Depremin politik bilinçteki etkisi
Yıkımının etkileri “devlet” ve “yurttaş” ilişkisinin içeriğini tartışmaya kadar gelmiştir. Deprem bölgesinde yurttaşın “Devlet nerede?” sorusu ve “Devlet yok!” yanıtı, basit bir politik antinomi değil
Fotoğraf: DHA
Engin DELİCE
Doktor
Uğruna yaşanılan hiçbir değer kimse için yaşamaz. Aklın tek dayanağı olan bu dünya bile ayakların altından kaymaktadır. Depremin şiddeti yaşama ilişkin doğruları, kabulleri, tanımları, değerlerin anlamlarını yerinden oynatmıştır. Yıkımın etkisinin politik bilincin kavramlarına ulaşmamış olması düşünülemez.
Deprem gündelik dünyamızı elimizden aldığında, bildiğimiz dil nesnesiz kalmıştır. José Saramago’nun Körlük başlıklı romanında görmeyenler için “göz”ün anlamını yitirmiş olması gibi, deprem de sözcüklerin karşılığı olan dünyayı yıkmıştır. Kişilerin dilinde “kolum”, “ayağım” gibi bedensel; “kızım”, “eşim” gibi aile; “evim” gibi sahiplik; “sokak”, “mahalle”, “kent” gibi kolektif yaşam; “devlet”, “yurttaş” gibi aidiyet; “insanlık”, “sağlık”, “hak”, “yaşam”, “güzel”, “iyi”, “inanç” gibi değer sözcükleri karşılıksız kalmıştır. Adnan Gümüş’ün ifade ettiği gibi; “insanlık kaybı, tinsel kayıplar; eğitim-beceri-bilgi, komşuluk, güven, eşitlik-adalet, özgürlük, gelecek, toplum kaybı” depremin “en kalıcı” kayıplarıdır (Evrensel gazetesi, 07 Nisan 2023). Bunlar sözcük olmaktan daha fazla, bilinç içerikleridir. Felaket sadece sözcükleri değil, onun kavranışı olan bilinci de karşılıksız bırakmaktadır. Yıkımların “yeni” bir bilinç ile tamamlanması zorunlu olsa da, bu bilincin içeriğinin devrimci bir sıçramanın ürünü olup olmaması, o gün gerçekleşen eleştiri metoduna bağlıdır.
Theodor Adorno, Negatif Diyalektik’te, “Dünyevi, tarihsel olayların” metafizik açıdan aşkınlaştırılan şeylere etkisini tartıştığı yerde, “Auschwitz’ten sonra, varoluşun pozitif olduğunu öne süren her tespit riyakârca[dır]”, der. Elbette kuşaklara sonsuz bir suçluluk duygusunun yüklenmesi tartışmalıdır. Ancak politik tasarılar ile “yaşamın değeri”nin bilgisi arasındaki paradoksun görmezden gelinmesi, herkesi cinayetin suç ortağı yapar. Deprem felaketi, politik kararın yaşama etkisi konusundaki bilinçlenmenin kapılarını yeniden açmıştır. Marx ve Engels, Alman İdeoloji’sinde depremleri sadece insanın yaşadığı kentlerin yıkımı olarak değil, insanları “zihinsel olarak da sarsan” bir etki olarak belirlerler.
DEPREMDEN AYDINLANMAYA
Lizbon depremi (1 Kasım 1755), fiziksel yıkım kadar bilinç dönüşümünü de simgelemektedir. Deprem; yapı sistemi (“kafesleme”), mimari, sismoloji, hatta emek ücretlerindeki iyileşme gibi ilklere neden olurken; politik olarak aristokrasinin ve Kilise egemenliğinin kırılmasına, seküler bir düşüncenin güçlenmesine de yol açmıştır. Toplumlarının kolektif bilincini sarstığı için aydınlanma filozofları depremin politik ve etik sonuçlarını tartışmışlardır.
Kahramanmaraş depremlerinin (6 Şubat 2023) etkilerinin politik bilinçteki sonuçlarını görebilmek için henüz çok erken olabilir. Ancak eleştirilere bakılırsa; yıkımın etkileri “devlet” ve “yurttaş” ilişkisinin içeriğini tartışmaya kadar gelmiştir. Deprem bölgesinde yurttaşın “Devlet nerede?” sorusu ve “Devlet yok!” yanıtı, basit bir politik antinomi değildir. Antinomi, yurttaş ve devlet ilişkisinde “devletin mutlak önceliği” kabulünü sarsacak türden görünmektedir. Tek koşul eleştirel bilincin açıklığıdır. Felsefe; tartışmalara, kavram içerikleri ve kavramlar arası ilişki (diyalektik) bağlamında katkı sağlamalıdır.
