Siyaset Bilimci Evren Balta: AKP toplumu, muhafazakar-seküler bölünmesine geri çekmek istiyor
Cumhur İttifakının temel kampanya stratejisi, milliyetçi, muhafazakâr seçmeni çekmek, bu seçmenle muhalefetin arasındaki bağı koparmak ve muhalefet içinde çatlak yaratmak.
Fotoğraf, Evren Balta'nın kişisel arşivinden alınmıştır.
Serpil İLGÜN
“Ben biliyorum, sizler soğana, patatese liderinizi kurban etmezsiniz!" Ne milli yerli savaş uçağının, ne İHA’nın SİHA’nın ekonomiyi unutturamadığını gören Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu cümleyi Giresun mitinginde kurdu. Muhalefeti teröristlerin desteklediğini de yenileyerek.
Erdoğan başta olmak üzere, Cumhur İttifakı sözcülerinin seçimi kaybetme olasılığının daha da büyümesi karşısında giderek doz arttırıp keskinleştirdikleri muhalefeti itibarsızlaştırma, halkı kimlik, kültür üzerinden ayrıştırma ve korkutma üzerine kurulu seçim propagandası devam ediyor.
Erdoğan’dan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a, MHP lideri Devlet Bahçeli’den İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya, Hüda Par’dan Yeniden Refah’a, muhalefetin seçimi kazanması darbe olarak nitelendiriliyor, ülkenin işgal edileceği söyleniyor ve “biz bir yere gitmiyoruz, gitmeyi aklımızdan geçirmiyoruz” deniyor. Özellikle sonuncusu, “Erdoğan seçilmezse iktidarı bırakır mı” endişesini diriltiyor.
Cumartesi Söyleşisinde bu hafta, Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Evren Balta ile seçim gününe kadar daha da yoğunlaştırılacağı görülen, kendisini desteklemeyen herkesi terörist, din, vatan düşmanı sayan iktidar söyleminin arka planına ve hedeflerine baktık.
Evren Balta ile ayrıca, Ankara Enstitüsü’nün hazırladığı “Türkiye’de toplum, devlet, siyaset ilişkisine bakmak” başlıklı raporu da konuştuk. Seçmenlerin deprem, göç, milliyetçilik, demokrasi ve Kürt meselesine nasıl baktığını ortaya koyan raporun saha çalışması 21-26 Mart tarihlerinde PANORAMATR tarafından yapıldı. Evren Balta, saha çalışmasından gelen verileri Doç. Dr. Hatem Ete’yle birlikte değerlendirip, raporlaştırdı. Araştırma sonuçları, iktidarın seçim stratejisini anlamlandırmamız açsından da önemli veriler sunuyor.
AKP-MHP iktidarından yorulmuş, değişim isteyen muhalif kesimin yüzde 60’ı oluşturduğu söyleniyor ancak seçime bir hafta kala “Kılıçdaroğlu birinci turda kazanabilir mi” sorusuna net yanıtlar verilemiyor. Belirsizliği yaratan dinamikler neler?
Birden çok nedeni var. Bir tanesi, biz özellikle bu tarz kritik seçimlerde yapılan kamuoyu yoklamalarının ne kadar bir kesinlikte seçimleri tahmin edebileceğini bilmiyoruz. Bu biraz dünyada da böyle, örneğin Trump’la Clinton’un yarıştığı seçimlerde anketlere göre Clinton öndeydi veya Bolsonaro, Lula karşısında ciddi bir oy farkıyla kazanıyordu. Ama öngörülen bu sonuçlar gerçekleşmedi. Dolayısıyla kamuoyu yoklamalarının bize verdiği bilgi ve onlara yönelik şüphemiz var.
Ama bu yoklamalarda dahi Erdoğan’la Kılıçdaroğlu arasındaki fark çok da açılmış değil. Mevcut durumda ilk turda her iki adayın da kazanması zor gözüküyor, ikinci turda ise Kılıçdaroğlu 2 ila 5 puan arasında bir farkla kazanıyor. Ancak iki seçim arasında hem bizi ne beklediğini bilmiyoruz, hem de ne kadar kişinin sandığa gideceğini veya oyunu gelişmelere bağlı olarak değiştirip değiştirmeyeceğini. Örneğin ilk turda oluşan meclis aritmetiği ikinci turdaki oy verme davranışında ciddi bir faktör olacak.
