Sevdanın şairi Ahmet Telli
İnanmışlığından dolayı başkasının kendine çocuksun sen dediği için o da “Çocuksun sen” demiş kendi gibi yürekli sevdalılara.
Ahmet Telli | Fotoğraf: Birkan Bulut/Evrensel
Tacim ÇİÇEK
Kimi aydınımız, yazarımız, şairimiz, edebiyat insanımız vardır ki oradan buradan arakladıklarıyla dolaşır ortalıkta. Gözlerinde “at gözlüğü” varmışçasına çevresinde olup biteni görmez. Görmezden gelir. Dilsiz gibi, konuşmaları gereken yerde konuşmaz. Hiçbir eylemde bulunmaz. Teslimiyetçi ve uzlaşmacı oldukları yetmezmiş gibi, kendilerine inananları kendilerine benzetmeye çalışır. Yarattıkları gettolarda, düş dünyalarında mutlu ve bahtiyardır. Etliye, sütlüye karışmaz. Denizde bir canlı neyse, onlar da öyledir bir bakıma. İdeolojiler üstü, tarafsız olduklarını söylerler sık sık. Fakat dostlarıyla(!) bir masa başında ve birine konuk olduklarında, alkolle büyülendiklerinde eskiden ne kadar hızlı olduklarından devrime, sosyalizme, gerçekçiliğe inandıklarından söz eder. Bu uzun bir koşuymuş gibi, bayrağı daha genç koşuculara bıraktıklarını söyler ve bu nostaljiyle bir övünme ve kendine pay çıkarma krizine tutulurlar.
YANGIN YILLARI
Telli, sevdası damarlarında kanıyla birlikte dolaşınca bedenini, tutamamış kendini ve atılmış o “yangın yılları”na. Dayatılan olumsuzluklar karşısında insanın insana “Hüznün isyan olur” dediği bir mevsimmiş. İnanmışlığından dolayı başkasının kendine çocuksun sen dediği için o da “Çocuksun sen” demiş kendi gibi yürekli sevdalılara. Kendi gibi güzel insanların “Saklı kalan” ümitlerinden ve insani beklentilerinden söz etmiş. Kendi gibi olan ve o sevdaya inanan başkalarının alanlardaki, fabrikalardaki, tarlalardaki sesi olmuş. Yalnızca tanıklık etmemiş. Tanıklığı yanında, kavgaya da katılmış. Bazen kendi gibi sevdalıların yaptıklarını yetersiz görmüş, buna karşın kendilerinin kavgasını da içinde erittiği “Dövüşen anlatsın” diyerek, gerçek sevdalıları dillendirmiş. O yangın yıllarının ülkeyi ve insanımızı yaktığı o karanlık dönemde ve o ateşin sahipleri, yangın kendi saraylarına, canlarına ulaştığında, şairimiz de binlerce güzel insanla günlerce gözaltında kalmış.
Telli, 2 Aralık 1946’da Çankırı’nın şu an Karabük’e bağlı Eskipazar ilçesinde doğdu. Hasanoğlan ve Kayseri Pazarören, Pınarbaşı Öğretmen Okullarında eğitim gördü. Öğretmen okulundan sonra dört yıl ilkokul öğretmenliği, sonra da Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirince de birçok il ve ilçenin liselerinde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. 1981’de Gazi Eğitim Enstitüsünde öğretmenken, sıkıyönetimce tutuklandı. Görevden alındı. Aynı yıl, TCK’nin (o zamanlar) 141, 142 ve 146. maddelerinden yargılandı. 141 ve 146’dan beraat etti. Cigerhun’un şiirleri üstüne yazdığı yazıdan ötürü 142’den kısa süre hüküm giydi. Aslında gerçekçi şairin gerçekçi şiirler yazması için gözaltında kalması gerekmiyor. Başkalarının yaşadıklarını da kendi yaşamış gibi anlatabilen kişidir şair dediklerimiz. O da bunu başarabilmiş ender şairlerden. İçeride yaşadıklarını “Su Çürüdü” ile kalıcılaştırmış. Kabalığa düşmeden. Estetik düzeyle, politik duruşu sentezleştirmiş. “Barbar ve Şehlâ” da ise günümüzün ama aynı zamanda da benzeri geçmişte yaşanmış kıyımlara, savaşlara, zulümlere daha farklı ve özgün biçimde yaklaşmış.
