Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça: Savaş politikası kitleler üzerinde tahakkümü artırıyor
Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça, savunma ve askeri harcamaların ağır bilançosunu işçiler öderken, sermaye gruplarının palazlanmasına dikkat çekiyor.
Fotoğraf: Evrensel
Hilal TOK
Milyonlarca işçi ve emekçi yoksulluk ve açlık sınırının altında sefalete mahkum edilirken, tek adam iktidarı sürecinde savaş politikaları doğrultusunda savunma sanayisine ayrılan pay yıldan yıla katbekat arttı. Savaş güzellemeleri, Türkiye’nin bölgesel güç olma arzusu, içeride artan baskı, işçi sınıfının ve kitlelerin en ufak hak arayışı karşısına devletin çıkmasını da beraberinde getiriyor. Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça, savunma ve askeri harcamaların ağır bilançosunu işçiler öderken, sermaye gruplarının palazlanmasına dikkat çekiyor. Akça, savaş politikasının kitleler üzerindeki tahakkümü artırdığını ifade ediyor.
Türkiye’de savaş ve silahlanmaya ayrılan pay nedir?
Türkiye’de savunma harcamaları veya daha geniş anlamıyla askeri harcamalar dediğimiz şeyi standart bir şekilde takip etmekte çok zorlanıyoruz. Bunun en temel sebebi bütçenin dışında bir de bütçe dışı kaynakların olması. Sadece Milli Savunma Bakanlığı bütçesi üzerinden gitmememiz gerekiyor zira Savunma Sanayii Başkanlığına (SSB) bağlı Savunma Sanayii Destekleme Fonu (SSDF) var. Bunun ayrı kaynakları var. Bu kaynaklardan ayrı şekilde para toplanıyor. Mesela SSDF bütçesi 2015’te 4.4 milyar TL iken 2023’te 76 milyar TL’ye çıkmış. Bu fonda toplanan kaynaklar, yapılan harcamalar, bunların alt kırılımları kamuya açık değil. Bu veriler için SSB’den bilgi talebinde bulunuyorsunuz ama size her bilgiyi de vermek durumunda değiller. Savunma harcamaları üzerine yapılan çalışmalardan, oluşturulan farklı veri setlerinden (az sayıda akademisyen, MSB, SIPRI, NATO vb.) şunu görüyoruz ki 1980 sonrasında savunma harcamaları neredeyse sürekli bir yükselme eğilimi gösteriyor. 2000’lerin ilk 10 yılı içinde (özellikle 2000-2008 arası) bütçe içi savunma harcamaları YTL üzerinden hesaplandığında bir düşüş eğilimi gösterse de bu dönemdeki iniş ve çıkışlar oldukça dar denebilecek bir aralık içinde seyretmiştir. Dolar bazında bakıldığında ise sürekli ve düzenli bir artış gözlenmekte. Ayrıca bütçe dışı SSDF kaynaklarından yapılan harcamalar da eklendiğinde bütçedeki azalmaya rağmen aslında genel askeri harcamalardaki artış eğilimi devam etmiştir. Bütçe içi ve dışı savunma harcamaları 2008-2014 arası kısmi, 2015 sonrası ise kayda değer bir yükselme eğiliminde olmuştur. NATO verilerine baktığımızda Türkiye’nin 2020’ye gelindiğinde gayrisafi yurt içi hasılasının 1.86’sı askeri harcamalara gidiyor.
2002 sonrası AKP döneminde İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü bütçelerinde de ciddi bir artış söz konusu. 2002-2014 arası İçişleri Bakanlığı bütçesi 5 katına, 2003-2012 arası polis bütçesi 2 katına ulaşmıştır. Dünyadaki eğilime paralel olarak aslında Türkiye’de de özellikle ’90’lar ve 2000’lerin başından itibaren polisin de teçhizat, organizasyon vb. açılardan en azından bazı birimleri itibarıyla militarizasyon (askerileşme) süreci yaşadığı, tersten de orduların bir çeşit polisleştiği literatürde ortak bir vurgudur.
Türkiye aslında 1980’lerden itibaren -yani 12 Eylül askeri rejiminden sonra- ’70’lerde gündeme gelen bir milli savaş/askeri sanayii inşası ve askeri teçhizatın modernizasyonu için askeri harcamaları artırma yoluna gitti. Zaten bu bütçe dışı fon da ANAP döneminde, ’80’lerin ortasında, kuruldu. Bu eğilim askeri sanayiinin toplam cirosunda da karşımıza çıkıyor. 1997’de 1.2 milyar dolar olan bu ciro, 2021’de yaklaşık 10-15 milyar dolara çıkmış durumda. Bu büyümede iki dönüm noktası ise 2008 ve 2015.
