Bir kavşaktayız…
Türkiye’deki mevcut rejim “kapitalist felaketçiliğin” tam teşekküllü bir temsilcisi, kapitalizmin en yıkıcı eğilimlerini bünyesinde cisimleştiren bir “felaket iktidarı”dır.
Foti BENLİSOY
“Hatırlayın, nerelerden geldik? Şanlıurfa’nın havalimanı, Şanlıurfa’nın böyle güzel yolları mı vardı, nerede? Ama şimdi havalimanından çıkıyorsun Karaköprü’dün merkeze tüm kavşak düzenlemeleriyle, her şeyiyle, altyapısıyla-üstyapısıyla bambaşka bir Türkiye, bambaşka bir Şanlıurfa. Büyükşehir belediyemiz yaklaşık 1 milyar liraya yakın bütçeyle yatırımlar gerçekleştirdi. Abide ve Karakoyun Köprülü Kavşaklarını inşa etti ve bugün açılışını yapıyoruz. Yaptığı 1 milyon 860 bin metrekare beton parkeyle, 156 kilometre beton yolla, kurduğu asfalt şantiyesiyle büyükşehir belediyemiz gerçekten kendisini en güzel şekilde ispat etti.”
Tayyip Erdoğan, Şanlıurfa’da 3 Aralık 2022’de, Abide Köprülü Kavşağı’nın açılış töreninde bu sözleri sarfetmiş, “beton parkeye”, “beton yola”, “asfalt şantiyesine” muhtemelen “en kalbi duygularıyla” övgüler düzmüştü. Zaten Erdoğan’ın bu “vizyon projeye” muhabbeti de eskiydi: Abide Kavşağı projesine ilk kazma 2012 yılında vurulmuş, projenin alt geçit kısmı aynı yıl tamamlanmış ve açılışa da yine, o dönem başbakan olan Erdoğan katılmıştı.
Bundan daha birkaç ay evvel şehre “Nefes aldırdığı” söylenen aynı kavşak, 15 Mart sabahı medyanın kullanmayı sevdiği tabirle “Sele teslim olur”. Tünelde mahsur kalan araçlar suların altında kalır, dört kişi yaşamını yitirir. TMMOB Şanlıurfa İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Fikret Çakır, felaketin ardından “Zemin etütleri sağlıklı yapılsaydı bu görüntüler ortaya çıkmazdı” diye konuşmuş ve yaşananların yalnızca yoğun yağış ile açıklanamayacağını belirtmiş. Çakır, “Ufak tefek yağışlarda dahi o bölgede su birikmesi oluyordu. Mühendislik hataları olduğu çok açık” yorumunu yapmış. Dahası Çakır, “Birbiri ardında yaşanan felaketler, bilimin sözlerine kulak tıkayan anlayışın sonucudur” değerlendirmesinde de bulunmuş.
Aslında felaket filmlerinin çoğu tam da Fikret Çakır’ın ifade ettiği gibi başlar, yani bir bilim insanı yaklaşmakta olan felakete dair bir uyarıda bulunur, ancak bu uyarı çeşitli nedenlerle dikkate alınmaz ve neticede felaket gerçekleşir. The Day After Tomorrow’da (2004) Paleoklimatolog Jack Hall’un iklim değişikliğinin yeni bir buzul çağını tetikleyeceği uyarısına aldıran olmaz. Dante’s Peak’te (1997) aynı adlı bölgede bulunan bir yanardağın aktif hale geldiğine dair uyarılar yapan Volkanolog Harry Dalton görmezden gelinir. The Towering Inferno’da (1974) Mimar Doug Roberts, Jaws’ta (1975) Okyanus Bilimci Matt Hooper, Deepwater Horizon’da (2016) Elektronik Başteknisyeni Michael Williams, The Wave’de (2015) Jeolog Kristian Eikjord’un uyarıları yerleşik siyasi ve iktisadi çıkarların duvarına çarpar.
Abide Kavşağı’nda ya da ülkenin dört bir yanında yaşanan tüm sel felaketlerinde felaket filmlerine has bu örüntüyü görmek mümkün. Dere yataklarının ve tarım arazilerinin yapılaşmaya açılmasının, rant temelli plansız ve çarpık kentleşmenin felaketlere kapı araladığına dair sayısız uyarıya kulak tıkanmasının sonucu felaketten başka bir şey değil.
Hal böyle olunca bir felaketten bir başka felakete sürüklendiğimiz, süreklileşmiş kriz halinin istisna değil kaide haline geldiği, sonu bir türlü gelmek bilmeyen bir felaket filmine adeta tıkılmış gibiyiz. Sonu olmayan bir dehşetle karşı karşıyayız. Lenin daha ikincisi yokken “Büyük Savaş” diye anılan mezbahanın ortasında ve “dünyayı sarsacak” devrime bir yıl kala, “kapitalist toplum şimdi olduğu gibi her zaman sonu olmayan bir dehşettir” diye yazıyordu.1 Lenin’in burada bahsettiği sadece dünya savaşının yarattığı dehşet değildi. Ona göre kapitalist dehşetin en korkutucu yanı, onu durduracak güçlü bir müdahale olmadığı sürece onun bitimsiz, sonsuz olmasıydı. Onu hiç değilse sınırlandıracak karşı kuvvetler zayıf olduğu durumda sermayenin yıkıcı potansiyelleri süreklileşmiş bir dehşetin müsebbibi olur.
