GAR Kurucu Başkanı Didem Danış: Mülteciler ayrımcılığa karşı görünmezliği tercih ediyorlar
Nefret söylemi ve düşmanlaştırma yükseldikçe mültecilerin barınma sorununu çözme şansı azalıyor. Çadır kentlere alınmaları veya dağıtılan yardımlara erişimleri de giderek zorlaşıyor.
Fotoğraf: Evrensel
Serpil İLGÜN
Tartışmaların odağındaki AFAD, Maraş depremlerinin yol açtığı yıkımla ilgili son verileri iki gün önce paylaştı. Buna göre depremlerde 50 bin 96 kişi yaşamını yitirirken, 107 bin 204 kişi de yaralandı. 501 bin çadırda 2 milyon 4 bin 276 kişi barınırken, kurulan 30 bin 344 konteynerde ise 40 bin 788 kişi kalıyor. Ancak bu sayı kafa karıştırdı zira, buna göre her konteynere düşen insan sayısı iki kişi bile değil. Diğer yandan, deprem bölgesindeki milyonların yaşadıkları zorlukların boyutlarını resmeden en çarpıcı rakamı ise tuvalet ve duş sayısı oluşturdu. Çünkü AFAD’ın verilerine göre deprem bölgesinde 83 kişiye sadece bir tuvalet ve duş düşüyor.
Doğruluğu, güvenilirliği bir yana, sayılar bütün soğukluğuna rağmen deprem sonrasında milyonların yaşadıkları zorlukları ortaya koyabilmesi açısından önemli. Ancak depremin ilk günlerinden beri ne kamuoyuyla paylaşılan verilerde ne yardım ve ihtiyaçlarda adları anılan önemli bir kesim var, göçmen ve mülteciler.
Depremin etkilerinin en ciddi biçimde hissedildiği iller, aynı zamanda mülteci ve göçmen nüfusun, ağırlıkla da Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı şehirler. Deprem bölgesinde yaşayan yaklaşık 13 milyon nüfusun yüzde 12’sine tekabül eden bir Suriyeli varlığı olmasına rağmen, ne yazık ki sadece ağır bir nefret söylemi, dışlama pratikleri üzerinden gündemleşebildiler. Genel olarak siyasetin, özellikle de milliyetçi, ırkçı siyasetin harlamasıyla “yağmacılar, hırsızlar” olarak etiketlenen, linçlere maruz kalan mültecilerin ihtiyaçları, devam eden ağır sorunlar içinde kolaylıkla kayboldu.
Göç Araştırmaları Derneği (GAR) bu görünmezliğin boyutlarını, ihtiyaçları ve neler yapılabileceğini yerinde tespit etmek amacıyla 23-27 Şubat arasında Maraş’tan Mersin’e uzanan bir izleme faaliyeti gerçekleştirdi. Sonuçları geçtiğimiz hafta kamuoyuyla paylaşılan raporu Deniz Sert ve Eda Sevinin’le birlikte hazırlayan GAR Kurucu Başkanı ve Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Didem Danış’la mültecilerin görünmezliğini, barınmadan yardıma erişime, yaşadıkları sorunları konuştuk.
Resmi rakamlara göre 1 milyon 700 binin üzerinde mülteci ve göçmen depremin etkili olduğu illerde yaşıyor ancak durumlarına ilişkin haberler istisnaları aşamıyor. Bu görmeme halini neye bağlıyorsunuz?
Deprem öncesi başlayan mülteci karşıtı hava, depremle birlikte iyice doruğa çıktı. Deprem öncesinde, seçim süreci de hızlandıkça özellikle muhalefet partilerinin bu konuyu nasıl araçsallaştırdığını gördük. Muhalefet partisi liderleri her fırsatta “Mültecileri gönderiyoruz” diyor ama bunun nasıl olacağına dair bir açıklamaları yok.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, cumhurbaşkanı adayı olduktan sonra geçtiğimiz hafta gittiği Hatay’daki bir sınır köyünde “Suriyelileri iki yıl içinde ülkelerine göndereceğiz” dediğini hatırlatalım.
