Taraftar milleti cezalandırılıyor
İki yıldır devam eden deplasman yasakları, e-bilet uygulaması tartışmaları ve son olarak spor büro haricinde yeni bir birimin kurularak taraftar grubu üyelerinin telefonlarının yasal olarak dinlenebileceği tartışmaları... Devlet aklının ‘yasaklayarak’ sorunu çözebilme düşüncesini, devlet, taraftar ilişkisinin geldiği boyutları spor
‘Deplasman yasakları’ iki yıldır tartışmalarla sürüyor. Yasakların tek sorumlusu maça giden taraftarlar mı?
Tabii ki değil. Yasakların sorumlusu, adı üstünde, yasakçılardır. Türkiye’de futbol yönetiminin, aslında genel olarak yönetim organlarının yasakçı zihniyetidir. Elbette, Türkiye’nin ve dünyanın egemenlerinin “yasaklamayı yasaklamak” şiarına gönül vermesini bekliyor değiliz. Yasak koymak, bir egemenlik edimidir. Ama evet, kimi durumlarda yasaklar anlamlı, rasyonel olabilir. Ama bizim problemimiz, yasağın asli hatta bazen yegane çözüm yöntemi olarak görülmesi. Akıllarına başka şey gelmiyor. Yasağı meşrulaştırmak için de, yasak konan insanları, grupları alabildiğine kriminalize etmeleri, şeytanlaştırmaları gerekiyor ve aynen öyle yapıyorlar. Bunları söylerken, taraftarların topyekûn masum olduklarını düşünüyor değilim. Basbayağı suç işleyen taraftarlar elbette var. (Mevcut kanunlara karşı suçtan öte, insanlık değerlerine karşı suçu da kastediyorum.) Fakat suçun şahsiliği ilkesini kaale almıyor, tüm bir taraftar milletini cezalandırıyorlar. Ortamı barışçıllaştıracak başka çareleri düşünmek, teşvik etmek yerine, “yasak hemşehrim” diyorlar.
E-bilet uygulaması da konuşulmaya başlandı. Bu uygulamanın taraftarları fişleyeceği, getireceği güvenlik prosedürleri ile tribünleri boşaltacağı da söyleniyor...
E-biletin seyirciye kolaylık sağlayabilecek yanına itirazım yok. Fakat bunun onu gözetleme aracına dönüşmesine itirazım var. Her türlü fişleme zararlıdır. “İstenmeyen” bir olay olur, e-bilet datalarına dayanarak şüpheliler icat edebilirler. Bu memleketin olağan pratikleridir.
‘AYAKTA MAÇ İZLEME HAKKI’
E-bilet benzeri uygulamalar birçok ülkede var. İngiltere’de bazı kulüpler ayakta maç izleyen taraftarlarının kombinelerini iptal etti. Türkiye’de de benzer durumlar yaşanabilir mi?
Ayakta maç izleme hakkı, yıllardır Avrupa’daki taraftar örgütlerinin birinci taleplerinden... Ben Almanya’yı daha iyi biliyorum. Orada taraftar örgütleri, yeni inşa edilen veya yeniden düzenlenen birçok statta geniş bölümleri, kimi zaman tam bir kale arkasını, ayakta maç izleme sektörü olarak kurtarmayı başardı. Çünkü 90 dakika ayakta maç izlemenin, futbol folklorunun olmazsa olmaz bir parçası, bir zevki olduğunu düşünüyorlar. Bence oturarak maç izlemek de ayakta izlemek de birer hak, olanak, zevk ve stildir. Kimse “hadi hooop, kime diyorum” diye ayağa kalkmaya zorlanmamalı, kimse İngiltere’deki gibi yirmi saniye ayakta kaldı diye görevlilerce uyarılmamalı.
Yeni dönemde spor büronun dışında bir birim kurulacağı ve taraftar gruplarına üye kişilerin telefonlarının ‘yasal’ olarak dinlenebileceği konuşuluyor. Burası Türkiye, ‘telefon dinleme kimseye uçuk gelmiyordur ama yine de soralım.: Sizce böyle bir şey mümkün mü? Olursa, sonuçları neler olur?
Ne diyeyim… Evet, “olmaz” diyemezsiniz. Zira polis, yargının da cömert desteğiyle, muazzam bir dinleme şehvetiyle hareket ediyor. Sadece siyasi-ideolojik saiklerle değil, mesleki bir deformasyonun da katkısıyla, ellerinden gelse herkesi her an dinleme arzusu taşıdıklarını düşünüyorum. Sanıyorum zaten halihazırda da istedikleri, talep ettikleri zaman insanları dinleyebiliyorlar.