ASKERİ HARCAMALAR SERMAYE GRUPLARININ BÜYÜMESİNE YARIYOR
Bu harcamaların, savaş politikasının işçi ve emekçilere yansıması nasıl oluyor?
Askeri harcamalar farklı biçimlerde değerlendirilir. Örneğin, sizin askeri harcamalara kaynak ayırmanız, sağlık, eğitim gibi sosyal harcamaları düşürmüş mü diye ekonometrik analizlerle bakabilirsiniz. Bunun bir anlamı var mıdır? Kısmen vardır. Ancak hem askeri harcamalarınız hem sosyal harcamalarınız artsa bile bu kaynakları ikisine de faydalı olacak şekilde kullandığınız anlamına gelmez. Önemli olan soru şudur: Askeri harcamalara bu yatırımları yapacağınıza bunu eğitim için yapsanız, eğitimde nasıl çıta atlarsınız? Ya da sağlık için de benzer bir şey söyleyebiliriz.
Yine ekonomik parametrelerle baktığımızda ekonomik büyümeye fayda mı sağlıyor bu harcamalar? Askeri sanayi alanında sizin kayda değer rekabet gücünüz yok. Türkiye ancak son dönemde SİHA’lar örneğinde olduğu gibi küçük alanlar açabilir kendisine. Yani dünya piyasalarında kayda değer yerler elde etmeniz mümkün değildir. Türkiye ekonomisinde askeri sanayii üzerinden geniş toplum kesimlerinin yararına istihdam, yüksek ücretler sağlayacak şekilde bir büyüme sağlayamazsınız. Dolayısıyla oradaki soru şudur: Bu kaynakları başka bir şekilde kullansaydım, ekonomide büyüme, istihdam, yüksek ücret sağlayabilir miydim? Yani meseleye buradan bakmak gerekir. Mesele esas olarak elinizdeki kamu kaynaklarını nasıl kullandığınızla alakalıdır. Çünkü askeri sanayiye evet muazzam bir yatırım yapılıyor, bu sektörün cirosu artıyor, ihracatı artıyor (Ama ithalatı da artıyor çünkü teknolojik olarak bağımlı Türkiye). Ama bu neye yarıyor? Belli sermaye gruplarının buradan büyümesine yarıyor. Sermaye sınıfı içindeki belli bir fraksiyonun daha dar, kısa vadeli ekonomik çıkarlarına yarayan bir sonuçla karşılaşıyoruz. Daha genel olarak emekçilerin, ücretlilerin geniş çıkarlarına yansıyan, istihdam yaratan, nitelikli, yüksek ücretli istihdam yaratan bir büyümenin dinamiği olacak bir sektör değil. Bu açıdan mali kaynakların kullanımındaki asker sanayi yönündeki siyasi tercih aslında geniş emekçi kesimlerin lehine değil.
Bir başka husus bu kaynakların kimden toplandığı. Kamunun kaynağı vergiler. Bütçe dışı SSDF’nin kaynağı da çeşitli vergilerden, akaryakıt tüketimi, şans oyunları gelirlerinden vs. alınan belirli paylar... Türkiye’de sermaye vergi kaçırıyor. Vergiyi ücretliler ödüyor. Yani en geniş anlamıyla işçi sınıfı ödüyor. Dolayısıyla hem bütçeden, hem bütçe dışından yapılan bütün bu askeri harcamaların aslında finansman yükü de halkın geniş kesimlerinin üzerinde. Ve bu kaynakları kullanmanızın sonucu olarak da aslında bu geniş kesimlerin yararına sonuçlar yaratmıyorsunuz. Sermayenin çeşitli ölçeklerdeki farklı kesimleri yüksek kârlar sağlıyor bu sektöre ayrılan kaynaklardan. Manzaraya baktığınızda zaten burada ekonomik anlamda emekçilerin aleyhine gerçekleşen bir kaynak üretme ve kaynak harcama mekanizmasıyla karşı karşıyayız. Bu dar ekonomik anlamda baktığınızda da böyle.
