Sınıfın bil safa gel Martin Eden
Martin’e benzer şekilde tek başımızaymışız gibi hissettiğimizde sınıf bilincine ve örgütlülüğe olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor.
Fotoğraf: Pxfuel
Elif Sude AKINCI
İTÜ
Yakışıklı, heybetli ve cüretkâr gemici Martin Eden’in hayatı bir burjuva ailesinin oğlu olan Arturo’yu dayak yemekten kurtarmasıyla değişir. Teşekkür için eve davet edilen Martin, ev halkının tiksinti dolu bakışlarında hapsolur, baştan aşağı süzülmekten dayak yemişe döner. Her yönüyle yabancıdır bu yere; eğretidir, ait değildir. Yemek masasındaki tavırları ve Elena ile yaptığı Baudelaire sohbetindeki bozuk Fransızcası nereden geldiğini, nereye ait olduğunu ele verir; adeta haykırır. Elena’nın; Martin’in ailesinin eğitim konusunda Martin’i maddi olarak destekleyeceğini düşünmesi, sonraki sahnelerde ailesinden manevi destek bile göremeyen, küçümsenen ve hor görülen Martin’in hayatına ne kadar da yabancı olduğunu gözler önüne serer.
Burjuvazinin gizli çekiciliğine kapılan Martin, emekçi ellerindeki kiri temizler, saçlarını tarar, güzelce giyinir. Âşık olduğu Elena’ya “Sizin gibi olmak istiyorum. Sizin gibi konuşmak, düşünmek…” der. Martin’in imla hatalarını düzeltmekten kaçınmaz Elena da. Tıpkı filmin uyarlandığı kitapta olduğu gibi sınıf çatışması büyük ölçüde dil üzerinden aktarılır. Eğitimini tamamlaması için okula dönmesini söyler Elena, işin tek sırrı sıkı çalışmaktır ona göre. Bu aslında hepimizin aşina olduğu bir yalandır; çok çalışıp başarıya ulaşmak, en azından başarıya ulaşmanın ihtimali. Etrafımız başarı hikâyesi diye lanse edilen, biraz deşince altından “başarı sahiplerinin” önüne altın tepsiyle sunulmuş, çoğumuzun asla sahip olamayacağı fırsatlar ve umut tacirlerinin “çok çalışırsan yapabilirsin” vaatleriyle dolu olan safsatalarla dolu. Bu safsataları duyup öfkelenmemek işten bile değil.
“BIRAK ŞU PERİ MASALLARINI”
Elena’ya layık olma gayesiyle ilerleyen Martin gece gündüz okur, kendini geliştirmeye çalışır ve birkaç şiir denemesinde bulunur. Kendisinde gördüğü ilerlemenin getirdiği kibirle kendi sınıfına arkasını dönmeye başlar, ne var ki kısa süre önce birlikte olduğu işçi sınıfından bir kadın olan Margherita’yı hor görecektir. Daha çok okur, daha çok yazar, bu sürede sosyal bir Darwinist olan Herbert Spencer’ı keşfeder. Bu yeni keşifle birlikte içinde bireyciliğin tohumları filizlenecektir. Yazmaya odaklanabilmek için şehir dışına taşınır, sevgilisinden kendisini kanıtlayabilmesi için iki sene ister. Dergilerden retlerin peş peşe geldiği sırada tanıştığı Briss ise hikâyenin antagonisti gibidir, Martin’e bu yolculukta nereden geldiğini sürekli hatırlatır.
Dergiden kabul aldığını söylediğinde “Bırak şu peri masallarını Martin. Etrafında gördüğün kaç kişi sırf gariban, aptal ve cahil birer köle olduğu için açlıktan ölüyor veya hapsi boyluyor? Bir düşün, onlar için savaş Martin, sosyalizm için savaş. Bizi bekleyen hayal kırıklıklarından seni tek kurtarabilecek şey o” diyerek baykuş yuvasına dalmak isteyen bu kartal yavrusunun gözlerini açmaya çalışır. Ancak Martin daha sonra kızıl kürsülerde sosyalizme karşı bireyciliği haykıracaktır.
Nihayet birbirlerinin dünyalarına yabancı olduklarını fark etmeleri Martin ve Elena’yı ayrılığa götürür. Üzerine, dostu Briss’in intiharıyla birlikte Martin’in umudunun temsili olan gemi de batacaktır. Bu sahneden sonra büyük bir sıçramayla başarıya ulaşmış, artık ünlü bir yazar olan Martin’i görürüz. Sınıf atlamıştır, uyuşturucu bağımlısı olmuştur, ihtişamlı köşkünde eleştirdiği o sarışın canavarlara dönmüştür. Oblomov olup çıkmıştır. Hiçbir şeyden umudu yoktur, hiçbir şeyi arzulayamıyordur artık. İdealize ettiği burjuva sınıfının sığlığı karşısında dumura uğramıştır. Hiç mutlu değildir. Amerika’ya sırf kibrinden gideceği sırada Elena çıkıp gelir. Martin bu beklenmedik başarısından dolayı Elena tarafından kabul görür, ailesi de Martin’le evlenmesini onaylar Elena’nın. Ancak Martin onların bu ikiyüzlülüğü karşısında iyice deliye döner. “Ünlü bir yazar olmasaydım benden uzak dururdun. Yanıma bile yaklaşmazdın. Çok geç artık” diyerek kovar Elena’yı. Camdan Elena’nın gidişine baktığı sırada kendi gençliğinin hayalini de görür, aşağı inip takip eder onu. Gençliği onu geldiği yere, denize götürecektir.
AİT OLDUĞU SINIFA İHANETİ ONU BU SİSTEMİN KURBANI YAPIYOR
Kitaptan farklı olarak Pietro Marcello, Martin Eden’i öldürmez; ait olduğu yere geri yollar. Jack London’ın “Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim ki? Martin Eden bendim. Fakat Martin Eden bir bireyciydi, bense bir sosyalist. İşte bu yüzden ben yaşamaya devam ediyorum ve bu yüzden Martin Eden öldü.” sözlerine karşılık yönetmenin bu seçimi oldukça özgürleştiricidir.
Marcello bir röportajında “Martin, kendi başarısının kurbanı. Ait olduğu sınıfa ihanet etmesi, onu bu sistemin kurbanı hâline getiriyor.” diye ekler. Bize sürekli bireysel kurtuluş vadeden kapitalist sistemin bizi sınıfımızdan koparmaya çalışması ve doğru olan şeyin tek başına ayakta kalabilmek olduğunu söyleyen modern dünya, filmin başında “Dünya benden daha güçlü, onun gücüne karşı bir başımayım” diyen Martin’e benzer şekilde tek başımızaymışız gibi hissettiğimiz şu ahir zamanda sınıf bilincine ve örgütlülüğe olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor. Ülkemizin henüz yaralarını saramadığı, felakete dönüşen depremin ardından burjuva sınıfının baskı araçları tarafından emekçi halkın nasıl yalnız bırakıldığını ve bireysel kurtuluşun da hiçbir işe yaramadığını birinci elden hepimiz gördük. Bu bağlamda, 14 Mayıs seçimlerinde bir kurtarıcı seçmediğimizi, kendi sınıfımızın ve örgütlü mücadelemizin tek kurtarıcımız olduğunun farkına varmamız, mücadelenin daha ileri boyutlara taşınması için hayati bir önem taşıyor.