Felsefe tarihi, MÖ 4. yy’dan itibaren, politik olanın doğasını anlamak isteyen yaklaşımlarla doludur. Modern dönem teorileri, politik olanın doğasını, “doğa durumu” olarak adlandırılan bir başlangıçtan giderek çağdaş modellere doğru “gelişen yapı” olarak ele almaktadır. Dikkat çeken, Kant’ın Dünya Yurttaşlığı başlıklı makalesinde de görülebileceği gibi, politik yapının giderek daha akılcı olana yöneldiği varsayımıdır. Devletin akıl ile ilişkilendirilmesini G.W.F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Ögeleri’nin ön sözünde, büyük bir slogana dönüştürür: “Rasyonel olan gerçektir ve gerçek olan rasyoneldir.” Tarihin gelişimi bu varsayımı kuşkulu hale getirmişse de, şu da göz ardı edilmez görünmektedir: İktidarın yönetici azınlığı, kendi öznel çıkarımlarını devletin yasaları aracılığı ile nesnel bir zorunluluğa dönüştürmektedir. İktidar bürokrasisi, kendi aklını (doğrularını, çıkarlarını, eğilimlerini), yurttaşın uymak zorunda olduğu “devlet aklı” olarak dikte etmektedir. (Hegel’in sözünü ettiği akıl-devlet özdeşliği bu değilse de, tarihte bundan başka bir şey de olmamıştır).
Deprem bölgesinde öncelikle yurttaşın, ardından da politik çevrelerin “Devlet yok” eleştirisine tepki gösteren iktidarın[1] histerik öfkesinin kaynağı burası olabilir: İktidar; kendi aklının, devletin aklı olduğu iddiasına öyle inanmış ki, “Devlet yok” eleştirisini kendi varlığına yönelmiş bir saldırı olarak okumaktadır.[2] Kurtarma çalışmalarını organize etmekte geciken iktidarın, sosyal medya iletişimini engellemekte gecikmemesi başka türden açıklanamaz.
Felsefe Öğretmeni Yusuf Şanlı, İstanbul’dan İskenderun'a 28. saatte ulaştığında, arama-kurtarma ekipleri İskenderun Devlet Hastanesi enkazına henüz ulaşmamıştır. Gönüllüler 31. saatte Şanlı’nın enkaz altındaki ailesine ulaştıklarında, onlar artık hayatta değillerdir.[3] Şanlı’ya, aile üyelerinin ölümünün politik nedenlerden kaynaklı olmadığını kim söyleyebilir? (Üstelik hastanenin “riskli bina” raporu da varken…) Kentteki her taş politik bir karar ile yerine koyuluyorsa; öyleyse deprem değil, politikalar öldürmektedir.
Depremin yıkımını kavramakta geciken iktidarın “toplantı” halleri (ve bürokratların eylemsizliği), deprem bölgesine müdahaleyi geciktirmiş görünmektedir. Gecikme; yurttaşın yakınmasına, koordinasyon bozukluğu ile de yönetimin eleştirisine yol açmıştır. “Devlet yok” ifadesi, bu durumun bilincidir. İktidarın en yetkilisi bu eleştiriyi önce pejoratif bir dille reddetmiş, ardından da “gecikme”den dolayı yurttaştan af (“helallik”) dilemiştir. Eleştiri ve savunma argümanlarının doğruluk derecesi ne olursa olsun; deprem, devletin doğasına ilişkin bilinçte bir açıklığa yol açmıştır: Devlet bir organizasyondur. Felaket sürecinde arama-kurtarma-yardım probleminin çözümündeki beceriksizlik, devletin bir organizasyon olduğunu doğrulamaktadır. (Devletin somut varlığı, bu organizasyonun problem çözme-yaratma metodu ile ilgilidir.)