Evet. “Geri göndermeleri özenli yapacağız” diyor ama “Nasıl yapacaksınız?” sorusunun yanıtı yok. Çünkü, bu konuda yaptığımız bütün araştırmalar Suriye’deki durumun kesinlikle geri göndermeye müsait olmadığını, hep söylenen “onurlu, güvenli, gönüllü” geri dönüşün mevcut koşullarda mümkün olmadığını bize gösteriyor. Deprem, böyle bir atmosferin üzerine geldi. İnsanın her şeyini bir anda kaybettiği bir ortamda en kolay günah keçisi ilan edilebilecek grup olarak mültecilerin ortaya çıktığını burada da görmüş olduk.
Afetin kendisi deprem bölgesindeki herkes için çok ağır ve trajik sonuçlar doğurdu, ancak mülteciler bu felaketi daha katmerli bir şekilde yaşadılar. Barındıkları konut stokunun kalitesi ortalamanın çok altında olduğu için can ve mal kayıpları da çok daha büyük oldu.
Bir de özellikle deprem bölgesi dışında yaşayan insanların sosyal medya üzerinden yaptıkları ayrımcı ve dışlayıcı söylemlerin, dezenformatif haberlerin çok etkili olduğunu gördük. Mesela yağmacılık haberleri. Sahaya gittiğimizde şunu çok net gördük, ilk iki gün boyunca devlet kurumları hiçbir şekilde yardım götüremedikleri için insanlar gerçekten aç, susuz kalmışlar ve bu nedenle de marketlere girmişler ama bu yola yerli halk da mecburen başvurmuş.
Raporunuzda da belirttiğiniz üzere göçmen ve mülteciler yardımlara erişimde, daha da acısı arama kurtarma sürecinde bile sessizleşmeyi tercih etmişler. Bu sarsıcı durum ayrımcılığın, nefret söyleminin ne kadar güçlü hissedildiğini gösteriyor, ne dersiniz?
Evet. Mülteciler deprem bölgesinde insan olarak, depremzede olarak görünmezleşiyorlar ama bir taraftan da suçlu, tehlikeli, istenmeyen olarak görünür kılınıyorlar. Yani ikili bir dinamik aynı anda işliyor. Bu yaftalama ve dışlama, depremin arkasından yaşanan başka deneyimlerde de kendini tekrar tekrar gösteriyor. Mersin’deki Kredi Yurtlar Kurumu deneyiminden örnek verelim. Hatay ve İslahiye’deki yıkımlardan sonra Mersin’e sığınan çok sayıdaki depremzedenin arasında Suriyeliler de bulunuyordu. Onlar da barınma amacıyla oradaki yetkililerin sunduğu yurtlara girmek istedi, kayıtları da alındı. Ancak çok kısa süre sonra özellikle sosyal medyadaki nefret söyleminin etkisiyle, -bunda Zafer Partisi Lideri Ümit Özdağ ekibinin altını çizmek lazım-, bu yurtlardan hızlı bir şekilde dışarıya çıkarıldılar ve daha sonra kamunun açtığı hiçbir konaklama yerine alınmadılar. Onların da afetzede olduğu göz ardı ediliyor; afetzedelere sunulan yardım ve hizmetlerden yararlanamıyorlar.
Depremde hayatını kaybeden, yaralanan mültecilerin sayısı ile ilgili bilgilere ulaşabildiniz mi?
Devletin resmi açıklamasına göre 6 bin 500 Suriyeli hayatını kaybetti ama bu sayının güvenirliğine dair sahadaki tüm aktörlerin ciddi soru işaretleri var. Sayıyı anlamak için şunu düşünelim, bölgedeki en kötü konutlarda, binaların genellikle bodrum katlarında oturanlar çok büyük oranda Suriyeliler. Deprem bölgesinde gezdiğinizde de bunu rahatlıkla görebiliyorsunuz. O bodrum katlardan, eksi birlerden canlı çıkabilmek neredeyse mümkün değil. Bununla birlikte yaralı sayıları, ne kadar kişinin başka kentlere göç ettiği, ne kadarının Suriye’ye gittiği de belirsiz. Kamu kurumları, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler içinde de sağlıklı bir veriye ulaşmak ne yazık ki mümkün değil. Oysa afet sonrası temel ihtiyaçların giderilmesi için bu bilgilere ihtiyacımız var.