Ekonomi ve politika birbirinden ayrı değil. Yani militarizmi de, bu askeri harcamaları da aslında Türkiye’nin ve dünyanın politik dinamiklerinden bağımsız düşünemeyiz. Şimdi Türkiye’de bütün savunma sanayine dair şaşaalı söylemler siyasi iktidarın temsilcileri, medya, ilişkili STK’ler vs. tarafından üretiliyor. Askeri sanayii üzerinden bir ekonomik büyüme, ekonomik şahlanış hikayesi yazılmaya çalışılıyor. Bunu hangi dönemde yapıyoruz? Türkiye ekonomisinin özellikle 2013’ten itibaren girdiği derin bir sermaye birikim krizi, derin bir ekonomik kriz sarmalında. 2018’den sonra da döviz kuru ve cari açıkta artık kendisini iyice açık eden bir kriz sarmalının içinde bir başarı hikayesi sunulmak isteniyor aslında. Yani emekçilere yönelik, toplumun geneline yönelik iyi bir ideolojik kılıf örülüyor. Yaşanan ekonomik kriz, onun sınıfsal sonuçları, onun sınıfsal bedelleri üzerinden.
KAYNAKLARIN EMEKÇİLER İÇİN KULLANILMASINI İSTEMELİYİZ
Bir yandan derinleşen yoksulluk diğer yandan askeri alanda yapılan harcamalar... 1 Mayıs arifesinde özellikle savaş politikaları konusunda emekçiler açısından öne çıkması önemli olan talep nedir?
Kapitalizmin küresel hegemonik krizi dünyanın birçok yerinde militarizmi tetikliyor. Aşırı sağ iktidarları veya aşırı sağın politik olarak güçlenmesini tetikliyor. Ukrayna savaşı bu sürecin hangi boyutlara vardığını bize gösteriyor. Almanya’nın askeri harcamalarını arttırıyor olması gibi çeşitli gelişmeler militarizmin tüm boyutlarıyla, yani ekonomik, politik, ideolojik dünyanın her yerini kasıp kavurduğunu gösteriyor. Tarihsel olarak da baktığımızda, bugün de baktığımızda bir militarizasyon tehlikesi var. Savaş form değiştiriyor. Savaş varsa, militarizasyon varsa, bunun karşısında bir barış hareketinin, bir antimilitarist hareketin gelişmesi gerekir. Dünyanın her yerinde gelişmesi gerekir. Türkiye’de de gelişmesi ve gündem olması gerekir ki Türkiye’de zaman zaman göreli çatışmasızlık dönemleri yaşasak da bir de Kürt sorunu üzerinden yaşadığımız militarizasyon var. Dolayısıyla her anlamıyla baktığımızda, yani kaynakların emekçiler ve ezilenler için kullanılabilmesi, emekçilerin ve ezilenlerin politik olarak güçlenmesi, güçsüzleştirilmemesi için, dış politikada ülkeyi savaşa doğru sürükleyecek çizgilere savrulmamak için, Türkiye’nin aslında daha demokratik, özgür, eşit bir şekilde yaşayabilmesi için barış talebini, antimilitarist bir hareketi acilen gündemine alması gerekiyor. Dünyanın da gittiği yöne doğru Türkiye’de çok ciddi bir şekilde gidiyor. Bunu tüm boyutlarıyla kavramamız gerekiyor. Ekonomi, iç siyaset, dış siyaset, ideoloji boyutlarıyla anlatmamız gerekiyor.
“Savaşa değil, eğitime, sağlığa bütçe”. ’90’lardan itibaren söylediğimiz bir talep. Bu bugün herkesin talebi olmalıdır. Yani ekonomik krizin bu şekilde derinleştiği, emekçilerin alım gücünün yerlerde süründüğü, enflasyonist baskının bu kadar güçlü olduğu bir yerde biz kaynakların emekçilerin ihtiyaçları için kullanılması gerektiğini, kadınların ihtiyaçları için kullanılması gerektiğini, ezilen tüm toplumsal gruplar için kullanılması gerektiğini anlatmak zorundayız. Türkiye’de tarihsel olarak özerk, güçlü bir barış hareketi belki görememiş olabiliriz. Ama toplumun barışa olan ihtiyacını, toplumun barış arayışının o yüzeydeki milliyetçi-militarist söylemin hemen biraz altında her zaman yattığını unutmamalıyız. Bunu politik olarak açığa çıkarmak bizlerin gündemi olmalı. “Biz kaynakların savaşa ayırılmasını istemiyoruz. Biz kaynakların, emekçilerin daha iyi ücret alabilmesi için ayrılmasını istiyoruz. Biz kaynakların emekçiler için, kadınlar için, çocuklar için, sosyal politika alanlarında kullanılmasını istiyoruz. Biz kaynakların herkese nitelikli, ücretsiz kamusal eğitim için kullanılmasını, sağlık için kullanılmasını istiyoruz” diyebilmeliyiz cesurca ve açıkça. Bu çok evrensel bir talep. Bunu gündem yapmak zorundayız. “Dünyada ne olursa olsun biz güvenliğimizin barış temelli bir dış politikadan geçtiğini düşünüyoruz” diyebilmeliyiz.
