Aşk örgütlenmektir abiler!
Aşk kadınla erkek arasındaki en özel, en mahrem ilişkidir. Bu yüzden sanılır ki aşkın kapısından dışarıdaki hayat girmez, aşkın tarihselliği yoktur. Dışarıdaki dünyada ne olursa olsun kadın ve erkek aşk mabedine kapandıklarında güvendedirler; aşk ebediyen aynı biçimde yaşanır.Oysa Engels’in deyimiyle “ tarih boyunca birbirin
Oysa Engels’in deyimiyle “ tarih boyunca birbirine karşı yanlış konumlandırılmış kadın ve erkeğin” ilişkisi, içinde toplumsal ilişkilerin yansımasının ister istemez kendisine yer bulduğu, cinsiyet rollerinin yeniden üretildiği bir zemindir de aynı zamanda. Aşk üzerine yapılan onca güzelleme, onu toplumsal ilişkiler zemininden soyutlamayı özellikle bekler; aşık ve maşuk da buna teşnedir çoğu zaman.
Gerçek ise öyle değildir. Aşkın yaşanış biçimi erkek ve kadının yaşadığı toplumun özellikleriyle yakından ilişkilidir.
70’li yıllarda Nil Burak’ın söylediği bir şarkıyı hatırlayalım: orada “birisine birisine aşık oldum birisine/ rastlamak çok zor şey böylesine/ gerçekten sevene değer bilene/ almadan verene bana dostum diyene/ benimle ağlayan benimle gülene/ dertlerime ortak olmasını bilene” sözleri geçer, örneğin. Şarkıdaki aşık, sevdiğinde aradığı özellikleri sayarken dostluğun, karşılıksız vermenin ve karşılıklı paylaşımın altını çizer. Sonra “selam vermem gönül vermem hiç güvenmem öylesine/ rastlamak çok kolay şey böylesine/yüzüne gülene ardından söz edene/ seni zor gününde bırakıp da gidene/ iyi gün dostları siz şöyle durun/ gerçek dostlar beni yerden yere vurun” diye devam eder şarkı. İkiyüzlülük, dayanışma duygusundan yoksunluk, güvensizlik aşkın kapısından giremeyecek şeyler olarak sıralanır.
Gençliğin politikleştiği, sınıf mücadelesinin yükseldiği 70’li yıllar Melike Demirağ’ın seslendirdiği ünlü şarkıdaki gibi; her sevince, her kedere ortak olunan, ömür boyu birlikte el ele yürünen arkadaşlığın insan ilişkileri içinde yükselen değer olduğu yıllardır. Aşk, birlikte mücadele eden kadın ve erkeklerin eşit ilişkisi, sevgili seçimini biçimsel değil içsel özelliklerin belirlediği ve birlikte paylaşımın en önemli şey olarak görüldüğü bir yaşantı biçimidir.
O dönemin ünlü bir şarkısında şu sözler geçer: Ayşe’yle geçtik halayın başına/Ayşe oldu kavga yoldaşı/ biz işte o gün Ayşe yoldaşla/ grev meydanında nişanlandık.”
Sevgili bir kavga yoldaşı, aşk ise bir dava için birlikte yürüyen kadın ve erkeğin inşa ettiği soylu bir beraberliktir buna göre… Ece Ayhan bir şiirinde “Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler” diye seslenir birden.
ABONELİK!
Ne var ki, 80’li yıllardan itibaren durum değişecektir. Grev meydanlarının, 12 Eylül’de asker postalları altında ezilmesinden sonra sevgiliden ruhunu doyurmasını ve onun kavga yoldaşı olmasını bekleyen gençlik kuşağı yerini daha bireyci, daha bencil bir kuşağa bırakır. Aşk yaralı bir kuşağın, biraz iyileşince söküp atabileceği bir yara bandı muamelesi görmeye başlar. Giderek arkadaşın yerine kanka gelir, aşkın adı sorunsuz ve sorumluluksuz “takılmak” olur. Artık kentli orta kuşak için; kimsenin biriyle ortak bir hayatın sorumluluğunu yüklenmeye eğilimli olmadığı, acı çekmemek için bağlılık yeminleri edilmeyen ilişkilerin revaçta olduğu, ortak ülkülerin yitirildiği bir dönemdir bu.
Bu yılların sonunda, hemen 90 yazında Yonca Evcimik’in söylediği ve uzun süre liste başı olan Abone adlı şarkı ise bu ruh halini yansıtacaktır: Joging onda kayak onda/ su altı üstü sporu/ şaştım üç lisan biliyor/ okumuş çocuk boru mu/aboneyim abone biletleri cebimde...” Özal döneminin yuppi gençliğinin kız tarafının aradığı özelliklerin arasında artık almadan vermek, paylaşmak, ömür boyu beraberce elele yürümek gibi deruni şeyler yoktur. Sevgilinin değeri etiketler, diplomalar, cüzdan dolgunluğu ve dahi diğer biçimsel şeylerle ölçülecektir bundan böyle. Bu kriterler bir zamanların gençliği için telaffuz edilemeyecek kadar gurur kırıcı ve ayıpken şimdi meydan okuyarak almıştır sahneyi.