Bir diğeri, Türkiye en azından son on yıldır farklı biçimlerde ve farklı yöntemler nedeniyle adil seçim dönemleri geçirmiyor. Adil seçim dediğimizde sadece bugüne, seçim propagandasına değil, seçim kanunlarının neler olduğuna, medya ikliminin nasıl oluştuğuna, yargı süreçlerine, muhalefete yönelik soruşturmalara, yargılamalara da bakıyoruz. İktidarın seçimleri yöneten kurumlar üzerinde de ciddi ve asimetrik bir gücü, kontrolü var. Tekrarlanan 2015 genel seçimleri ve İstanbul seçimleri seçmenin hafızasında. Dolayısıyla bu seçim sürecine yönelik de seçmenin endişesi var. Ama bütün bunlara rağmen muhalefetin özellikle son dönemde hem kampanyasının ivme kazandığını hem oy oranlarının yükselmeye başladığını görüyoruz. Bu noktada odaklanılması gereken de bu süreç.
İktidarın tehdit, kutuplaştırma, kriminalleştirme söylemini önceki seçimlerden de tanıyoruz ancak 14 Mayıs’a yaklaşırken bu söylem daha da keskinleştirilmiş durumda. Seçimi muhalefetin kazanmasının darbe olarak nitelendirilmesi, kaybettiklerinde iktidarı bırakmayacaklarını ima eden söylemler, Kılıçdaroğlu’na yönelik sahte videoların yayınlanacağı iddiaları sandık güvenliği ve “kaybetseler de gitmezler” endişelerini diriltti. Bu söylemin asıl hedefi ne?
Türkiye’de önemli oranda seçmen istikrardan yana oy kullanmak istiyor ve güçle, kazanacak aktörle ilişkileniyor. Bazı seçmen gruplarının iktidar değişiminin yaratacağı istikrarsızlıktan ciddi biçimde endişe duyduğunu, istikrarsızlık olasılığından hem kendi kişisel güvenliği, hem iktisadi güvenliği açısından büyük bir kaygı yarattığını söylemek mümkün. AKP seçmeni büyük oranda böyle hissediyor. Dolayısıyla bu tarz söylemlerin öncelikle AKP’nin kendi seçmeninin dağılmasını engellemeye dönük bir strateji olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde bu söylemler muhalif seçmende de kaygı yaratıyor ve kampanya sürecine odaklanmasını engelliyor, motivasyonunu düşürüyor. Bu da tabii bu tarz bir negatif kampanyanın ana hedefi.
İkincisi, iktidar blokunun seçmenle kurduğu duygusal ilişki çok uzun zamandır zaten korku ve kaygıyı arttırma üzerine odaklı. Hepimizin içinde negatif ve pozitif duygular var. Seçim dönemleri, bu negatif ve pozitif duygularımızı harekete geçirme üzerine kurulu. Seçim kampanyaları da bunun üzerine inşa edilen kampanyalar. Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı kampanyalarının hangi temel duygulara hitap ettiğine bakarsak, Millet İttifakının “sana söz baharlar gelecek”, “her şey güzel olacak”, sevgi, umut gibi çoğunlukla pozitif mesajlar içeren, seçmenin içindeki kaygıyı yok etmeye yönelik bir kampanya yürüttüğünü görüyoruz.
Bunun karşısında Cumhur İttifakının temel kampanya stratejisi, Millet İttifakı kazanırsa ülkenin elden gideceği, darbe olacağı, terörün iktidara geleceği, şampanya içenlerin dindarları yok edeceği gibi, aslında yine kendi seçmeninde var olan temel kaygı ve korkuları harekete geçirmek.
Son olarak bu strateji ile milliyetçi, muhafazakâr seçmeni çekmek, bu seçmenle muhalefetin arasındaki bağı koparmak ve muhalefetin kendi içinde, özellikle HDP ile Millet İttifakının ilişkisi üzerinden, çatlak yaratmak hedefleniyor.
"BİZİ DEVİRMEK İSTİYORLAR" SÖYLEMİNDE SAHİCİLİK VAR
Korku ve endişeyi harekete geçiren söylemler içinde “Muhalefet, Erdoğan’ı, AKP’yi devirmek istiyor” ifadesi biraz da mizah konusu yapılarak tartışılıyor. Bu ifadenin ne kadar oksimoron olduğunu bunu dile getirenler de bildiğine göre, neden sıklıkla vurgulanıyor?