ASKERİ SANAYİİ SERMAYE GRUPLARI AÇISINDAN BÜYÜK BİR KÂR SAHASIDIR
SİHA’lar üzerinden Türkiye’nin bu alanda küçük alanlar açabildiğini söylediniz. Bu durum son yıllarda iktidarın propagandasında temel dayanaklardan biri halinde. Emekçilere bir fayda sağlıyor mu bunlar?
Askeri sınai kompleks denilen o kompleksin içinde var olan çeşitli sermaye fraksiyonları var. Yani bunun içinde kamu sermayesi de var. Bunun içinde Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfına bağlı büyük şirketler var. Otokar’ından BMC’ye dek uzanan özel sektörün büyük şirketleri de var. AKP ile organik ilişkili sermaye grupları var. En altta da KOBİ’lere doğru son on yılda genişleyen bir sermaye tabanı var. Dolayısıyla sermayenin çeşitli fraksiyonlarının kazanç sağladığı, geniş toplumsal kesimlerin kazanç sağlamadığı bir büyük askeri sınai kompleksten bahsediyoruz.
İkinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önce Nazi liderlerinden Hermann Göring’in bir tartışma sırasında kaynakların büyük bir bölümünün silahlanmaya ayrılmasıyla ilgili eleştirilere söylediği bir şey var: “Demir her zaman güçlü uluslar yaratır. Tereyağı ve domuz yağı ise halkları sadece şişmanlatır.” Bunun karşısında da yine çok bildiğimiz bir sanat çalışması var. Nazi karşıtı Alman Sanatçı (Asıl adı Helmut Herzfeld, daha sonra John Heartfield adını alıyor) 1935’te bir fotomontaj yapıyor. Hitler portresi altında masaya oturmuş bir Alman ailesi, iştah ve coşkuyla metal ve silah parçalarını yiyor. “Yaşasın tereyağı bitti” yazıyor bu görselin altında da. Şunu açık ve net söylememiz icap ediyor. Askeri harcamalar, günün sonunda kaynağını geniş emekçi ücretli kesimlerden alan, bu toplanan kaynağı ise toplumun bu geniş kesimlerin yararına değil, toplumun daha dar bir kesiminin, bizim askeri sınai kompleks yapısı dediğimiz kesimin yararına ve çıkarına kullanır. Kimdir bu kesim içinde var olanlar? Tabii ki bu kesim içinde var olanlar sermayenin bazı kesimleridir. Bürokrasinin belli kesimidir. Üniversite, askeri sanayi iş birliği içinde bilim üretiminin bir kısmıdır. Bir kompleks oluşur burada bürokrasisiyle, sermayesiyle, siyasi ayağıyla, bilimsel bilgi üretim ayağıyla. Ve bu kompleksin yaptığı üretim toplumun geniş kesimlerine değil, dar kesimlerin çıkarına hizmet eder. Burada sermayenin çok farklı kesimleri benim saydığım piramit içinde buradan faydalanıyor. Ters huni şeklinde bir sermaye yapısı ve mekanizması var. Günün sonunda kamu ihaleleri üzerinden işliyor. Ve tabii ki AKP’nin başka kamu ihalelerinde olduğu gibi mümkün olduğu kadar kendisiyle organik ilişki içinde olan, daha gündelik dilde yandaş sermaye diye tarif ettiğimiz sermaye gruplarına doğru kaynak akıtmak, oraları büyütmek istiyor. Ancak bütün bu askeri harcamalar sadece AKP ile organik ilişki içindeki şirketlere gitmiyor. Özellikle sermaye birikim krizi dönemlerinde sıkışan sermaye grupları açısından büyük bir kâr sahasıdır askeri sanayii. Emekçiler açısından daha kötü eğitim, daha kötü sağlık, ekonomik kaynakların kendileri için kullanılmaması anlamına gelir. Politik olarak emekçilerin, ezilenlerin disiplini altına alınmak istendiği bir model üretir. Dolayısıyla emekçilerin, tüm ezilenlerin hem ekonomik, hem siyasi, hem ideolojik kültürel bağımsızlıklarını kazanabilmeleri, kendi hayatlarının öznesi olabilmeleri, kendi taleplerinin öznesi olabilmeleri, bu talepleri hayata geçirebilmeleri, mutlaka ve mutlaka bir barış siyaseti gerektirir. Bu tarihsel olarak da böyle olmuştur, bugün de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır.(İŞÇİ SENDİKA SERVİSİ)
YARIN: ‘Tek adam yönetiminin gitmesi talebini haykırmalıyız’