Böylece Berlin Duvarı’nın çöktüğü günün ertesinde, kapitalizmin kesin zaferini inşa etmeye koyulduğu o sıralarda, aşkın büyüklüğü sevgilinin statüsünün büyüklüğüyle doğru orantılı olarak ölçülmeye başlanmıştır; bu büyüklüğün en üst noktası ise anlaşılacağı üzere, aboneliktir!
İLK BAKIŞTA AŞKTAN İLK GÖRÜŞTE ELEKTRİĞE
Popüler müziğin birkaç örneğinden yola çıkarak anlamaya çalıştığımız, aşkın yaşanış biçimindeki değişiklik bundan sonraki süreçte de toplumsal ortama ayak uydurmak zorunda kaldı. Birbirleri için yaratıldıkları için birlikte ölebilen Romeo Julietler’in, aşk için her şeyini yitirmeyi göze alıp onun için intihar eden Anna Karenina’ların zamanı geçtiği halde, insan bir yandan eski, büyük ve kutsanmış aşkları hayal etti ama diğer yandan da büyük bir umutsuzlukla aşktan vazgeçmesi gerektiği gerçeğiyle yüz yüze bırakıldı. Giderek ilk bakışta aşkın yerini alan ilk görüşte elektrik, bu umutsuzluğu en iyi ifade eden sözcüktür bu bakımdan.
90’lı yıllarda başlayan küreselleşme süreci kadın ve erkeğin en içten ve en mahrem ilişkisinin arasına aşılmaz engeller koydukça; sosyal güvenlik politikalarının tasfiyesi kadını da erkeği de geleceğini garanti altına alabilmek için en asgari maddi koşulları taşıyan partner arayışına ittikçe aşk, görücü usulü ekran beraberliklerine kadar irtifa kaybetti.
Milyonlarca kadın ve erkeğin bir beraberlikten beklentisi asgari ve düzenli bir ücret, emeklilik, başını sokacak bir konut, çocuklarına analık-babalık edecek birini bulmaya kadar düşmüşse orada zaten aşktan söz edilmesi gerekmeyeceği için eli yüzü azıcık düzgün, “koluna tıkıp gezebilecek kadar görüntü garantili” bir partnerden elektrik almak en önemli kaygı haline gelecektir doğal olarak. Bu yüzden insanın sevgilide kendini değil insanlığını kaybettiği bir çağa ayak basmıştır günümüzün kadını ve erkeği.
Kadından ve erkekten geriye bencil hesapların buzlu sularında kulaç atmaya çalışan birer yıkıntı kalmıştır artık… Bu yıkıntıdan bir aşkın yeşermesi ise çok zordur.
Şimdi aşk, aşktan ölenlerin, “aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk” diyenlerin bir cumhuriyeti değil, “seviyorum öldürdüm” diyen erkeklerin veya sevdiklerinin elinden öldürülen kadınların çaresiz bir birlikteliği haline geldi. Son on yıldır kadını kendi ayakları üzerinde duramayacak kadar kötürümleştiren, ona iş hayatını, kamusal alandaki görünürlüğü yasaklayan, onu bir bakıcıya muhtaç hale getiren ve dört duvar arasında 3,4 ve daha fazla çocuk bakmaya zorlayan sistem erkeği de artık bir aile bakamayacak hale getirmişken iki cinsin “bu birbirinin karşısındaki yanlış konumlanması”ndan sevgi değil nefret çıkmıştır nihayet. Erkeğin her an her dakika işittiği, hayattaki en önemli misyonunun aile reisliği olduğu telkini kadına her an her dakika yöneltilen “evinde otur, kocanın eline bak” tavsiyesiyle bir türlü barışamayacaktır. Onuru kırılmış erkekler ile insanlıkları aşağılanmış kadınlar arasında aşk adına bir şey yeşermesinin olanağı kalmamışsa da onların birbirinde umutsuzca aradıkları ilk bakışta elektrik, hazin bir biçimde ve yüzsüzce aşk beklentisi olarak sunar kendini.
Bu beklentiyle koptu kopacak bir pamuk ipliğiyle birbirine bağlanan kadın ve erkeğin kulağına “bir yastıkta kocayın” dileği belki ninni kıvamında gelecektir ama bu huzurlu bir uykuya dalmalarını sağlayamayacaktır. Orada bir silah patlayacak, biri intihar edecek, erkek kadını öldürecek ya da dövecek beraberlikler bir meydan savaşına dönecektir…
The end!
YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK
Bundan ötesi olmaz; iki insanın ilişkisinin yuvarlanacağı daha derin bir çukur olamaz.
Öyleyse insan ya bu çukurda ilelebet çürüyüp gidecek ya da bundan sonra yapıp ettiği her şey aşkı geri kazanmak için olacak. İnsanca yaşamak için verilen mücadele şimdiye kadar arkadaşlıkları, erkeklik ve kadınlık durumunu ve aşkı yeniden inşa etmenin anahtarıydı. Ve hâlâ öyle… Dışarıdaki dünya güzelleşmeden aşkın yurdu da güzelleşmeyecektir.
Kadın ve erkeğin birlikte verdiği mücadele yeryüzünü aşkın yüzü yapma mücadelesidir aslında. Dayanışma aşka örgütlenmektir, aşk için örgütlenmektir.