Hatırlarsanız, “Bizi göndermek istiyorlar” ve darbe söyleminin bu düzeyde ilk dile getirildiği dönem 2013 Gezi olaylarıydı. Batı kaynaklı bir toplumsal hareketin iktidarı götürmek istediğine dair bir söylemsel dönüşüm geçirildi Türkiye’de. Yine hatırlarsanız darbenin tanımı değiştirilmiş ve son derece genişletilmişti. O dönemden beri zaten hep diri tutulan bir darbe korkusu var. Üstelik bu ülke korkunç bir darbe girişimine de sahne oldu. Dolayısıyla darbe söyleminin iktidar seçmeninde bir karşılığı, bir geçmişi var.
Ama tabii seçimler söz konusu olduğunda elbette seçime darbe demek bir oksimoron, çünkü seçimlere her aktör kazanmak ve iktidarı devirmek için girer. Ancak buradaki temel mesele popülist otoriter hareketlerin milleti sadece kendilerinin temsil ettiğini düşünmeleri. Siyasal zihinsel evren bu hareketlerde tam da millet ile parti/lider arasındaki mütekabiliyet ilkesi üzerinden kuruluyor. Kendi aktörlüğünün dışında kalan herkesi, her süreci gayri meşru görüyor. Yani bu bakımdan “bizi devirmek istiyorlar” söylemine inandıklarını da düşünüyorum
Burada iki şey üst üste geliyor: yenilginin bir darbe olacağı söyleminin stratejik bir biçimde kullanılması ile iktidarın siyasal tahayyülünde muhalefetin milletin sahici temsilcileri olarak görülmemesi.
MİLLİYETÇİLİK, KARARSIZLARI TUTUYOR
Peki bu stratejinin etkisiyle ilgili gözleminiz ne? Özellikle Millet İttifakı seçmenini manipüle ederek kafasını karıştırma veya sandığa gitmemesini sağlama ne kadar işler? Yoksa asıl odaklanan kesim, bazı araştırmalarda yüzde 10 olarak ölçülen kararsızlar mı?
Hiç kuşkusuz etkisi var. Bu söylemlerin seçmenin endişe ve korkulara denk gelen, onu arttıran bir etkisi var ama bunun tam etkisini ölçmek çok mümkün değil. Yine de iktidardan kopan seçmenin, tam anlamıyla Millet ittifakına meyletmemesinin bir nedeninin bu artan milliyetçi söylemler olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Sinan Oğan ve Muharrem İnce iktidardan memnun olmayan ama Millet İttifakında bir “milliyetçi eksik” gören seçmenlerden destek görüyor. Ya da örneğin kararsız seçmenlerin hala karasız olmasında milliyetçilik, ya da milliyetçiliğin düzeyi ve ifade ediliş biçiminden memnuniyetsizlik, önemli faktörlerden biri.
SEKÜLER-MUHAFAZAKAR KUTUPLAŞMASI BİÇİM DEĞİŞTİRDİ
“14 Mayıs’ta ya şampanyacılar, ya secdeye değenler kutlama yapacak”, “dini, bayrağı, ezanı olmayanlar Bay Kemal’i destekliyor” söylemleriyle seküler-muhafazakar kutuplaşmasının harlanması, seçim sonrasında nasıl izler bırakacak?
Son 20 yıldır Türkiye siyasetinin temel bölünme hattı seküler-muhafazakar kutuplaşması olmuştu. Millet İttifakını, daha geniş anlamda da muhalefetin, başardığı önemli şeylerden biri, bu bölünmeyi siyasetin ana bölünme hattı olmaktan çıkarmak oldu. DEVA, GELECEK VE SP’nin ittifak içinde yer alması, helalleşme söylemi bu dönüşümde ana uğraklar oldu.
AKP’nin hedefi ise, Türkiye’nin temel bölünmesi olan muhafazakar-seküler kutuplaşmasına toplumu geri çekmek. Çünkü bu, siyaseten rahat ettiği, kolaylıkla konuşabildiği, seçmenini konsolide edebildiği bir bölünme hattı. AKP bu evrenin içinde kalmak istiyor. Orada kaldığı sürece siyasal anlatıyı kurabiliyor. Bugün muhalefetin söylemsel bir üstünlük elde etmiş olmasının, gündemi belirler hale gelmesinin ana nedeni, muhalefetin siyasal anlatısını oradan kurmuyor olması.
