27 Mayıs 2023 05:10

Sosyolog Sevinç Doğan: Sandıklara gitmek ve kararlı olmak önemli

Otokratlar, popülist otoriter liderler siyasetin gerçekler üzerinden yapılması gerektiğini düşünmüyor. Çünkü önemli olan propagandanın gerçek olup olmaması değil, inandırıcılığının olup olmaması.

Fotoğraf, Sevinç Doğan'ın kişisel arşivinden alınmıştır.

Paylaş

Serpil İLGÜN

Daha her şey bitmedi, son bir şansımız var!

14 Mayıs sonuçlarının muhalefet cephesinde yarattığı şok ve hayal kırıklığının toparlanma sloganı bu oldu. Kalp işaretlerinin yerini “onları da göndereceğiz, bunları da ezeceğiz” söyleminin alması tadı kaçırsa da, yalan, hile ve manipülasyonla ilk turu önde bitiren tek adam rejimini tarihe gönderebilmek için yarın hem oy kullanma, hem de oyu koruma yönündeki motivasyon güçlenmiş durumda.

Sinan Oğan ve Ümit Özdağ’a yönelmiş milliyetçi oyları alma yolundaki temaslar, söylemin sertleşmesi arasında üst sıralara çıkamayan ama faşizmin kurumsallaşması halinde siyasal, ekonomik, sosyal nasıl bir hayat süreceğimizin işaretleriyle yüklü bir hafta geride kaldı.  

“Zeki çocukların yaptığı” Kandil videosunun montaj olduğunun kabul edilmesi bir şeyi değiştirmedi, düşmanlaştırma, kutuplaştırma dili tam gaz devam etti. Bu arada Erdoğan, insanı duyduğundan, izlediğinden şüphe ettirecek şu cümleleri kurdu: “21 yıllık iktidarımda daima kardeşliğin dilini konuşturdum, ayrıştıranlardan değil birleştirenlerden oldum!”

Cumartesi Söyleşisinde bu hafta Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden araştırmacı Sevinç Doğan’la, AKP çalışan bir sosyal bilimci olarak hem 14 Mayıs’ın Erdoğan ve AKP cephesinden ürettiği sonuçları, hem de Ümit Özdağ desteğinin olası etkilerini konuştuk.

Sinan Oğan ve Ümit Özdağ’a giden oyları alabilmek için söylemini keskinleştiren Kemal Kılıçdaroğlu Oğan’ın değilse de, Ümit Özdağ’ın desteğini aldı. Özdağ’ın ırkçı söylemleri, imzalanan protokoldeki kayyum maddesi, “götürüsü getirisinden fazla olacak” yorumlarına neden oldu. Kayıp kazanç hanesi için sizin gözleminiz ne?

Öncelikle, Kılıçdaroğlu’na oy verenlerin, Kürt seçmenler de dâhil yine kerhen de olsa desteklemeyi sürdüreceklerini düşünüyorum. Ki, HDP yönetimi de Kılıçdaroğlu’nu desteklemeyi sürdüreceklerini ilan etti bugün.

Bunun dışında Erdoğan karşıtlığı, milliyetçileri aynı yöne kanalize eder mi, çok net değil. ATA İttifakı, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasında bölünüp tercih yaptı. Seküler milliyetçiler Erdoğan fobisi ile Kürt fobisi arasında sıkışmış görünüyor. Yapısal ve tarihsel olarak bakıldığında ise Kürt fobisinin -Rum, Ermeni gibi gayrimüslim nüfusa yönelik karşıt tutum ve politikalarla birlikte düşünüldüğünde- baskın çıktığını gördük. Fakat genç seküler milliyetçiler  arasında daha az keskin ve köşeli duruşlar da fark ediliyor. Kılıçdaroğlu’nun çizgisi yerine, devletçi karakteri net, biraz da merkez sağa eğilimli bir çizginin baskın olduğu bir formül, onlar için daha makul görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun milliyetçi tonu yükseltmesi de bu arayışa hitap ediyor. Bu siyasi manevraların bu kesimler tarafından nasıl değerlendirildiğini, ikna edici bulunup bulunmadığını pazar günü anlayabileceğiz. Çünkü oy verme edimi ile siyasal görüş, motivasyonlar ve beklentiler arasında bir açı olduğunu görüyoruz. Anket şirketlerinin de buradaki açı farkını, kararsızlığı ve güzergahını okuyamadıklarını düşünüyorum.

Peki devlet karakteri ağır basan seküler milliyetçiler, Özdağ işaret edince yönlerini Kılıçdaroğlu’na çevirirler mi?