İNSAN, İNSANIN GELECEĞİDİR
Devlet organizasyonunun problem çözmedeki beceriksizliği, “insanlık duygusu”nun ve “dayanışma”nın görünür olmasını sağlamıştır. Felaket sonrası sivil toplum örgütleri ile gönüllülerin eylemlerindeki “fedakarlık”, öncelikle insanlık duygusundan kaynaklı “yardım” çabasıdır. “İnsanlık duygusu” bilince çıkartıldığında, insan yaşamının değerinin bilgisine dönüşür. “Dayanışma” istenci, değer bilgisinin pratiğidir. Dayanışma deneyiminde uyanan bilinç ise: İnsan, insanın geleceğidir. Bu bilinç, her türden anayasal organizasyonun düzenleme ilkesi olmalıdır. Dayanışma, toplumsal birliği ve aidiyeti sağlayan devlet olarak bir arada olmanın temelindeki rasyonel ilkedir. İktidarın dayanışma istencini sergileyen yurttaşla kavgasının nedeni de budur: Çünkü “eleştiri”, hukukun işleyişine olan güvensizliği doğrularken; “dayanışma”, insanın insandan güç almasıyla “itaat” ve “muhtaçlık” duygusunu ortadan kaldırmaktadır. Devletsiz problem çözme yeteneği, muhafazakar iktidarın “Devlet benim” algısını zayıflatmaktadır.
‘DEVLET BENİM’ YA DA AKIL DIŞI-AKILSALLIK
XIV. Louis’in “Devlet benim (l’État, c’est moi)” mottosu, mutlakıyetçiliğin -ardından bütün totaliter rejimlerin- simgesine dönüşmüştür. İktidar; devleti kendi mülkiyeti olarak görürken, kendi öznel istencini de “genel istencin” (halkın) üstünde görmektedir. XIV. Louis bu sözü, kraliyet fermanına itiraz eden parlamentoya karşı söylemiş (13 Nisan 1655), ardından da parlamentoyu işlevsizleştirmiştir (İfadenin ona aitliği tartışmalıysa da olay doğrudur.) Bu örnek, iktidarın “Devlet yok” eleştirisine öfkelenmesinin nedenini açıklamaktadır: Ben varım!
Bu aşamaya gelmiş Caligula’ya, Roma’da kim ‘Sen Tanrı değilsin’ diyebilir ki?
François Fénelon’un Telemakhos’un Maceraları (1699) başlıklı macera kitabı, temelde XIV. Louis’in mutlakiyetçi politikalarının bir eleştirisidir. Fénelon, Versailles Sarayı ile mahkemeler arasında yurttaşın yaşadığı zorbalığı eleştirir. Fransa’ya ilişkin gözleminde, iktidarın gücü “tehlike” olarak görünür. Bu nedenledir ki, Romalı Şair Juvenalis’in Yergiler’indeki “Peki kim gözleyecek gözcüleri?” sorusu her defasında yeniden ve yeniden yanıtlanmalıdır.
“Devlet benim” diyen tavır, Jean-Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ndeki ifade ettiği “egemen varlığı” görmezden gelirken, kendisini “akıl” olarak dayatmaktadır. Bu dayatmada politik aklın doğası, yani onun akıl dışı-akılsal (“akıl” olarak sunulanın kendisi ile uyumsuz) yanı görünüşe çıkmaktadır. Politik ontoloji açısından akıl dışı akılsallık iktidarın potansiyellidir -yani orada, örtük ve aktiftir. Onun örtüsünü açan ise eleştiridir. Eleştiri uyanık bilincin dilidir. Bu nedenledir ki, eleştiri hakkının kullanılması, iktidarın akıl dışı akılsallığı karşısında yurttaşı koruyacak mantıksal eylemdir. 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, “Toplum tüm kamu görevlilerinden, görevleriyle ilgili olarak hesap sorma hakkına sahiptir” (madde 15), diyerek eleştiri hakkına yasal bir form kazandırmıştır. Eleştiri hakkı, yurttaşa yönelmiş “politik kötü”nün önceden görülebilmesini sağlayan gözdür. Eleştiri olmadığında, akıl dışı akılssallık politik iyi olarak görünecektir.
