Genç hekimler 1 Mayıs’a
“Piyasacı sağlık sisteminin” hem tıp öğrencileri ve hekimler üzerindeki sömürüsüne hem de sağlık hizmetinin kalitesini düşüren uygulamalarına dikkat çekmek istiyoruz.
Fotoğraf: Evrensel
Baran ÖZ
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi
Önümüzdeki 1 Mayıs hem akabindeki seçimin etkisinin hissedileceği hem de Türkiye gençliğinin gitgide ağırlaşan ekonomik koşullar ve baskı koşullarına tepkisini göstereceği bir gün olarak gözüküyor. Tüm ülkede emekçi sınıfların gençliğinin, işçi sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Gününde kendisi için bir platform olarak görmesi, tek adam iktidarının sonlanması ve sömürüye karşı mücadelenin güçlenmesinde manivela işlevi görecektir.
Bu sayfayı ise hekimlik öğrencisi arkadaşlara ayırarak, güncel uygulamalar ve tartışmaların altında olan ya da bazen açık bir şekilde var olan “piyasacı sağlık sisteminin” hem bizim üzerimizdeki sömürüsüne hem de sağlık hizmetinin kalitesini düşüren uygulamalarına dikkat çekmek istiyoruz. Arzu ettiğimiz insanca yaşama ve çalışma koşullarına kendi taleplerimizle katıldığımız 1 Mayıs alanlarında bir nebze daha yaklaşacağımızı öngörüyoruz.
DEFANSİF TIP NEDİR?
Güncel meselelerden biri olan “defansif tıp” terimi bu dönem tıp alanında en yaygın konuşulan konulardan biri. Kavramın iki tane ana dalı var. Pozitif (güvence) ve negatif (kaçıngan) defansif tıp. Pozitif defansif tıp uygulamalarında hekim, kendini korumaya aldığı durumda, her türlü gerekmeyen tetkik istem, radyolojik görüntüleme ve yatış isteminin ertesi bir vakitte incelendiğinde eksiksiz bir şekilde yapılması ve hekimin kendini bu şekilde herhangi bir malpraktis davasında korumasına yönelik argümanlara sahip olur. Negatif defansif tıp uygulamaları ise daha çok kaçınma üzerine kuruludur. Riskli hastalardan kaçınma, riskli ameliyatlar yapmama, riskli hastaları sevk etmek gibi.
Bugün bu gibi birçok pratik günümüz tıp dünyasında sıklıkla sergileniyor. Arkasındaki nedenlerin başında malpraktis davaları geliyor. Biraz daha incelendiğinde ise hekim ve tüm sağlık personellerinin içerisine düştüğü yoğun, uzun çalışma saatleri, kötü koşullarda ve yetersiz personelle sürdürülen çalışma hayatı çıkıyor. Sağlık hizmetinin kalitesini de epeyce düşüren bu durum, bütün suçu sağlık çalışanın üzerine yıkınca buna karşı bireysel koruma da defansif tıp oluyor.
Aslında bu uygulamalar etik olarak tıbbın en önemli ilkesi olan “primum non nocere” yani önce zarar verme ilkesi ile çelişiyor. Bunu bir hocamız, hekimler için ilk ilkenin artık “önce kendini koru”ya dönüştüğünü belirterek veciz şekilde ifade etmişti. Bu kadar yoğun iş yüküne, sağlıkta şiddete ve malpraktis dava düzenine eğer örgütlü ve piyasacı sağlık düzenini hedef alan bir politika ile cevap veremezsek artık koruyacak tek şey gerçekten “birey olarak biz” oluruz.
PARAN KADAR SAĞLIK!
Türkiye’de son 6 yılda ortalama olarak 300 milyonu aşkın poliklinik hizmeti verilmesi, acillerin inanılmaz bir yoğunluk içinde oluşu, Avrupa ülkelerinde bir yurttaş yılda hastaneyi 3 kez ziyaret ederken Türkiye’de 11 kere ziyaret ediyor olması azdırılmış bir sağlık talebinin varlığını ve bunun karşılanmadığını gösteriyor. Karşılanamayan sağlık hizmeti talebi özel sağlık kurumlarına ya da hastane içi özelleştirilmiş sağlık uygulamalarına yönlendiriliyor. Özellikle hastanede vizit attığımızda şu cümleleri çok sık duyuyoruz: “Hastamızın özel kat serviste yatış talebi var.” “Eğer isterseniz mesai dışı öğretim üyesi muayenesi alırsanız cüzi bir miktar karşılığı daha hızlı muayene sırası alabilirsiniz.” Ya da söz konusu yazılması uzun süren radyolojik raporlar olduğunda nazik bir şekilde “Raporun hızlanması için başvuruda bulunabilirsiniz” diyoruz, yani para verebilirsiniz demek istiyoruz. Falanca hastamızın durumu iyi diyerek “SGK ödemese de bu ilaç faydalı deyin, gider alır” diyoruz. Akımızda hep bir soru var: “Ya durumu iyi olmasaydı ne yapacaktı?”
Aslında bunu çok sormuyoruz kendimize, çünkü piyasacı sağlığın sürekli dillendirdiği “Sağlık her şeyden önce gelir” mottosu gereği yoksul hastalar da şifa bulabilmek için borç batağına girmekte, ihtiyaç kredileri çekmekte buluyor kendini. Biz de hiç hoşlanmadığımız cümleleri kurarken buluyoruz kendimizi: “İsterseniz parasını verin, hızlandırın, alın, çözün…” Bu durum sanki sağlık piyasasında halk kaybediyor, hekimler kazanıyor yanılgısına yol açıyor. Halbuki ne hekimler kazanıyor ne hastalar…. Kazanan genelde hastane yönetimleri, medikal ürün satıcıları ve özelleştirilmiş sağlık hizmetleri sunan şirketler oluyor.
SORUNLARIMIZIN KÖKTEN ÇÖZÜMÜ İÇİN NE YAPMALI?
Hem suçlu hem güçsüz durumda gibi gözüküyor sağlık çalışanları ve hekimler. Uzun saatlere ulaşan çalışma koşullarına rağmen birçok arkadaşımız büyükşehirlere pratisyen doktor olarak atanmaktan imtina ediyor. Çünkü hastane yakını tüm semtlerde kiralar 10-15 bin lira olarak seyrediyor. O yüzden birçoğumuz memleketimizi, o zaman yaşadığımız yeri veya ailemizin yanını tercih ediyoruz. Geçen yıllarda yaşanan yoğun eylemler sonrasında hem hekim ücretleri yükseldi hem de intörn hekimlere asgari ücret düzeyinde bir maaş bağlandı. Bu olumlu adımların arkasında hep mücadelenin yattığını unutmadan insanca yaşamak ve çalışmak için örgütlü bir şekilde yan yana gelerek gerçekten demokratik bir Türkiye ve piyasacı sağlık sistemine son verilmesi talebini yükseltmeliyiz.