Anlaşılan o ki bir kısım seküler milliyetçi Erdoğan’a oy vermeyecek ya da sandığa gitmeyecek. Bazı kesimler arasında Kılıçdaroğlu’nu tercih edenler olacak. Erdoğan nefreti evet bazen çok baskın oluyor, fakat diğer yandan Kılıçdaroğlu ve temsil ettiği kimlik ve siyaset onları zorluyor, bu nedenle homojen bir tutum görmemiz zor görünüyor.

Meselelerin bu kadar liderler, lider kültleri üzerine inşa ediliyor olması da büyük bir handikap aslında.  Politikalar değil liderlerin kişilikleri öne çıkarıldı.  Açık bir şekilde konuşulmasa da temsil ettikleri etnik-mezhepsel kimlikler belirleyici oldu.  İktidar karşıtlığı, Erdoğan karşıtlığına indirgendi. Fakat bu saha Erdoğan’ın güçlü olduğu, idmanlı olduğu bir alan olageldi. 20 yıldır her seçim döneminde, Erdoğan’ın liderliği işleniyor. Yüzbinlerce partili tarafından yerel faaliyetler ve seçim çalışmaları Erdoğan’ın liderlik kültü üzerinden yürütülüyor. Erdoğan’ın karizması sürekli teyit ediliyor ve besleniyor. “Onun yüzünü kara çıkarmayacağız, onun başını dik tutacağız, onu yedirmeyeceğiz!” Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun yüzde 45 alması büyük bir başarı. Birkaç aylık bir çalışmanın sonucu, üstelik İYİ Parti’nin ortak konsensüse karşı indirdiği darbeye rağmen.

ÖNEMLİ OLAN YALANIN İNANDIRICI OLUP OLMAMASI

Kampanya boyunca yedi yirmi dört üzerimize boca edilen ve “Kılıçdaroğlu PKK’nin güdümünde” söylemine dayanak yapılan videoların montaj olduğu Erdoğan tarafından da itiraf edildi ancak bir şey değişmedi. Aynı söylem sürdürülüyor ve kara propaganda, yalan normalleştiriliyor. Bu normalleştirme neyi anlatıyor?

Faşist ve otoriter yönetimlerin siyaseti gerçekler, olgular ve nesnel hakikatler üzerinden yapmadıklarına dair deneyimler ve siyasal teorik birikimler var. Siyasetin nesnel gerçekler üzerinden yapıldığı algısı, aslında idealize edilmiş bir siyaset paradigması; muhalefetin varsayımı. Oysa otokratlar, popülist otoriter liderler siyasetin gerçekler üzerinden yapılması gerektiğini düşünmüyor.  O yüzden Erdoğan çok rahat bir şekilde “montajsa montaj” diyor. Çünkü önemli olan propagandanın gerçek olup olmaması değil, önemli olan inandırıcılığının olup olmaması. Kitlelere hitap ediyor mu ediyor, kitlelerin duygularını mobilize ediyor mu, ediyor. Önemli olan bu. Yoksa biz yalan propagandayı Gezi sürecinden de biliyoruz, Kabataş yalanını anımsayalım mesela. Dolayısıyla gerçekler, olgular burada teferruat kalıyor.

Burada yalan kadar yalanın neden tuttuğuna bakmak daha önemli aslında. Burada tutarlı bir anlatı sunmak daha önemli bir amaç. İktidar cephesi de bu açıdan gerçek olmayan fakat tutarlı bir anlatıyla seçmenleri konsolide etmeye çalıştı. Erdoğan kendisinin doğrusuyla yanlışıyla ülkeyi yönettiğini, fakat Millet İttifakı bileşenlerinin ve Kılıçdaroğlu’nun bu “yetkinlikten” uzak olduğunu vurguladı. “Ben gidersem ülke dağılabilir, krizler derinleşebilir, ekonomik kriz nedeniyle, soğan nedeniyle ülkenin uzun vadedeki istikrarını kurban etmeyin” demiş oldu.

Bu propaganda, muhalefet seçmenini sandıktan uzak tutmayı da hedefliyor, ne dersiniz? Diğer yandan giderek daha da güvensiz hale geldiği için “sandığa sahip çıkma” gibi aslında büyük sorunlara işaret eden çağrılar da ne yazık ki normalleşti.