DOĞANIN METAFİZİK YORUMU YA DA POLİTİK SUÇUN DİNSEL TÜTSÜSÜ
Gottfried Wilhelm Leibniz, Theodise başlıklı kitabında, yaşadığımız dünyayı Tanrı’nın ondan daha iyisini yaratmadığı, “olanaklı dünyalar arasında en iyisi” olarak belirler. Tanrı’nın bile istediği bu dünyada kötülük nasıl var olabilir? Leibniz, “kötülüğün kaynağı”nı Tanrı istemesi ile açıklar. Kötülükte Tanrı’nın iyiyi istemesi vardır; o “Kötülükten bir iyilik türetmek” istemektedir. Leibniz, Monadoloji (1714) başlıklı metninde düşüncesini yineler: Dünya “en iyi”ye göre kurulmuştur ve Tanrı “en iyi olanın varoluşunun nedeni”dir. Dünya “en iyi” olduğuna göre, “kötü”de de, insani acılarda da “iyi” zorunlu olarak bulunur. Örtü kaldırılmadıkça, aklı aşan bir iyimserlik herkesi büyülemeyi sürdürür. Sonunda her türden politik kötülük -engizisyonun vahşi katliamları bile- tuhaf bir kutsallıkla tütsülenir
Binlerce insanın Lizbon depremiinde, ardından gelen tsunami ve yangınlarda ölmesi; üstelik de bunların Azizler Günü’nde yaşanması, kutsal metinlere dayanan dünya görüşlerinde yıkıma yol açmıştır. Kötülükte Tanrı’nın lütfunu bulan Leibnizci “teodise” (Tanrı tasarımının haklı çıkartılması işi; “kötülük” sorununu, onun gerisinde Tanrı’nın “iyi niyeti” olduğu varsayımı ile çözme) anlayışına dayalı “iyimserlik” öğretisi de sarsılmıştır. Voltaire için bu türden bir “iyimserlik” anlaşılır değildir. Bu olanaklı en iyi dünya ise, olduğundan daha iyi olması gerekmez miydi? Açıktır ki; Lizbon depremi, ölümcül bir yıkımın ötesine geçerek değerlerin sorgulanması için felsefi bir uslamlamaya başlangıç noktası sunmuştur.
Voltaire, Poème sur le désastre de Lisbonne (Lizbon Felaketi Üzerine Şiir, 1755) başlıklı şiirinde, Candide ya da İyimserlik Üzerine (1759) başlıklı (bir tür satirik macera) romanında, Leibniz’in iyimserlik doktrinini eleştirir. Romanın kahramanı Pangloss, Leibniz’in düşüncelerini temsil etmektedir: Dünyada ne oluyorsa, en iyi amaç için olmaktadır; her şeyde iyi bir taraf vardır ve sırf bu nedenle de, olanlar başka türlü olamazdı. Voltaire, depreminin neden olduğu büyük yıkımın ardında bıraktığı acılara bakarak: “İşte dünyanın son günü” diye bağırır. “Eğer olabilir dünyaların en iyisi burası ise, ötekileri nasıldır?” Bu nedenledir ki Voltaire, Leibniz’i izleyen Alexander Pope’un Essay on Man (1733-34) başlıklı şiirindeki “Tanrı’nın haklı çıkartılması” işini, sadece kaderci ve sonunda insanlığı küçük düşürücü bir yaklaşım olarak görür. Leibnizci teodise, “kötülük” kavramını teorik olarak olanaksız hale getirirken, Voltaire’i şaşırtan, iyimser yaklaşımın depremin yarattığı “kötü”nün açıklanabilir herhangi bir nedeni yokmuş gibi davranmasıdır. Voltaire için akıl dışı olan budur.
Yedi Yıl Savaşları” kadar “1755 Lizbon depremi”, dünyanın bu kendinde iyilik tasarımını değillerken, Voltaire’in deist düşüncesini doğrulamaktadır. T. Adorno, “tarihsel olaylar”ın metafizik kabulleri sarsabileceği varsayımı bağlamında, Lizbon depreminin Voltaire’in Leibniz’in teodisesinden kurtulmasına etkisini örnek olarak verir. “Birinci, doğanın gözle görülür felaketi, insanın kötülüğünden gerçek bir cehennem damıtarak insanın hayal gücüne meydan okuyan ikinci, toplumsal felaketle karşılaştırıldığında önemsizdi.”
Rousseau, depremin neden olduğu yıkımı, kendi “doğal yaşam” teorisini temellendirmek için kullanır. Rousseau, Voltaire’e yazdığı bir mektupta (ağustos 1756) karamsarlığa itiraz etmektedir. Rousseau’ya göre yıkım doğadan ya da insan doğasından kaynaklanmamış, tersine, toplumsal yaşam tarzından kaynaklanmıştır. “Bu büyük şehrin sakinleri daha eşit bir şekilde dağılmış ve daha az yoğun bir şekilde barındırılmış olsaydı, kayıplar daha az olurdu veya belki de hiç olmazdı.” Immanuel Kant da depremler ile uyumlu bir kent yaşamının gerekliliğini yineler.