Ama şunu da eklemem lazım, bu bölünme ve AKP’nin bu bölünmeyi çerçevelemesi son 10 yılda zaten büyük oranda biçim değiştirdi. Burada artık yeni bir gündemle karşı karşıyayız, evet bir yandan sanki aynı meseleyi konuşuyormuşuz gibi geliyor ama aslında artık aynı yerden, aynı şekilde konuşmuyoruz.
Nasıl?
Bir kere AKP iktidarı ile başörtüsü meselesi gibi temel özgürlüklerin tanınmamasına dayanan çatışma dinamikleri büyük oranda çözüldü. İkincisi son 10 yılda AKP seçmenin temel bağlılığı parti, örgüt, değerlerden ziyade, lider ve lidere duygusal yakınlık üzerinden kurulmaya başlandı. O değerleri temsil eden liderle kurduğu doğrudan ilişki, kendi kimliğinin, hayat tarzının önüne geçmeye başladı. Buna mukabil, seküler-muhafazakar kutuplaşmasının içini dolduran temel meseleler değişti. Yerlicilik, yerli ve millilik anlatısı daha fazla öne çıkmaya başladı. Küresel aşırı sağın gündemini de takip eder biçimde aile, kadın özgürlüğü, cinsel yönelim ana gündemler haline geldi. Yani muhafazakarların özgürleşmesi söylemi yerini muhafazakar kapanma ve baskıya bıraktı.
Muhalefet de biraz evvel ifade ettiğim gibi meseleyi daha geniş bir eksenden kurmaya başladı. Türkiye’nin kurumsal bozulmasına, otoriterleşmesine paralel olarak ana çatışmayı demokrasi, otoriterlik eksenine çekti. Dedi ki, “bu kurumsal bozulmaya, adaletteki bozulmaya, her şeyin bir kişinin iki dudağı arasında olmasına tamam mı diyorsunuz, hayır mı diyorsunuz?” Bir diğer deyişle özgürleşme söyleminin aktörü olarak kendisini kurmaya çalıştı.
SİYASAL AİDİYETLER, DEPREME BAKIŞI DA BELİRLİYOR
Geçtiğimiz günlerde seçmenlerin deprem, milliyetçilik, ekonomi, göç, demokrasi ve Kürt meselesine nasıl baktığını ortaya koyan bir araştırma yayınladınız. Depremle başlayalım. Bu başlıkta pek çok detay var ama en merak edilenlerden biri, seçmenin iktidarın deprem performansını nasıl değerlendirdiği. Yanıtlara göre AKP ve MHP seçmeni iktidarın deprem performansını yüzde 90 oranında başarılı bulurken, muhalefet seçmeni aynı oranda başarısız buluyor. Bu tablo, ortaya çıkan skandallara rağmen kutuplaşmanın deprem meselesinde de korunduğunu mu gösteriyor?
Hemen şunun altını çizeyim. Türkiye’de seçmenin tutum ve davranışlarına baktığınızda, seçmenin ortalaması bize neredeyse hiçbir şey söylemiyor. Örneğin deprem konusunda hükümetin performansına baktığımızda yüzde 40 oranında hükümet başarılı görülüyor. Bu oran Cumhur İttifakına oy verecek seçmen oranına yakın.
Ama söylediğiniz gibi bunu bir biçimde açtığınızda temel tutum ve davranışlarda inanılmaz bir kutuplaşma olduğunu görüyorsunuz. Yani deprem siyasal algıyı ya da tutumu belirlememiş, mevcut siyasal kimlikler, siyasi aidiyet deprem performansının nasıl görüldüğünü belirlemiş.
Bu sonuç tabii biraz zamanlamayla da ilgili. Mesela bir yıl sonra deprem performansını soruyor olsaydık ya da seçimlerden hemen önce sormuyor olsaydık, -çünkü biliyorsunuz ki deprem performansını iktidar da muhalefet de seçimleri kazanmak ya da kaybetmekle çok ilişkilendirdi- kutuplaşmanın etkisinin biraz zayıfladığını görebilirdik. Nitekim ekonomik kriz sorduğumuzda, göç sorduğumuzda kutuplaşma hala çok güçlü olsa da etkisi depreme göre daha zayıf.
Yani bu konulara da yine siyasal kimlikler üzerinden bakılıyor?