Evet. Mühürsüz oy tartışmalarını da hatırlayalım, artık kimse dediğiniz gibi hiçbir biçimde seçim sistemine güvenmiyor. YSK’nin toplumun yarısı için bir meşruluğu yok. Seçim günü herkes için tam alarm durumu; herkes teyakkuz halinde, survivor modunda. Bu aynı zamanda çok yorucu bir deneyim ama bundaki absürtlük de, başka bir sürü mesele gibi seçimden sonraya bırakılmış durumda. Bununla birlikte görebildiğim kadarıyla, 28 Mayıs’ta da oyuna sahip çıkmak için seçmenler yine büyük bir çaba içinde olacak. İlk günlerdeki moral düşüşü yerini yeniden sahiplenmeye bırakmış görünüyor. Bunun sürdürülmesi de gerçekten önemli.

DEĞİŞİMİN BELİRSİZLİĞİ SEÇMENİ YİNE ERDOĞAN’A YÖNELTTİ

AKP çalışan bir sosyal bilimci olarak, muhalefet neden umduğu başarıyı yakalayamadı sorusuna sizin yanıtınız ne? Genişleyip ağırlaşan yoksulluğa rağmen kutuplaştırma, beka, terör argümanlarına eşlik eden düşmanlaştırma, “hepinizi eşcinsel yapacaklar” söylemi neden satın alındı?

Önce, Kılıçdaroğlu’nun yüzde 45 almasının büyük bir başarı olduğunu, bunu unutmamamız gerektiğini yenileyeyim. Kılıçdaroğlu, yan yana gelemeyecek toplumsal kesimleri bir araya getirebildi, tüm sancılarına rağmen.

AKP’nin çekirdek tabanı dışında yani kararsızlar, endişeli muhafazakar olarak adlandırılan kesimler ve sandığa gitmeyenler için konuşursak, demek ki değişim yeterince cazip gelmedi bu kesimler için. Demek ki değişim hala belirsiz ve korkutan bir şey. Eleştirel olan ama son noktada yine oyunu Erdoğan’dan yana kullanan AKP’li seçmenlerle yaptığım görüşmelerde, Erdoğan’la ilgili şu algıyı edindim: Gücünü daha da arttırıp otoritesini dayatacak bir Erdoğan yerine, artık gittikçe yaşlanmaya başlayan, sağlık problemleri belirgin olan bir Erdoğan imajı çizdiler. Bununla birlikte deneyimli, kriz anında ne yapacağını bilen bir devlet adamı, bir yetenekli lider ve bürokrat gibi karakterize ettiler. Yani çok memnun olmasalar da önümüzdeki 3-4 yılı aşina oldukları, bildikleri bir liderle, öngörebildikleri bir atmosferde geçirmek istediklerini belli ettiler. Çünkü değişimin nasıl olacağı, geçiş sürecindeki aktörlerin kim olduğu ve nasıl bir politika izleyecekleri, birbirleriyle uzlaşıp uzlaşmayacakları belirsiz kaldı. Bu durum da yeniden Erdoğan’a yöneltmiş görünüyor bu kesimleri.

KRİZLER GÜÇLÜ LİDERE YÖNELİMİ ARTTIRIYOR

AKP oylarının yüzde 35’e gerilemesini nasıl okuyorsunuz? Hangi faktörler AKP’den 7 puanı götürdü?

Bence en temel olarak ekonomik nedenler söz konusu. Onun dışında bu kadar çok kutuplaşma, bu kadar çok gerilim, bu kadar agresif bir dil ve Erdoğan’ın her şeyi belirleyen bir figür haline gelmesi ve bu kadar öne çıkması, AKP seçmenini de rahatsız etti. Aslında son yerel seçimlerde büyük şehirlerin kaybedilmesi de bunların sonucunda oldu. Erdoğan’a her ne kadar güvenseler ve cumhurbaşkanlığı tercihinde Erdoğan’ı tercih ederek bunu ortaya koysalar da bu faktörler, AKP kaybında çok önemli oldu.