Kapitalizm tam da bu nedenle korku sinemasına benzer. İkisi de tekrara ve yinelemeye meyillidir. Canavar bir kez kapıya dayandı mı, geri gelmesi ve yeniden dehşet saçması kuvvetle muhtemeldir. Felaket bir kez gerçekleştiyse muhakkak tekerrür edecek, bir başka şekilde de olsa karşımıza çıkacaktır. Tekrar korku sinemasının adeta olmazsa olmazıdır ve yineleme bu janrın anlatı yapısına hastır. Aynı şey sermaye için de geçerlidir. Onu sınırlayacak toplumsal karşı kuvvetlerin yokluğunda sermaye toplumsal zenginliğin iki kaynağını, canlı emeği ve doğayı tüketir, bizzat kendi varoluş koşullarını biteviye tahrip eder. Yıkım ve felaket sermaye birikimine, “büyümeye” eşlik eder.
Bu nedenle günümüzde krizin ya da felaketin nihayet sona erdiği bir normalleşme gündemde değildir. Kriz de felaket de süreklidir. Bir felaket sonrası neredeyse yoktur. 2020 yılında, mümkün olduğunca evde kalmayı dayatan pandemi sırasında bu sefer evden çıkmayı gerektiren depremi yaşayan İzmirlilerin deneyimi ya da depremi yaşadıktan sonra kaldıkları çadır ya da konteynerlerde bu kez sel felaketiyle karşı karşıya kalan Adıyamanlıların acı tecrübesi, bu süreklileşmiş felaket çağının özeti gibidir.
Kapitalist sömürü ve ekolojik yıkım, çok boyutlu krizlerin birbiri üzerine bindiği bir devamlı felaket durumunu gündeme getiriyor. İşte bu koşullarda kriz ve afet yönetimi geçerli tek yönetim biçimi haline geliyor, felaket siyasi ve iktisadi egemenlik ilişkilerini devamlı kılarak pekiştirmenin araçları haline geliyor. Felaket üreten bir birikim modeline yaslanan, felaketin önlenmesi için gerekli kamusal önlemlerin maliyetini üstlenmektense felaketi bir imkan addeden, felaketi önlemektense ona adapte olmayı seçen Türkiye’deki mevcut rejim bu bakımdan “kapitalist felaketçiliğin” tam teşekküllü bir temsilcisi, kapitalizmin en yıkıcı eğilimlerini bünyesinde cisimleştiren bir “felaket iktidarı”dır.
Son dönemde bu felaket iktidarının doğrudan ya da dolaylı olarak müsebbibi olduğu bir felaketin ardından bir başkasının gelmesi, çoğu insanın aklına dini metinlerdeki kıyamet ya da büyük yıkım anlatılarını getiriyor ister istemez. Belki de bu nedenle sözü, felaket deyince ilk akla gelen peygamber olan Nuh’a bırakmakta yarar var. Eskisine değil, bir başkasına: İngiliz Yazar H.G. Wells’in İkinci Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın’da (All Aboard for Ararat), insanlığın içerisinde bulunduğu genelleşmiş savaş ve kıyım haline son vermek isteyen Tanrı, yeni bir Nuh aramaya girişir. Sonuçta çeşitli nedenlerle Bay Noah Lammock’u seçer ve onunla misyonunu kabul ederek yeni bir gemi inşa etmesi için uzun bir sohbete girişir.
Noah Lammock, yeni Nuh olma önerisini Tanrı ile tartışırken ısrarla aynı soruyu sorar: “Boğazına kadar günah ve yolsuzluğa batmış eski dünyayı kurtarıp yenilemek mi istiyoruz? Yoksa bu korkunç savaş yangınını, birbirini yiyen devletleri ve eskimiş gelenekleri geride bırakıp tamamen yeni bir dünya inşa etmeye mi niyetleniyoruz?”2 Yeni Nuh için kıyamet ortasında bir gemi inşa etmenin tek anlamı yeni bir dünya vaadidir. Tanrı’ya, “Korkunç bir hızla savaş, nefret ve gaddarlık seline boğulan eski dünyayı kurtarmak istemiyoruz değil mi? Bu dünyayla artık hiç işimiz kalmadı” diye seslenir.3
Bir kavşakta duruyoruz. Sular altında kalmış, yıkılmış bir kavşağın harabelerinin üzerinde. Yaklaşan seçimlerde kapitalist felaketçiliğin mevcut temsilcilerini mağlup etmek için elimizden geleni yaparken aklımızda müstakbel yeni Nuh Lammock’un “Bu dünyayla artık hiç işimiz kalmadı” diyen sözleri bulunsun. O sözleri, eski marşımızdaki “Biz başka alem isteriz” dizesinden biliyoruz zaten. Hedefimiz de niyetimiz de eski düzenin normalini yeniden inşa etmek olmamalı. Bizi buraya getirenin o eski normal olduğunu bir an için bile unutmayalım. Bu korku filminin sonu ancak öyle gelecek.
1- Lenin, “The Military Programme of the Proletarian Revolution: II”, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/miliprog/ii.htm
2- H.G. Wells, Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın, çev. Mert Moralı, İthaki, İstanbul, 2019, age, s. 47.
3- Wells, age, s. 42.
Evrensel'i Takip Et