Yeşil Sol'dan TİP'e, Togg'dan soğan fiyatına nasıl bir sınıf siyaseti?
Deneyimlerini, kazanımlarını unutmuş kesimlere bunu hatırlatarak "Başka bir hayat mümkün" demek gerekiyor.
Fotoğraf: Evrensel
Ekinsu Devrim DANIŞ
Murat UYSAL
İstanbul
14 Mayıs’a sayılı günler kala İstanbul 3. Bölge'de halkın farklı kesimlerinden eğilimleri takip etmeye devam ediyoruz. Bu süreçte yan yana geldiğimiz farklı sektörlerden işçilerle yaptığımız sohbetlerden, mahalle toplantılarından, gençlik buluşmalarından yola çıkarak temel olarak tek parça ve bütünlüklü bir eğilimin hakim olmadığı söylenebilir. Nedenleri farklılaşmakla beraber büyük bir değişim beklentisi ve umudunun olmadığı da öne çıkan gözlemlerden biri. Tam da bu nedenle “Kritik bir dönemeç” olarak tarif edilen seçimler böylesi bir coşkudan da yoksun.
15 Mayıs'ta kendi çalışma ve yaşam koşulları açısından köklü değişimlerin olacağı bir sabaha uyanmayacağının farkındalığı ile beraber bugüne kadar “vaat” siyasetçiliğine yedeklenmeye çalışılmış örgütsüz işçi kesimlerinin kendi deneyimleri ile siyaset yapma biçiminde de bir yarık oluşmuş durumda. Özellikle enflasyon, düşük ücretler ve hak kayıpları altında ezilmiş işçilerin örgütlü tepkilerinin yansıyacağı beklentisinde olmamız ve seçimden iki hafta önce gerçekleşen 1 Mayıs’ın da benzer şekilde beklentinin altında bir coşku ile geçmesi de bundan bağımsız değil. Dolayısıyla, 15 Mayıs sabahına uyanan bu işçi ve yoksul halk kesimlerinin gerçekliği göz ardı edildiğinde “Bahar gelecek” vurgusu da muhalefetin çeşitli kesimleri açısından bir illüzyon da yaratabiliyor. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda yurttaşlarla yaptığımız buluşma ve sohbetlerdeki tablo da farklı kaygı ve ihtiyaçlar temelinde değişkenlik gösteriyor.
***
EMEP’in Yeşil Sol Parti listelerinden İstanbul 3. bölge Milletvekili Adayı İskender Bayhan ve Levent Gökçek ile Arnavutköy’de kalabalık bir ailenin evine misafir oluyoruz. Arnavutköy çoğunlukla Erzurumluların yaşadığı, tekstil atölyelerinin yoğunlukta olduğu bir ilçe. Parça başı işlerin de yaygın olarak yapıldığı ilçede misafir olduğumuzun evin girişinde de bağcıkları takılmak üzere bekletilen ayakkabılarla karşılaşıyoruz. Bu zamana kadar HDP’ye oy vermiş ama bu seçimlerde özellikle evin gençlerinin TİP’e oy vermeyi düşündüğü bir tartışmanın içerisinde buluyoruz kendimizi.
ERDOĞAN KARŞITLIĞI ÜZERİNDEN SİYASET YAPABİLMENİN CAZİPLİĞİ
“Bu zamana kadar HDP’ye oy verdik ama seçilmişlerin yerine kayyum atadılar ve artık boş oya döndü bizim irademiz de. En azından şimdi TİP ile beraber kendi arkadaş çevremizi de daha rahatlıkla katabileceğimiz bir alan açıldı. Terörist damgası yemekten de bıktık artık, nefes alalım istiyoruz” diyor TİP’e oy vermeyi düşünen gençlerden biri. Bu durum, gençlerin kendi arkadaş çevresi ile yaptığı tartışmalar açısından daha rahat siyaset yapabildiği ve özellikle Kürt sorunu gibi meselelere direkt girmeden de Erdoğan karşıtlığı üzerinden siyaset yapabilmenin cazipliği olarak açıklanabilir. Erdoğan karşıtlığı üzerinden yapılan muhalefetin TİP’e duyulan sempatiyi artırdığına dair başka buluşmalarda da benzer gözlemlerde bulunduk.