Evet, genişçe bir seçmen grubu hemen her konuya sahip oldukları siyasal aidiyetler üzerinden bakıyorlar. Siyasal parti kimliği o kadar önemli ki, örneğin Millet İttifakının terörle işbirliği yaptığına inanıp inanmamak, bunu kimin söylediği ve sizin hangi siyasal kimlikle kendinizi ilişkilendirdiğiniz üzerinden şekilleniyor. Bu tabi hem siyaset yapmanın alanını daraltıyor hem de aynı zamanda seçmen gruplarını kendi evrenlerinde konsolide ediyor. Ancak yine de insanların kendi hayatlarına doğrudan değen olaylar siyasal kutuplaşmanın etkisini azaltabiliyor. Örneğin ekonomik kriz, muhalefetin iktidar yanlısı seçmene konuşabileceği bir alan açmış durumda.
ULUSAL KİMLİĞİN NASIL TANIMLANDIĞI GÖÇ MESELESİNE BAKIŞI DA BELİRLİYOR
Suriyelilere bakış ve geri gönderilmeleri konusunda verilen yanıtlarda, iktidar ve muhalefet seçmeninde deprem konusuna göre daha fazla uzlaşı söz konusu. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Evet, göçmen karşıtlığı Türkiye seçmeninde neredeyse bir uzlaşma yaratmış durumda. Göçmen karşıtlığı bütün seçmen gruplarında yaygın. Ancak iktidar ve muhalefet seçmenlerinde göçmen karşıtlığının şiddeti ya da bu karşıtlığı çerçeveleyen söylemler arasında farklılıklar da var. Siyasal partilerin göçe yönelik söylemleri ve ulusal kimliği nasıl tahayyül ettikleri, göç meselesine bakışlarını da ciddi şekilde şekillendiriyor.
Eğer ulusal kimliği örneğin temelde dini referanslar üzerinden açıklarsanız, gelenlerin kimliğinin sizin dini kimliğinizle aynı olması, göçmen karşıtı tutumu yumuşatabiliyor. O açıdan ulusal kimliğini daha ziyade Müslümanlıkla tanımlayan AKP seçmenlerinde göç karşıtı tutumların, diğer partilere oranla daha yumuşak olduğunu görüyoruz.
AKP seçmeninde göçmen karşıtı tutumların diğer partilere oranla daha yumuşak olmasının bir diğer nedeni de, iktidarda mı, muhalefette mi olunduğunun göç konusundaki tutumu da şekillendirmesi, ona rengini vermesi. Muhalefet seçmeni göç sorununu Erdoğan’ın Türkiye’nin başına ördüğü bir çorap olarak görüyor. Orada şeffaflık olmaması, göçün araçsallaştırılması kaygılarını artırıyor. Öte yandan tabii ki muhalefet de, ülkedeki göçmen karşıtı dip dalganın üzerinde sörf yapmak istiyor. Bununla seçimlerde daha fazla avantaj kazanabileceğini düşünüyor.
“MİLLİYETÇİLİK NE DEMEK?”
Üzerinde sörf yapılan bir diğer temel meselemiz de milliyetçilik. “Kendinizi ne kadar milliyetçi olarak tanımlarsınız” sorusuna 1-10 arası (10 en yüksek olmak üzere) bir değer verilmesi istenen katılımcıların yüzde 50’si, kendisine 10 puan vermiş. Türkiye ortalaması ise 7.85. Milliyetçilik nasıl tanımlanıyor ve partilere göre nasıl değişiklikler gösteriyor?
Bu tarz kamuoyu yoklamalarının sorunlarının en önemlisi “kendinizi ne kadar milliyetçi tanımlıyorsunuz” diye sorduğunuzda, insanların kafasında milliyetçiliğe denk gelen şeyin aynı olmaması. Bu nedenle de biz bir sonraki sorumuzda “milliyetçilik sizin için ne demek” diye sorduk. Katılımcıların yüzde 46’sı için milliyetçilik öncelikle “yaşadığı ülkeyi sevmek”. Yüzde 21’i için “milletini sevmek”, yüzde 20’si içinde “yaşadığı dünyayı, ülkeyi sevmek”.
CHP, İYİ Parti seçmeni başta olmak üzere, muhalefet seçmenleri arasında “ülkesini, toprağını sevmek” yanıtı ilk sırada yer alırken, ikinci sırada “milletini sevmek” yer aldı. Milletini sevmek Memleket Partisi seçmenlerinde en yüksek oranda çıktı. AKP seçmeni de milliyetçiliği en yüksek oranda “Müslüman olmak” üzerinden tanımlayan seçmen. Aslında bu soruda siyasal partiler üzerinden milliyetçiliğin ne kadar farklı çerçevelendiğini ve seçmenlerinde bu çerçeveleri kullandığını gördük.