EN YAYGIN ÇÖZÜM AKRABA EVLERİNE SIĞINMAK
Raporunuzda barınma sorunlarına bulunan çözümlerin sınıfsal olduğu tespitini yapıyorsunuz. Tüm yurttaşlar için geçerli olan sınıfsallık, göçmen ve mülteciler açısından nasıl yaşanıyor?
Deprem bölgesinde kalanlar açısından iki çözüm var, biri çadır kentler ama oralarda genellikle istenmiyorlar, alınıyorlarsa bile genelde en dış kısımlara yerleştiriliyorlar. Kendi evlerinin yakınlarında kalmak istediklerinde de çadıra erişemiyorlar. “Bu çadırlar sadece Türkler için, sizlere yok” dendiğini çok kişiden duyduk. Bu nedenle ister istemez orta veya ağır hasarlı evlerine girip, ya da ellerindeki çok sınırlı imkanlarla mesela tarımda kullanılan sera çadırları içinde bir şekilde barınma sorunlarını çözmeye çalışıyorlar ama bu hem sağlık açısından hem aile yaşamı hem de kadınlar açısından çok büyük sorunlar doğuruyor.
Deprem bölgesinden ayrılan ve ikincil göç yaşayan mülteciler için ise barınmadaki temel destek akrabalar. İstanbul, Ankara, Mersin gibi büyük metropollerde yaşanan kira krizinden dolayı ev kiralamaları çok zorlaşmış durumda. Bunu zaten hepimiz yaşıyoruz. Dolayısıyla ister istemez akrabalarının, tanıdıklarının yanına sığınmak zorunda kalıyorlar ama bu koşullar uzun süre sürdürülebilir değil. Sınıfsallık dedik ama görece varlıklı Suriyelilerin bile uzun süre ev kiralayabileceklerini düşünmüyoruz. Barınma sorunu çok büyük bir kriz, o kadar ki pek çok aile bu koşullarda deprem bölgesine geri dönmeyi tercih ediyor.
Ve ayrımcı, dışlayıcı söylem barınma krizine de yansıyor?
Maalesef. Hepsi birbiriyle ilişki içinde. Nefret söylemi, düşmanlaştırma yükseldikçe mültecilerin barınma sorununu çözme şansı da azalıyor. Çadır kentlere alınmaları veya dağıtılan yardımlara erişimleri giderek zorlaşıyor. Sahada ister sivil toplum çalışanları, ister devlet memurları veya depremzede vatandaşlar olsun, giderek artan bir tepkiyle karşılaşıyorlar. Böyle olunca yine o görünmezleşmeye varıyoruz. Görünür olmak onlar için çok büyük bir ayrımcılık riski taşıdığı için mümkün mertebe görünmezleşmeyi tercih edebiliyorlar.
Raporunuzda, Suriyeli ailelerin yaşadığı geçici barınma merkezlerinin depremden sonra yerel depremzedelere de açıldığı, ancak bu karma kamp çözümünün bazı sorunlara yol açtığı, yine bazı barınma merkezlerinin Türkiye vatandaşlarına barınma alanı açmak üzere boşaltıldığı, buralardaki Suriyelilerin başka kamplara taşındığı ya da kamplardan çıkarıldığı iddialarına da yer veriyorsunuz. Anlatır mısınız, buralarda durum ne?
Geçici barınma merkezleri 2011 sonrası Suriye’deki çatışmalar arkasından Türkiye’ye sığınan mülteciler için yapılan kamplardı. 2015’e kadar kalabalık bir nüfus bu kamplarda barınıyordu, daha sonra buralardaki nüfus azaldı, bazıları tamamen boşaldı ama bazıları bugüne kadar faaliyetini sürdürüyordu. Bu kamplarda görece güvenli barınma imkanları olması nedeniyle deprem sonrası bunların bazılarının yeniden kullanıma sokulduğunu, halihazırda kullanılmakta olan geçici barınma merkezlerinde de boş olan konteynerlere yerel depremzede ailelerin alındığını gördük. Fakat buralarda da bahsettiğimiz gerilimleri düşürmek amacıyla mekansal olarak ayrıştırma yöntemine gidilmiş. Türkiyelilerle Suriyelilerin birbiriyle iletişimlerinin yol açacağı riskler düşünülerek alanlar ayrıştırılmış. Burada şunu da söylemek gerekiyor, deprem, bölgedeki pek çok şey gibi devlet dairelerini de etkiledi. Mesela Hatay’da o büyük yıkımın içinde Göç İdaresinin, belediyelerin veya diğer kamu kurumlarının binaları da yıkıldı. Dolayısıyla geçici barınma merkezlerinin bir kısmı, Göç İdaresi memurları tarafından da kullanılır oldu.