TİP’İN ETKİSİ SADECE BİR SOSYAL MEDYA POPÜLERLİĞİNİN ÖTESİNDE
Depremden sonra yapılan çalışmalarda TİP’e üye olan bir başka genç tahayyül ettiği gibi sosyalist bir örgütlenme içerisinde olmadığından yakınsa da bu sorunun yarının gündemi olacağını, bugünün aciliyetli meselesinin Erdoğan’ı göndermek üzere sert bir muhalefet yapma gerekliliği olduğunu düşünüyor. Esenyurt oto sanayilerinde çalışan emekçilerden çeşitli sektörlerde çalışan işçilere ve ev emekçisi kadınlar ile yaptığımız sohbetlere varana dek aldığımız yanıtlar düşünüldüğünde TİP’in etkisinin sadece bir sosyal medya popülerliğinin ötesinde olduğu anlaşılıyor. TİP, destekçilerini fikri olarak da Erdoğan ve saray karşıtlığına indirgenmiş bir siyasete kazanmış. Bu nedenle gittiğimiz yerlerde seçim sonrasındaki asıl belirleyici muhalefetin işçi ve emekçilerin örgütlü gücü olduğunu belirttiğimizde “O yarının sorunu” diyen muhalif kesimlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Yine kendi yaşamındaki zorluklar, geçim kaygısı, geleceksizlik gibi gençliğin temel sorunlarından doğru muhakeme geliştirmekten uzaklaştırılmış gençlerin arayışına cevap olarak mevcut iktidarın gidişine odaklanmış TİP’in de ivme kazanmasına neden olan bu siyaseti işçiler arasında da gözlemliyoruz.
KAMERAYI SAKLASAN BELKİ BİLDİRİYİ ALIRLAR
Evin girişinde bekletilen ayakkabıların belirlediği maddi koşullar, parça başı işçilik ve ailenin geçimini sağladığı tekstil atölyelerindeki koşulları ile bağıntısını kurmaya yönelik açtığımız tartışmalardan ziyade seçim aritmetiği konuşmanın cazipliğini, Esenyurt’ta konuşlanmış fabrikalardaki emekçilerde de izliyoruz.
Dünyanın en büyük 27. şirketi olan LC Waikiki işçileriyle cuma namazı öncesinde sohbet ediyoruz. “Emeğinizi sömüren LCW patronu ile aynı partiye oy vermeyin” diyerek konuşmayı açıyor Bayhan. Genç işçiler “Günahımızı bile vermeyiz o patrona, ne oyu” derken Yeşil Sol Parti amblemini gören işçiler “Ziyan etmeyin kağıdı, benim oyum zaten size” diyerek geçiyor. Karşıt görüşlüler ise eliyle Rabia işareti yaparak rengini belli ediyor. Hemen hepsi uzun sohbetlerden ve yan yana görünmekten endişe ederek uzaklaşıyorlar.
Benzer bir manzarayı aynı gün gittiğimiz Mercedes işçilerinde de görüyoruz. Türk Metal’in örgütlü olduğu, işçilerin alım gücünün seneler içerisinde neredeyse yarı yarıya eridiği Mercedes’te işçiler durup sohbet etmek bir yana bildirileri almaktan bile çekiniyorlar. Hızla fabrikaya yönelen işçilerden biri yanaşarak, “Ağabey kamerayı görüyorlar bildiriyi almıyorlar, kamerayı saklasan belki bildiriyi alırlar” diyor.