Ülkede seküler milliyetçilikle dindar milliyetçiliğin ciddi bir ayrışma ekseni olduğunu ve bu ayrışmanın biraz evvel ifade ettiğim gibi göç konusundaki tutumlardan Kürt meselesine dair tutumlara kadar pek çok şeyi şekillendirdiğini iddia edebiliriz diye düşünüyorum.
Burada şunun altını çizmek isterim, her ne kadar AKP seçmeni diğer gruplara kıyasla daha fazla oranda Müslüman olmayı, milliyetçiliğin ana ekseni olarak görse de, bu oran o seçmen grubunda bile çoğunlukta değil. Bir diğer deyişle, bir adım ileri gidip, bu veriyi başka araştırmalar ile de birleştirerek yorumlarsam AKP’nin ulusal kimliği Sünni-dinsel değerler üzerinden tanımlama projesi yaygın bir toplumsal zemine sahip değil.
SEÇMENLER, PARTİLERİNİN DEMOKRASİ TANIMINI ONAYLIYOR
Araştırmanın seçmenin demokrasiye bakışını ortaya koyan bölümünde, Türkiye’de demokrasinin işleyişine en yüksek puanı veren katılımcıların yine AKP ve MHP’li seçmenler olduğunu görüyoruz. AK Partililer ortalama 8,3 puan verirken, MHP’liler 7,7 puan vermişler. Muhalefet seçmenlerinin verdiği puanlarsa beklentiye uygun olarak çok düşük. Bu durum, iktidar bloku seçmenlerinin zaten sorunlu olan demokrasideki gerilemeyi önemsemediklerini mi gösteriyor?
Türkiye’nin demokrasisinin işleyişine verilen puanlardaki büyük açı, aslında muhalefetin neredeyse 2017 referandumundan beri yapmaya çalıştığı şeyin Türkiye siyasal yelpazesinde ve seçmeninde büyük oranda karşılık bulduğunu gösteriyor. O da daha önce değindiğim gibi, Türkiye’nin siyasal bölünmesini ve kırılmasını demokrasi-otoriterlik ekseninde okumak. HDP zaten bu yokluğa hep dikkat çeken bir parti. İYİ Parti ve CHP’nin de otoriterleşmeye ve demokrasi yokluğuna dikkat çekmesi kendi seçmeni tarafından kabul edilmiş görünüyor. Yani aslında Türkiye’nin temel bütün meselelerinde iktidar ve muhalefet seçmenleri olağanüstü farklı tutum ve algılara sahipler. İki ayrı Türkiye’de yaşıyorlar.
Tabii burada, tıpkı milliyetçilik de olduğu gibi, demokrasiyi nasıl tanımladığınız önemli. İktidar partisinin demokrasi tanımının çoğunluk iktidarı ve milletin kendi iradesini lider aracılığıyla gerçekleştirmesi olduğunu düşünürseniz, iktidar partisinin seçmeni bu demokrasi tanımını onaylıyor ve buna denk düşer bir biçimde Türkiye’yi demokrasi olarak görüyor. Dolayısıyla demokrasi söz konusu olduğunda hem farklı demokrasi tanımları arasındaki gerilimi, hem de demokrasi-otoriterlik üzerinden işleyen bir siyasal kırılmayı görüyoruz.
Demokrasi başlığındaki dikkat çekici bir diğer soru, “Türkiye’nin sorunlarını çözmek için kanun ve kuralların dışına çıkılabilir” sorusu. Katılımcıların yüzde 23’ü “çıkılabilir” derken, yüzde 68’i katılmıyor. Bu konuda da en yüksek destek yüzde 44 oranında MHP’li, yüzde 32 oranında da AK Partili seçmenlerden geliyor. Ama esas ilginç olan genç seçmenlerin bu önermeye, 55 yaş üstüne göre daha fazla destek vermesi. Bu bize ne söylüyor?