ÖZGÜN, AYKIRI VE YETKİN
Ismarlama konulara bel bağlamadığı için özgün, aykırı ve yetkin bir şair o. Neyi, nasıl yapacağını biliyor. Biliyorum, her benzetme hatalı ama yine de benzetme yapmak istiyorum: Dünyaya gelen her insanı, özellikle de şairi, yazarı, yer üstüne çıkan akar “su”ya benzetirim. Nasıl ki bu su zamanla bir ırmağa dönüşürse etrafında akan başka mini mini derelerle, çaylarla… Gerçek bir şair de yazdıkları kendisi olduğundan kendine başka sular katsa da, o yoluna aynı ırmak olarak devam eder. Yatağını derinleştirir ve dünyanın kendine benzeyen ırmaklarıyla buluşmak için şiir denizlerine akar. Bu yüzden kaç kitabı olursa olsun, adları farklı da olsa, böyle şairler “aynı şiir”i yazar. Bundandır ki Telli bütünüyle “sevdanın şairi” olarak adlandırılabilir. Çünkü sevda sözcüğünün geçmediği hiçbir şiiri yok gibi. Zaten insana, hele duyarlı olana da “sevda” sözcüğü çok yakışır.
Kitapçılık, yayımcılık yaptı. Çeşitli yayımevlerinde yönetici ve editör olarak çalıştı. 1993’te mahkeme kararıyla öğretmenliğe döndü. Bir süre sonra emekli oldu. İlk şiiri 1961’de yayımlandı. 1972’de Cengiz Tuncer’in Kerkenez adlı romanı üstüne yazdığı ilk yazısına Varlık Dergisi Eleştiri Ödülü ikinciliği verildi. ’70’li yıllarda daha çok deneme, kitap tanıtma yazıları yazdı. Kitaplarını 1979’dan sonra yayımlattı. Ahmet Telli’nin hem çok kıskanıldığını, hem de çok eleştirildiğini düşünüyorum. Bu eleştiriler, daha çok düzeysiz dedikodulardan öteye geçmiyor. Oturup, onun şiiri hakkında söz edemeyenler, yalnızca sinek küçük mide bulandırır türünden söylemlerle, onu yıpratmaya çalışıyor bence. Öte yandan da, bir çeşmeyi açtığınızda su nasıl ki şırıl şırıl akarsa, onun şiiri de öylesine bir örgüye ve bütünlüğe sahip. Sözcük ekonomisine, duyguları iç-konu olarak rafine biçimde dillendirmeye özen gösterdiği için dokusu, işçiliği sağlam şiirler dokuyor, akıl tezgahında. Telli de şiirin sesçil olduğunu düşünen ve savunan bir şair. Bu yüzden de böyle bir şiirden yana. Onun şiirlerini, başkaları seslendirse de, türküleştirip okusa da, en iyi giden sesin kendi sesi olduğunu düşünüyorum. Kendi sesinden “Kalmalısın” (1994) ile “Kül ve Kil”i (1997) ya da bir etkinlikte onu dinlediğinizde dediğimi anlarsınız.
Telli’yi, birçok şairden ayıran özelliklerden biri de şiire, yaşamın gerçekliklerine dair derinlikli bilgiye sahip olmasıdır. O, bu yüzden 1972’den beri, çeşitli gazetelerde ve dergilerde şiire, yaşama ve insana dair yazılar yayımlattı. Halen de bu çabasını sürdürüyor. Yani, bizde yaptığı işle ilgili temel bilgisi dâhi bulunmayan çok yazardan, şairden donanımlı, birikimli biri. “Sulara mı Yazıldı” (2001) ve “Ben Hiçbir Şey Söylemedim” (2001) adlı kitapları bu dediğimin yalnızca bir bölümü. Yanılmıyorsam Telos’tan çıkmıştı ve bana da imzalamıştı. (Yaşamın Özge Yorumu adlı öykü kitabımın ikinci baskısını aynı yayınevi yapmıştı.) “Buradayım Sözümde” (2005), “Neylersin” (2012), “Söylesen” (2014), “Görsen” (2016), “Dinlersen Anlatırım” (2020) O, içselleştirmediği, burnunun direğini sızlatmayan hiçbir konuyu şiirleştirmeye, yazmaya çalışmadı. İşte, her zaman için geçerli ve okurla buluşan, örtüşen, ete kemiğe bürünen şiirler soğurmasının nedeni bu olsa gerek.
SESİNİN DE RENGİ KENDİNE ÖZGÜ
Şiirleri gibi sesinin de rengi kendine özgü. Dinlediğimde beni etkileyen ve alıp Ankara’da bulunduğum öğrencilik yıllarıma götüren bir yanı var. Orada, o yıllarda onunla tanışmadım. Böyle bir şairden haberim yoktu. Yıllar sonra onun Konur Sokak’taki Dost Kitapevi’nin yayınları arasında çıkan beş kitabını aldığımda güzel bir yaz günüydü ve yıl 1985’ti. “Su Çürüdü”sünü beğendiğimi, bu şiirinden etkilenerek “Anahtar Deliği” isimli öykümü yazdığımı söyledim ona. O, renkli ve gülen gözleriyle baktı, “ne güzel” dedi. Edebiyatçılar Derneğinin kuruluş kokteylinde… Damar dergisinin ve yayınlarının sahibi has Şair Özgen Seçkin’den dolayı da görüşmelerimiz oluyordu…
Ahmet Telli’nin bende bütün kitapları var. “Belki Yine Gelirim”deki ilk şiir olan “Kalbim Unut Bu Şiiri” adıyla çıkan “seçmeler” de... Kendi sesinden şiir kasetlerini Özgen Seçkin hediye etmişti bana. Sandıklı’da öğretmenlik yaptığım yıllarda, Ankara’ya giderdim. Özgen Seçkin’de kalırdım. Sanattan, edebiyattan ve Damar’da yayımlanan kimi eleştiri yazılarıma gelen ‘Ona niye yer veriyorsun, yazılarını yayımlama,’ türünden serzenişleri konuşurduk. İşte böyle bir sohbetin olduğu iki günden sonra birlikte döneceğimiz günlerin birinde işittim sesini Ahmet’in… Özgen, Didim’e gidecekti. Beni de Sandıklı’da bırakacaktı. Soğuk ve yağmurlu bir Ankara sabahıydı. Yağmur çiseliyordu. Sonbaharın ilk günleriydi. Ortalık karanlıktı adeta. Telli’nin ikinci kaseti yeni çıkmıştı. Özgen, “Bu yolculuk böyle geçmez,” dedi ve kasetlerden birini koydu teybe. İlk şiirden itibaren tüylerim diken diken oldu. “Su Çürüdü”yü, “Belki Yine Gelirim”i, “Gidersen Yıkılır Bu Kent”i ve diğerlerini pek çok kere kendim okumuştum, başkalarından da dinlemiştim, ama hiçbirinin beni, bu kadar etkilemediğini ancak o zaman anlamıştım.
SANAT VE İNSANA KARŞI SORUMLULUK
Onun yaşamında edebiyat, şiir, sanat ve insana karşı sorumluluk vazgeçilmezlerinden. Yazdıklarıyla da kendini doğrulayanlardan biri... Çünkü ilk şiiri daha 15 yaşındayken yayımlanmış. (1961) Telli’nin seçme şiirler ve toplu şiirleri de dahil on bir şiir, yedi düz yazı, deneme, iki de kendi sesinden şiir kaseti, bir de Arkadaşlık Günleriydi adında öykü kitabı var. Şiirlerinin birçoğu bestelendi. O, yalnızca cezalandırılan bir şair değil, aynı zamanda ödül de alan biri. 1980’de “Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü”nü çok sevdiği bir dostuyla (Sivas’ta yakılarak öldürülen) Metin Altıok’la paylaşmış. (Hüznün İsyan Olur’la) 1981’de “Yazko Şiir Özendirme Ödülü”nü (Saklı Kalan’la), 1982’de (Su Çürüdü’yle) “Nevzat Üstün Şiir Başarı Ödülü”nü, 2011’de Altın Portakal Şiir Ödülü’nü Nida kitabı ile 2020’de ise PEN Türkiye Şiir Ödülü’nü almış.
Ahmet Telli, her kitabında yeniden doğan, ama yeni çalışması bir öncekini de içine alarak aşan bir şair. Şiirinin gerisine düşmeyen şairlerden... Birçok dergide, gazetede yazdı Telli ama bir zamanlar Damar’da “belki” başlığı ile şiir tadında yazılar da yazdı Ahmet. Birçok yönüyle şiiri İsmet Özel ve Atilla İlhan sentezi gibi düşünülür, yazılır, söylenir. Ben onu, sesini bulmuş, yatağını derinleştirmiş özgün bir şair olarak görüyorum.