Akşam saati mesai değişiminde Türkiye’nin en büyük ayakkabı firmalarından bir olan Gezer’in önünde daha kalabalık bir işçi grubuna sesleniyor Bayhan: “Patronunla aynı partiye oy verme”. Bildiri dağıtımı esnasında özellikle AKP’li ve muhalif işçilerin uzun süredir kendi içlerinde sürdürdüğünü anladığımız tartışmalar da alevleniyor. Bir işçi, “Makarnacı bunlar, boşuna vermeyin bildiri” diyerek diğer işçilere laf atıyor. İşçilere fabrikadaki atmosferin nasıl olduğunu sorduğumuzda ise çalışma koşullarına dair gerçeklikleri tartışmak yerine yüzdelik oranlar ile işçilerin ağırlıklı olarak hangi partilere oy atacaklarını anlatıyorlar.
ÇALIŞMA HAYATI ÖZEL İLİŞKİ GİBİ ALGILANIYOR
Elbette işçi buluşmalarının hepsi bu şekilde geçmiyor. Uzun uzun ev sohbetleri, iş yeri ziyaretleri de oluyor ancak işçilerin siyaseti oy vermekle sınırlı gören eğilimi sohbetlerin daha genel bir çerçevede ilerlemesine sebep oluyor.
Bayhan’a sık gelen “Vekil olduktan sonra da gelecek misiniz” sorusunu kendi koşulları üzerinden değil genellikle vaatçilik üzerinden soruyor. Ödeyemediği kirasını, sendikasızlığını, çalışma koşullarını, geçinebilmek için gittiği ek işi siyasetin konusu olarak görmüyor. Bu konular ancak işçilere sorunca anlatılan, yine işçiler tarafında hızla geçiştirilen konular haline geliyor. Sandığa bağlı siyaseti mesai arkadaşının atacağı oy üzerinden tartışıp, hâlâ iktidara oy vermesinden yakınıyor. Çalışma ve yaşam koşulları üzerinden kurulan bir siyasete 14 Mayıs’ta böyle bir birlikteliğin değişimini tahayyül edemiyor. Çünkü işçiler çalışma hayatında karşı karşıya geldiği zorlukları vekil adayı ile tartışmaya değer bir problem, ya da siyasetin bir parçası olarak da görmüyor. Ustabaşı ile arasındaki gerilim, fabrikadaki disiplin mekanizmaları ya da ek mesai ücretlerinin yatırılmaması gibi gündelik sorunlarını kendi “özel” sorunları olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla işçiler, fabrikada gündelik olarak deneyimlediği temel sorunları etrafında bir araya gelmek yerine, kendi bireysel stratejileri doğrultusunda baş etmeye çalışıyorlar. Çalışma hayatı onun artık diğer işçi arkadaşları ile bile konuşmadığı siyaset dışı, özel sorunu iken; ülke ekonomisi, büyük yatırım ve projeleri konuşmak daha öncelikli gelebiliyor.
HALKTAN KOPUKLUK DEĞİL DEVAMLILIK
Burjuva gerici iktidarın belki de en büyük kazanımlarından biri haline gelen bu siyaset yapma biçimi, işçilerin kendiliğinden gelişen sınıfsal çıkarları doğrultusunda muhakeme yapma yeteneğini de körelterek siyaseti sınıflar üstü bir bağlama çekmiş durumda. Bu durum muhalif işçiler açısından tartışmaları oy aritmetiği ve matematiksel hesaplarına sıkıştırırken; AKP’ye oy vermeyi düşünen işçiler açısından da “Büyük ve güçlü Türkiye” söyleminin karşılık bulmasına sebep oluyor. Fakat işçiler açısından teknolojik ilerleme ve büyük projelerin yarattığı etki o kadar da “soyut” ve “söylemsel” bir alanda üretilmiyor. İşçiler yerli otomobil Togg’un ya da TCG Anadolu gemisinin sergilendiği törenlere gidiyor, “yerli ve milli” olarak lanse edilen yatırımları gözüyle görüyor ve o kalabalık içerisinde üretilen “gururlanma” duygusunun da kolektif bir parçası olabiliyor. Peki soğan ve patatesin tartının diğer tarafındaki Erdoğan ile ölçülmesi sahiden doğru bir denklem mi?