KISIR DÖNGÜNÜN KIRILMASI GEREKİYOR
Barınmayla iç içe bir diğer temel mesele de gıda, hijyen malzemeleri gibi çok önemli ihtiyaçların da içinde olduğu yardımlara ulaşabilme konusu. Altını çizdiğiniz sessizleşme, görünmezlik burada nasıl cereyan ediyor?
Maalesef yardımlara ulaşma ayrımcılığın en net olduğu alanlardan biri. Özellikle Suriyelilerin erzak, koli dağıtımlarında ilk günler geçtikten sonra dışlandıklarını görüyoruz. Bunda, öncelikle toplumdaki nefret söylemi etkili, ama bir süre sonra da gerekli barınma koşullarına, temel hijyene ulaşamadıkları, insanca beslenemedikleri, banyo yapamadıkları için bir tür kısır döngü gibi, giderek toplum dışı, marjinalleşen bir gruba dönüştüklerini görüyoruz. Bu kısır döngünün muhakkak kırılması gerekiyor. Mültecilerin de diğer depremzedeler gibi yardımlara eşit bir şekilde erişebilmeleri gerekiyor. Mesela bazı illerde depremzedelerin yıkanabilmesi için hamamlar hizmet vermeye başlamış. Ancak mülteci depremzedelerin bu hamamlara alınmadıklarını duyduk.
Bunun için belirli günler ayrılmasına rağmen mi?
Evet, bir hayırsever hamam sahibi diyor ki, “Depremzedeler belli günlerde gelip yıkanabilir.” Ama mültecilere izin verilmiyor. Mülteciler hijyen koşullarına erişemedikçe daha da marjinalleşiyorlar, zaten biliyorsunuz ırkçılık söylemlerinin önemi bir unsuru temizlik ve koku meselesidir.
YENİDEN İNŞA İLERLEDİKÇE EŞİTSİZLİKLER DAHA NET ORTAYA ÇIKACAK
Depremin ardından iktidar hızla, bir seçim vaadi olarak da kullanacağı yeniden inşa faaliyetine girişti. Çadıra erişmesi bile herkesten daha güç olan mültecilerin de konut veya konteynerlere yerleştirmelerini konuşmak mümkün olmayabilir ama yine de az da olsa olumlu yansımaları olur mu?
Konteynerlerden sonra çadırlara erişmek kolaylaşabilir. O da şöyle, konut yapımı daha uzun süreli bir iş ama konteynerler yapıldıkça ve yerel halk buralara geçtikçe çadır fazlası oluşacak. Mültecilerin ancak o zaman çadırlara erişebileceklerini düşünüyoruz. Önümüzde 2011 Van depremi deneyimi var. Van depreminde konteynerler yapıldıktan sonra hâlâ çadırlarda kalmaya çalışanlar o bölgenin en yoksulları, en dezavantajlı kesimleriydi. Bunlar arasında Afgan mülteciler önemli sayıdaydı. Dolayısıyla bölgede yeniden inşa faaliyetleri ilerledikçe bu hizmetlere ve yapılan yardımlara erişmedeki eşitsizlikleri çok daha net göreceğiz. Bir süre sonra birileri yeni binalarda otururken, bir kısım konteynerlerde kalırken, bir kesim de hâlâ derme çatma çadırlarda hayatlarını idame ettirmeye çalışıyor olacak. Önümüzdeki 5-6 ay içinde deprem bölgesinde bu ayrışmayı çok daha net gözlemliyor olacağız.