Öncelikle, her dört seçmenden biri “sorunların çözülmesi için kanun dışına çıkılabilir” demiş. Bu oran söyle bir soru için düşük bir oran değil ve demokrasi açığının ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. En fazla MHP ve AKP seçmenin de bu onayın olması ise yine bu seçmenlerin demokrasi anlayışları, milliyetçi tutumları ve iktidarda olmakla, ulusal güvenliği öncelemeleri ile ilişkili. Buraya dair, genç seçmenleri de içine alan bir diğer yorumum şu olabilir; Demokratik meşruiyeti iki temel eksen üzerinden görebilirsiniz. Bir tanesi performans meşruiyeti.
Nedir performans meşruiyeti?
Performans meşruiyeti iktidarların vatandaşların sağlık, güvenlik, iş gibi temel ihtiyaçlarını karşılama performansına işaret eder. Bu özellikle popülist iktidarlar için önemlidir. İktidara gelen popülist siyasetçiler kurumlara ve kurallara dayanan demokratik meşruiyeti önemsizleştirip, performans meşruiyetinin altını çizerler. Bu durum zaman içerisinde kurumlar, kurallar ve ilkelerin zihinlerde önemini kaybetmesine yol açar.
Gençlerin desteği, 20 yıldır performans meşruiyetine dayanan bir sistemde büyümüş, onunla sosyalleşmiş olmakla ilgili görülebilir. Zira onların zihinlerinde demokratik meşruiyet deneyimle filizlenmedi. Ama bir yandan da gençlerin yaşadığı güvencesizlikle, bireysel güvenliğe duydukları arzuyla da ilişkili olarak görülebilir. Zira biz başka bir araştırmada bunu sormuş, ardında da ulusal güvenlik-bireysel güvenlik ikilemini konu alan sorular sormuştuk. Örneğin gençler ulusal güvenliğe diğer yaş grupları kadar önem vermiyorlardı. Kuralların ulusal güvenlik için değil, hizmet için ihlal edilebileceğini düşünüyorlardı.
Ama diğer pek çok veride olduğu gibi, bu veride sadece o anın fotoğrafını çekiyor. Başka araştırmalarda farklı şekillerde sorulduğunda, gençlerin siyasal değişim arzusunun çok yüksek olduğunu da görüyoruz. Dolayısıyla buradaki onay, siyasal değişimden yana olmadıkları anlamına gelmiyor. Gençlerin zihinsel dünyası üstüne daha çok düşünmemiz, daha çok araştırma yapmamız gereken konulardan bir tanesi.
KİŞİSEL ÇIKARIN ÜZERİNE, KOLEKTİF ÇIKARIN KONULMASI GÜÇLÜ BİR EĞİLİM
Araştırmada katılımcılara, “Devletin güvenliği, vatandaşların haklarından önce gelir” önermesine katılıp katılmadıkları da sorulmuş. Yüzde 49’u katıldığını söylemiş. “Katılıyorum” diyenlerin büyük çoğunluğunu yine AKP ve MHP seçmenleri. Bu sonuç, iktidarın ekonomiyi de unutturmak için SİHA’lar, tanklar, uçaklar üzerinden kurduğu propagandayla ve “bu seçim soğan patates diyenlerle, önce vatan diyenlerin seçimi” söylemiyle de örtüşüyor, ne dersiniz?
Çok örtüşüyor, çünkü Türkiye’nin siyasal kültüründe ve üzerine konuştuğumuz pek çok şeyde kişisel çıkarın üstüne bir kolektif çıkarın konulması güçlü bir eğilim. Yani, “ulus güvende olacak ki, sen de güvende olasın”, “ulus güçlü olacak ki sen de güçlü olasın!” Araştırma verileri, “Evet, ulus kötü bir zamandan geçiyor olabilir, bazı açılardan size vaat ettiği şeyleri vermiyor olabiliriz ama eğer yeterince beklerseniz bu zor zamanda küresel olarak da güçlenmeye devam ediyoruz” söyleminin, iktidarın kendi seçmen tabanında yankı bulabilecek bir söylem olduğunu bize gösteriyor.
Dönüp dolaşıp aslında hep aynı noktaya geliyoruz, farklı seçmen gruplarının birbiri ile konuşabildiği, kutuplaşmanın bu kadar keskin olmadığı bir siyasal kültürü nasıl inşa ederiz? Yoksa artık bu yeni dünyada aynı ülkede yaşadıklarımızda aynı duygusal, siyasal evreni bir daha asla paylaşmayacağımızı kabul mü etmeliyiz? Eğer bu durum ikincisiyse, bu yeni dünyada demokrasi ve demokratik temsil biçimleri üzerinde radikal bir biçimde yeniden düşünmeliyiz.