İstikbalin Yüzyılı Tanıtım Programı’nda konuşan Erdoğan şöyle bir ifade kullanıyor: “Biz Türkiye’yiz. Biz Türk milletiyiz. Bizi gerçeklikten kopmakla itham edenleri, umutlarını bağladıkları hayallerden uyandırmaya tek başına KAAN ve Hürjet bile yeter.” Sahiden de bir süredir Erdoğan nezdinde AKP’nin halktan ve halkın gerçekliklerinden kopukluğuna dair bir politika izlediğine dair muhalif kesimde bir konsensus mevcut. Bu tespit, AKP’den önemli kopuşlar olacağına ve bunun sandığa da yansıyacağına dair bir öngörü ile birlikte ilerliyor. Oysa AKP, bugün kendini sömürenler ile aynı partiye oy veren yoksul halk kesimlerinin ana gövdesini devletin ve milletin çıkarlarını ortaklaştıran bir siyasete angaje etmiş durumda. Dolayısıyla işçi sınıfının politika yapmayan ve salt geçim kaygısı ile sınırlı bir fikir dünyası olduğuna dair yanılgı, teknolojik gelişmelerden kabaran milli ideolojik yaklaşım ile “ekonomi”nin karşı karşıya getirilmesi gibi bir yanlış denklem de üretebiliyor. Erdoğan’a “Sizler ne soğana ne patatese liderinizi kurban etmezsiniz” dedirten ise onun “halktan kopukluğu" değil; aksine inşa ettiği bir muhakeme yapma biçiminin devamlılığıdır.
Bu nedenle, politik alandan azade kaba bir ekonomik teşhirin işçilerde karşılık bulması da pek mümkün olmayabiliyor. Yerli ve milli olarak lanse edilen Togg’un her parçasının yabancı firmalar tarafından üretildiği gerçekliğinden yola çıkarak, uluslararası burjuva tekelleri ve yerel sermaye odaklarının iş birliğini tartışan bir emperyalizm eleştirisi, üretim süreçlerinin göbeğinde olan emekçiler için anlaşılmaz olmayacaktır.
BAŞKA BİR HAYAT MÜMKÜN
İşçilere başka bir hayatın mümkün olduğunu daha açık biçimiyle anlatmak gerek. İşçi patatesin, soğanın fiyatını bilmiyor değil. Ekonomideki kötü gidişatın kendisini etkilediğinin de farkında, yapılan teşhirin çok daha ötesinde hayatlar yaşıyorlar. Günde 15-16 saat çalışmayı, yeterli beslenememeyi, giyinememeyi, çocuklarına bir gelecek bırakamamayı kabullenmiş, alacağı zam oranını yaptığı ek işle beraber cebine girecek para üzerinden hesap eden işçiye ek iş yapmak zorunda kalmadan yaşayabileceği bir hayatın mümkün olduğunu anlatmak gerekiyor. Her gün yaptığın teşhiri kabullenmiş kesimlere, artık teşhirin ötesine geçip doğrudan sosyalizmi anlatmanın zamandır. Yalnız sosyalizmi düz bir AKP karşıtı propagandaya sıkıştırmadan bağdaştırmadan, sosyalizmi bu sanmadan. Deneyimlerini, kazanımlarını unutmuş kesimlere bunu hatırlatarak "Başka bir hayat mümkün" demek gerekiyor.
PARLAMENTOYU İŞÇİ SINIFININ MÜCADELESİNİN BİR PARÇASI HALİNE GETİRMEK
Çalışmasını emekçilerin mahallelerinden, evlerinden, iş yerlerinden kuran örgütlenmeye buradan başlayan emeğin adayları; bugüne kadar süregelen dar ekonomik teşhirin ötesine geçebilir. Bu meseleye dair Bayhan, “İşçi sınıfının temsilcileri olarak parlamentoya gitmek, parlamentoyu işçi sınıfının mücadelesinin bir parçası haline getirmek, Meclisi de mahallelerden işyerlerinden doğru gelen çalışmaya dahil” diye tarif ediyor.