Kant, 1756’da, depremin doğanın kendi işleyişi ile ilgili olduğunu açıklayan üç makale yayımlamıştır (Natural Science, Cambridge University Press). Depremden kaynaklı yıkımın ilahi bir ceza olmadığını; sonucun da, Tanrı’nın varlığı ya da dünyanın mükemmel olması tezi ile ilişkilendirilemeyeceğini ifade eder. Kant’ın depremin fiziksel oluşumuna ilişkin açıklamaları bugün geçersizse de, yine de doğaüstü nedenlere başvurmayıp doğrudan doğa bilimlerinin terimleri ile açıklaması önemlidir. (Bu makaleler, depremin “bilimsel” bağlamdaki sistemli ilk açıklanmasıdır.) Kant, depremin etkilerinin nasıl kontrol edebileceğini düşünür. Vardığı sonuç, doğa fenomenleri ile uyumlu yaşam alanlarının oluşturulmasıdır. Kant, kentlerin yıkımını “kötü eylemleri nedeniyle” “bir ceza”, insanları da “Tanrı’nın intikamının hedefi” olarak görenlere karşı çıkarak, “Bu tür bir yargı, ilahi kararların ardındaki niyetleri anlama ve bunları kendi görüşlerine göre yorumlama yeteneğini kendinde gören kusurlu bir saygısızlıktır.”
Lizbon depreminin nedenini “halkın günahı” ile açıklayan sadece Portekiz’in engizisyon yanlısı gericileri olmamıştır; yaklaşık on sekiz bin kişinin öldüğü Marmara depremi (17 Ağustos 1999), iki yüz bin kişinin öldüğü Haiti depremi de (12 Ocak 2010) aynı gerici söylemle açıklanmıştır. Kahramanmaraş depremini (6 Şubat 2023) “kader planı” ifadesi ile açıklayan politik iktidarın bilinci de aynı söyleme bağlıdır. Deprem bölgesinde çocuklar için sağlıklı barınma ve beslenme koşulları henüz sağlanmadan “4-6 yaş” çocuklar için “Kur’an eğitimi” başlatılması başka türlü açıklanamaz. İnsani acıların yarattığı anlamsızlık duygusunu inanç ile yer değiştirme çabası, dinsel ideolojinin özü olan dünyevi oportünizmdir. Öyleyse Kant’ın “saygısızlık” dediği yaklaşım, akıl yürütmedeki hatalı bir çıkarımdan kaynaklı değildir. Bu yaklaşım, kendisini “akıl”, “saf iyi” olarak sunan bir ideolojinin akıl dışı-akılsal yanından kaynaklıdır. Devlet bürokrasisi “felaket”i “kader”e bağlayarak yurttaş bilincini dini değerlerle maniple etmeyi denese de, doğa politik pratiğin (devletin) çürümüşlüğünü yeterince açığa çıkartmıştır. Doğa, bu defa tarihe yardımcı olmuş ve devlet kavramının yeniden tartışılması için koşulları en sert biçimde hazırlamıştır.
İnsanlığın gelişiminde; akıl dışı-akılsallığın cehalet pedagojisi Sisyphos deneyimindeki düşüşü temsil ederken; sıra, bilincin kader kayasını kıracak olan devrimci eleştiridedir.
[1] “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Osmaniye’de yaptığı açıklama”: "Her ne kadar ana muhalefetin başındaki ve yanındakiler, ‘Devlet yok, iktidar yok’ diyorlarsa da bunların gören gözü kör, kalpleri mühürlenmiş.” (Evrensel gazetesi, 21 Şubat 2023 15.41.)
[1] “Akıl ve vicdan sahibi hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçeklik ki, dünyada her kim bu kardeşinize saldırıyorsa aslında Türkiye’ye saldırıyor demektir.” R.T. Erdoğan’ın “30. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı” kapanış konuşmasından; 5 Haziran 2022.
[1] “Adım atmayanlar hastaneyi mezarlığa çevirdi!”, BirGün gazetesi, 19.02.2023.