TARAFTAR VESAYET ALTINDA
Son yıllarda iktidar, federasyon ve kulüp yönetimlerinin yasakları bu kadar benimsemesini neye bağlıyorsunuz? Yeri geldiğinde “12. adam” olarak kabul gören taraftar grupları şimdi neden hedefte?
Burada temel nedenin, taraftarların hiçbir zaman reşit insan olarak görülmemeleri olduğu kanısındayım. Taraftarlar, bazen “koçum” diye sırtı sıvazlanan, bazen de bağırılıp çağırılıp iki tokat aşkedilen ergen oğlan çocukları gibi görülüyorlar. İktidarın pek sevdiği ve sözüm ona ortadan kaldırdığını ileri sürdüğü kavramı kullanırsak, tam anlamıyla vesayetçi ve velayetçi bir kültür, bir ideoloji, bir yapı var burada. Futbol yönetiminin bütün bileşenleri, taraftarları hep vesayet ve velayet altında tutulması gereken gayrı mümeyyiz unsurlar olarak görüyor. Onlar hakkında doğrusunu kendileri düşünür, haklarında doğru kararı verirler... Taraftar örgütleri de tam anlamıyla özerkleşemedikleri, kulüplerin himaye ve velayetine muhtaç hatta bazen gönüllü oldukları oranda, bu sorumluluğu paylaşıyorlar.
Başbakan başta olmak üzere AKP kurmayları son yıllarda gittikleri stadyumlarda protesto ediliyorlar. Bu protestolardan sonra da ilk akla gelen taraftar grupları oluyor. Yasaklar, telefon dinlemeleri, e-bilet uygulamalarının bu durumda payı olabilir mi?
Tabii olabilir. Türkiye’deki ifade özgürlüğüyle ilgili eleştiri getirdi diye Amerikalı romancı Paul Auster’ı bile azarlayan bir iktidar kibri, hele böyle “entel” olmayan protesto biçimlerine iyice kızar, bunlara meydan vermemek ister.
12 Eylül sonrası devlet kontrolünde olan tribünler artık polisle daha çok karşı karşıya geliyor. Başbakan’ın ‘terörist’ yaftasına maruz kaldılar. Devlet, taraftar gruplarının kontrolünden çıktığını mı düşünüyor?
Bir kere, bu kaygılar kontrol takıntısının artmasına bağlı olarak da artıyordur. Kontrol arzusu çok yüksek ve az evvel dediğim gibi, hiçbir arıza sesi işitmek istemiyorlar. Sanıyorum birçok durumda tribünlerde, siyasi-ideolojik bir rahatsızlıktan ziyade, bu baskıcı tutuma, bu kriminalize edici tavra yönelik bir tepki gelişiyor. Bu da işte o takıntıyı ve baskıcı tutumu tahrik ediyor. Böyle bir döngü de işliyor sanıyorum.
ORTAK PLATFORM KURULMADAN TARAFTAR ÖZNE OLAMAZ
E-Bilet uygulamasına karşı bazı tribünlerin tepki gösterdiğini görüyoruz. Devlet kaynaklı uygulamalara tepki gösterme geleneği olmayan tribünlerimiz için e-bilet yeni bir mücadele hattının açılmasını sağlar mı? İtalya’da benzer uygulama taraftar gruplarının ciddi muhalefeti ve protestoları sonucu Meclisten geçememişti.