Ekonomik nedenlerin ve sınıfsal pozisyonların, kitleleri sağ siyaset yerine sol siyasete yönelteceği bir ön kabul ve varsayım. Fakat gerçekler bunlardan farklı. Nesnel koşulların tek başlarına siyasal tercihlere etki etmediğine tanık olduk, oluyoruz. Üstelik sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde sağ, milliyetçi, otoriter ve popülist güçlü liderlere doğru bir siyasal eğilimin yükseldiğini gördük. Asya’da, Latin Amerika’da, Avrupa’nın yükselen neo faşist, radikal sağ partilerinde bunları gördük. 2019 ve 2020 yılında, farklı ülkelere dair yapılan çalışmalarda ekonomik krizin ve artan ekonomik eşitsizliğin güçlü bir lidere olan yönelimi arttırdığı savunuluyor. Buna göre ekonomik kriz zamanlarında güçlü liderler ve otokratlar da - demokratik değerlerin çiğnenmesi pahasına- tercih edilebilir. Çünkü bir kriz var, toplumsal bir anomi durumu var ve var olan statüko tehlikeye girebilir. Türkiye’de bunların örneklerini görüyoruz. Hem ekonomik krizin yarattığı tahribatın, hem olası bir devlet krizinin toplumsal alana yayılabilir korkusu hakim. Bölünme korkusu da burada büyük bir role sahip. Zayıf görünen, siyasi kriz içindeki bir Türkiye’nin Batı karşısında eğilip büküleceği de öne çıkarılan argümanlardan biri. Bunların milliyetçi refleksleri ve güçlü lider olgusunu yükselttiği söylenebilir. Erdoğan, iyisiyle kötüsüyle krizi idare eden bir lider olarak görülüyor.

Dolayısıyla AKP ile Erdoğan tercihi arasındaki makas farkı için de buraya bakılmalı?

Evet. Buradaki önemli dinamiklerden biri de şu galiba: gerçekliğe dayansın dayanmasın sübjektif algılamalara göre, Türkiye’nin bundan sonraki üç dört yılı krizlere gebe. Bunda HDP’nin yükselme ihtimali, Suriyeli nüfusun varlığı, Millet İttifakındaki çatlaklar da etken.  Genel olarak da hızlı bir değişim çağındayız, geleneksel kodların ve ilişkilerin değiştiği, neoliberal benlik ve ilişkilerin öne çıkmaya başladığı bir dönemdeyiz. Sürece rehberlik edecek, alternatif politik ve etik referanslardan yoksun olmak da belirsizlik ve endişe atmosferini tetikliyor görünüyor.  Bu koşullarda milliyetçiliğin, devletçiliğin ve güçlü lider kültünün öne çıktığını görüyoruz.

Ve daha yoksul kesimler, ekonomik krizlerin, eşitsizliklerin, sosyal anomilerin yüksek olduğu dönemlerde daha net bir tablo ve güvenebileceği bir lider arıyor. Bunu iddia eden çalışmalar da Türkiye gerçekliğine daha çok dokunuyor görünüyor.

KOCAELİ’DE YRP’NE OY ÇIKMASI TESADÜF DEĞİL

Yeniden Refah Partisi’ni de (YRP) soralım. Özellikle son bir yıldır oylarını arttırdığı görülen YRP’nin Anadolu kentleri dışında, büyük sanayi kentlerinde de oy aldığı gerçeğinden hareketle, YRP’nin işçi sınıfı ve yoksullar üzerindeki nüfuzu için ne söylersiniz?

YRP parti programında işçi ve emekçi vurgusu çok net. İşçilerin ve yoksulların haklarını savunan bir dil kuruyor. Aslında Başaran Aksu gibi sendikacılar, YRP’nin genç işçiler arasında sendikal örgütlenme yürüttüğünden bahsetmişti. YRP ilçe örgütleri mesela grevdeki, direnişteki işçileri ziyaret ediyorlar. YRP’nin seçim bildirgesinde de işçilerin sendikal haklarından bahsediliyor. Ayrıca AKP’nin imtiyazlı sınıfları koruduğu, işçilerin haklarını çiğnediği ve sürdürdüğü ekonomi politikaların yoksulların aleyhine olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla örneğin Kocaeli’den YRP’ye yüzde 5.75 oy çıkması tesadüf değil. Bir şekilde AKP ile anlaşsalar da işçi sınıfına, yoksullara hitap eden bu dilin etki ettiği fark ediliyor. Belli ki dindar mütedeyyin işçilerle, Türkiye’deki sol sendikalar arasında bir açı var, oraya hitap edilemiyor. Bu alanı da YRP gibi partiler doldurabiliyor.

AKP SEÇMENİ DİNİN BU KADAR ARAÇSALLAŞTIRILMASINDAN RAHATSIZ

AKP’deki yüzde 7’lik erimeye MHP ve genel olarak milliyetçiliğin aldığı yüzde 25 oy üzerinden bakılarak, “İslamcılığın yerini milliyetçilik almaya başlıyor” çıkarımları yapılıyor. Katılır mısınız?