GÜVENSİZLİK NEDENİYLE KAYIT OLMAMAYI TERCİH EDİYORLAR
Göç İdaresi, depremden hemen sonra yol izin belgeleri konusunda bir karar alarak depremden etkilenen bölgelerdeki Suriyelilerin yol izin belgesi almasına gerek olmadan seyahat belgesi alabileceklerini, gittikleri yerlerde yol izin belgesine başvurabileceklerini açıklamıştı. İstanbul için bu süre 60, diğer iller için 90 gündü, sonra diğer iller için de 60 güne indirildi. Bu genelgenin hızlıca yayımlanması önce olumlu da bulundu ama nasıl sorunlar barındırıyor?
Hızlı karar alınmış olması iyi ama kuralların sürekli değişmesi mültecilerde kaygı yaratıyor. İstanbul’a veya başka illere gelenler arasında yol izin belgesine başvurmak için Göç İdaresine gitmeye çekinen çok sayıda kişi var. Özellikle sınır dışı edilme endişesinden dolayı insanlar kayıt olmamayı tercih ediyorlar.
Neden çekiniyorlar?
Çok güçlü bir güvensizlik var, muhalefet partilerinin mülteci karşıtı söylemlerinden bahsettik. AKP hükümeti de özellikle 2019’da yerel seçimlerde bazı metropolleri kaybettikten sonra mültecilere karşı oldukça tutarsız, çoğu zaman da sınır dışı etmelerle giden çok sert politikalar izlemeye başladı. Bunun getirdiği bir güvensizlik var. Hükümetin özellikle de seçime kadar izleyecekleri politikalarda neler yapabileceklerine dair çok ciddi tedirginlik yaşıyorlar. Bu nedenle bazı haklarından feragat ederek görünmez kalmayı tercih edebiliyorlar. Ama bu kez de bu ailelerin barınmadan beslenmeye bütün ihtiyaçlarını karşılamak, bu kentlerde zaten zor durumda yaşayan akrabalarının sırtına binmiş oluyor. Zaten kalabalık yaşanan evlerde deprem sonrası gelen 10-15 kişilik nüfuslarla gündelik yaşamın daha da zorlaştığına dair duyumlar alıyoruz.
Kayıt yaptırmamak nelere yol açıyor?
Kayıt olmadıkları zaman düzensiz göçmen durumuna düştükleri için geçici koruma statüsünde faydalandıkları hizmetleri alamaz oluyorlar. Örneğin çocukları okullara kayıt olamıyor veya sağlık hizmetleri alamıyorlar.
ULUSLARARASI KURULUŞLAR DA ETKİSİZ
Türkiye’de GAR gibi göçmen ve mülteciler odaklı çalışan derneklerin, kurumların sayısı sınırlı. Bu sınırlılık, depremin etkilerine yönelmeyi, öneriler, çözümler geliştirmeyi, yardım sunmayı da zorlaştırıyor. Raporunuzda da “Bu sivil toplumun altından kalkabileceği bir durum değil” notu düşülmüş. Ne yapılmalı, önerileriniz neler?
Mülteci ve göçmen haklarını savunan sivil toplumun sadece Türkiye’de değil, dünyada da çok zayıf olduğu bir dönemdeyiz. Türkiye’de göçmen ve mülteci alanında hak odaklı savunuculuk yapan sivil toplum örgütü sayısı çok sınırlı. Burada biraz uluslararası kuruluşlardan da bahsetmek lazım çünkü doğrudan bu amaçla kurulmuş Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Uluslararası Göç Örgütü gibi kuruluşların da bu çaptaki bir deprem sonrası sahada oldukça etkisiz kaldıklarını görüyoruz. Deprem sonrası yıkım çok büyük evet ama biz en azından yapılan yardımların mültecileri de kapsayabilmesi için hak odaklı bir mücadele verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu da nasıl mümkün olacak bilmiyorum, çünkü “Mültecileri de kapsayın” dediğimiz zaman bile çok büyük linçlere maruz kaldığımız bir ortam söz konusu. Deprem sonrası hak odaklı çalışan aktörlere çok iş düşüyor ama aynı zamanda çok da zor bir dönem olacak.