Bu konuda fazla iyimser olamıyorum. Çünkü İtalya’da da, Almanya’da da, başka yerlerde de, taraftar grupları ortak hareket edebiliyorlar. İnsan muamelesi görme talebinde birleşebiliyorlar. Ortak yürüyüşler düzenleyebiliyor, ortak kongreler yapabiliyorlar. Türkiye’de “taraftar liderleri” denen güç yapıları arasında işbirlikleri olabilmekle birlikte, taraftar grupları arasında yatay ilişkiler çok zayıf. Hiç yok değil ama zayıf. Bir kere, “büyükler” in taraftarları arasında çok haşin bir husumet hüküm sürüyor. İkincisi, benim oligarşik dediğim büyükler ile “diğerleri” arasında muazzam bir kopukluk var. “Büyükler”, “diğerlerini” lüzumsuz zavallılar, “ezikler” gibi görüyor. E, popüler adıyla “Anadolu takımları”nın taraftar grupları da oligarşik kulüplere bunun hıncıyla bakıyor (kimilerinde haset de karışıyor işin içine). Mesela geçen yaz Avrupa Taraftarlar Birliği’nin kongresi İstanbul’da yapıldı, “üç büyüğün” taraftar grupları ağırlayıcı oldu, merak ediyorum, acaba akıllarına “öteki” kulüp taraftarlarından birilerini çağırmak hiç geldi mi? Çağırmadılar çünkü. İzmir’de hemen bütün İzmir kulüplerinden taraftarların katılımıyla bir Taraftar Hakları Derneği kurdular, tamamen hak mücadelesi perspektifinde, son derece anlamlı şeyler söylüyor, girişimlerde bulunuyorlar. Kim ilgileniyor bunlarla? Kısacası, bir ortak, birleşik taraftar platformu inşa edilmeden, taraftarlar bu ortamda bir özne olamaz.
STATÜKONUN DEVAMINDA MEDYANIN ROLÜ
Türkiye gibi tribünler arası rekabetin sosyal, ekonomik ve siyasal sebeplere dayanmadığı bir ülkede aynı evden farklı takımları tutan iki kardeşin, birbirinden nefret etmesine gelinen noktada medyanın rolü nedir? Derbiler öncesi ‘büyük olaylar bekleniyor’ haberleri ile olayları kışkırtan medya maç sonraları da ‘futbol teröristleri’ manşetleriyle işin içinden daha ne kadar sıyrılabileceğini düşünüyor?
Medyanın bilinen mazereti nedir? Tribünün, sokağın, kahvehanenin aynası olduklarını söylerler. Bence o kadar masum değil. Lunapark aynaları gibiler, büyütüyor, yamultuyorlar. Medyanın büyük bir çoğaltan etkisi var. Maço dilini, militarist ve milliyetçi dili köpürtüyorlar. İsteyen benim takıntım olduğunu düşünsün, oligarşik yapının devamında medyanın kilit rolü var. “Üç (veya 3+1) büyük kulüp bir yana, dünya bir yana” anlayışının inşası ve yeniden üretilmesi, medyaya çok şey borçlu. Bu çok önemli, zira adaletsizlik duygusunu büyütüyor, hem üçlünün (3+1’in) kendi içindeki, hem onlarla diğerleri arasındaki husumeti büyütüyor. Ama iyimserlik tohumlarını da görmezden gelmemeli. Son on yılda medyada insaniyet namına bazı adacıklar da oluştu. Başka bir bakış, başka bir söz de kendine ufak ufak yer açabiliyor.
ENDÜSTRİYELLEŞMENİN TÜRKİYE HALİ
Tüm bu gelişmelerin yanında futbolun endüstriyelleşmesi gerçeği de var. Stadyumlarda taraftar değil seyirci isteniyor. Deplasmana giden, meşale yakan, yeri geldiğinde kulüp yönetimlerine, iktidara muhalefet edecek gruplar yerine forma satın alan, oturup maçını izleyen bir seyirci profilinin yaratılmak istendiği aşikâr. Endüstriyelleşmenin Türkiye’de geldiği noktadan bahseder misiniz?
Ben hep Türkiye’de endüstriyelleşmenin sevimsiz yanının “iyi” işleyip, seyirci ve taraftar lehine olan yanının işlemediğine de dikkat çekiyorum. Yani her şey parasallaşıyor, evet, seyirci müşterileştiriliyor ama “işletmeler” kesinlikle “müşteri memnuniyetini” gözetmiyorlar! Konforun ve “müşteriye” insan muamelesinin eksik kaldığı, lümpen bir endüstriyelleşme yürüyor. Paranın adil ve rasyonel dağılmaması da aynı lümpen kapitalizm probleminin bir parçası. Bu, endüstriyelleşmenin Türkiye’deki “sistem içi” çelişkisidir. Bu çelişkiler, endüstriyelleşmenin sonuçlarının tam tekmil gerçekleşmemesini de sağlıyor. Bu iyi mi, kötü mü, ayrı bir tartışmadır. Meselenin esasına bakarsak, ben iyimserim, zira dünyanın hiçbir yerinde tribünlere tamamen hakim olmak mümkün olmuyor. Neticede bir kıpırtı mutlaka oluyor, itiraz edenler, alternatif arayışlar mutlaka oluyor.