Türkiye’de her ne olursa olsun kendini Müslüman olarak ifade eden bir toplumsal kesim var ve bunların yüzdesi düşük değil. Hepsi kendini İslamcı, mütedeyyin olarak tanımlamıyor belki ama buradaki mesele biraz şu, bu kesimler birilerinin İslamcılık adına pek çok şeyi yozlaştırdığını ve kullandığını düşünüyor. AKP ve Erdoğan’ı destekleyenler arasında “şimdi niye bu dini söylemi kuruyor ki” diyenlerin oranı giderek arttı. Çünkü kurmaması gerekiyor onlar için, onu manevi bir yerde, bireysel bir düzeyde tutuyor ve siyaseten gündem edilmesinden rahatsız oluyor.

Bu rahatsızlık gençler arasında nasıl seyrediyor?

Genç kuşaklar açısından birilerinin dini inançlarına göre yaşamaması ya da Müslüman olmaması o insanın düşman olduğu, ötekileştirilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. O yüzden önümüzdeki 4-5 yıl içinde yeni kuşaklar geldikçe kendisini doğrudan kurumsal İslam ve partiyle tarif etmeyenlerin arttığını görebiliriz. Ama değişim, mütedeyyinliğin düştüğü mü yoksa inanç biçimlerinin form değiştirdiği anlamına mı gelir, buna bakmak lazım.

Milliyetçiliğin yükselmesi ise dünya genelindeki eğilimlerle de paralel. Rusya Ukrayna Savaşı da, Suriye Savaşı da Türkiye’deki moral dünyaları yakından etkiledi. Ekonomik krizler, savaş olasılığı, ekolojik felaketler, göçmen akışları bir teyakkuz haline yol açtı. HDP’nin 2015 seçimlerinden itibaren güçlenme ihtimalinin olması, 15 Temmuz sonrası yaşanan devlet krizi milliyetçi hassasiyetleri tetiklemiş görünüyor.

Teyakkuz halinde, irite olmuş ve savunma refleksi gösteren böylesi bir milliyetçiliğin, nasıl bir pratik göstereceğini henüz bilmiyoruz. Fakat bunun neo-faşist yönelimlere gitme olasılığı da var.

YÜKSELEN MİLİTARİZM, GÜVENLİKÇİ SÖYLEMLERİ BESLİYOR

Milliyetçiliğin yönü de dahil olmak üzere, seçimi Erdoğan’ın kazanması halinde Türkiye’nin nasıl bir döneme gireceği konusunda sizin değerlendirmeniz ne?

Pek iç açıcı görünmüyor. Diğer yandan, ilginç bir şekilde, 20’li yaşlardaki gençler arasında “ne yapalım bir dört yıl daha böyle geçsin” diyenlerle konuşunca, bizim kuşakların ve daha üst kuşakların yıpranmışlıklarını taşımadıklarını fark ediyorum. AKP’yi destekleyen kesimlerde de Erdoğan sonrası konuşuluyor fakat kendi endişeleri, korkuları üzerinden.  Kendi kazanımlarını kaybetme korkuları bu sürçte daha belirleyici görünüyor. Toplumun diğer kesimlerinin korku ve endişelerini fark etmiyorlar, görmüyorlar.

Post-Erdoğan döneminin belirsizliği, dünya genelindeki krizler, genel savaş ortamı, yükselen militarizm bunların hepsi milliyetçi-güvenlikçi söylemleri besliyor görünüyor.  Ötekine, başkasına yer açan bir siyasetten öte, daha dışlayıcı ve agresif bir dil öne çıkıyor.  Kürtler sadece devlet politikaları açısından değil, toplumsal alandaki dinamikler açısından da zorlayıcı süreçlerle karşılaşabilir.

Fakat diğer yandan toplumsal alandaki kutuplaşma ve gerilimin artması halinde, sistemin sürdürülebilirlik krizine girme riskinden bahsedilebilir. Yerel seçimler ve erken seçim olasılıkları gündemi değiştirebilir.

Yarın için öngörünüz ne?

Seçimler karmaşık dönemeçler. Birinci turdaki oranlar önemli göstergelere sahip olmakla birlikte, toplumsal alanda yaşanan değişimleri, kopuklukları, kararsızlıkları ve şerhleri tam olarak yansıtmadı. Pazar günkü seçimlere siyah-beyaz, kurtuluş-kıyamet gibi ikilemlere kapılmadan bakıp moralleri korumak, sandıklara gitmek ve kararlı olmak önemli geliyor.

ÖNCEKİ HABER

Google, Brezilya’daki tepkiler üzerine “Kölelik simülasyonu" oyununu kaldırdı

SONRAKİ HABER

24 yeni idare mahkemesi kurulmasına ilişkin karar Resmi Gazete'de

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa