor. Ama bilgi üretmenin ilk adımlarında, araştırma düzeyinde kimi ilkelerden söz edilebilir: Araştırmanın yapılabilirliği, önceliği ve olası katkıları, ilk elde tartışılan ve etik çerçevesinde değerlendirilecek sorunlar olarak görülüyorlar. Araştırmacının teorik ve pratik yeterliliği, donanımı da araştırmayla ilgili bir etik sorunu. Araştırmanın “hangi aşamasında olursa olsun” beklenmedik sorunlar çıkması halinde durdurulmasını göze alabilmek de öyle. Sonrasında ise artık toplumla, insanla karşılaşılacak sonuçlar bakımından yapılabilecek değerlendirmeler geliyor: projenin toplum ve doğal çevre açısından sorgulanması gibi.

[…] Bilimsel bilgi üretmenin, etik düşünceyle ayrılmazcasına bağlı olduğunun ileri sürülebilmesi için, bilimin kendi etik değerlerini koruyabileceği bir ortamda gerçekleşmesi zorunlu. Her yönden ve her an saldırıya uğrayabilecek bu değerler, bizzat bilimle toplumsal yaşam arasındaki ilişkiden çıkarlar. Ve eğer etik değerlerin korunacağı ortam aynı zamanda bu değerlerin sürekli aşınması üzerine kurulmuşsa, bizzat bu ortam tarafından aşındırılıyor ve tahrip ediliyorsa, bilimin kendi başına yapabileceği bir şey yoktur.

*Aydın Çubukçu’nun Evrensel Kültür Dergisi “Bilim” ekinin Ocak 2002 tarihli birinci sayısında yazdığı yazısından alınmıştır.

Evrensel'i Takip Et